Trump ve Yeni Milliyetçilik Çağı

Bu yazı ilk olarak Michael Brenes ve Van Jackson imzasıyla Foreign Affairs dergisinde Trump ve Yeni Milliyetçilik Çağı: Amerika ve Dünya İçin Tehlikeli Bir Bileşim başlığıyla yayınlanmıştır. Yazının İngilizce orijinaline linkten ulaşabilirsiniz. 

Donald Trump’ın başkanlığı, 2016’da olduğu gibi, Washington’daki ve uluslararası çevrelerdeki yorumcuları ABD dış politikasının yönü üzerine düşünmeye sevk etti. Trump’ın Çin ve Rusya ile, ayrıca Hindistan ve Küresel Güney’de yükselen güçlerle nasıl ilişkiler kuracağı konusunda birçok soru gündeme gelmiş durumda. Trump’ın ilk başkanlık dönemi, gelecekte ABD’nin küresel rolünü nasıl yöneteceğine dair önemli bir referans noktası sunarken, ABD dış politikası belirsiz bir döneme giriyor.

Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşü, onu tarihte dönüştürücü bir figür olarak sağlamlaştırıyor. Franklin Roosevelt ve Ronald Reagan, ABD tarihinin belirli “dönemlerini” şekillendiren başkanlar olmuşlardır—her ikisi de hükümetin Amerikalıların hayatındaki rolünü yeniden tanımlamış ve ABD dış politikasını kalıcı bir şekilde değiştirmiştir. Roosevelt’in başkanlığı, ABD liderliğindeki çok taraflı bir düzenin temelini atarak “Amerikan Yüzyılı”nın başlangıcını simgelemiştir. Reagan ise ABD’nin askeri ve ekonomik gücünü en üst düzeye çıkarmaya çalışmış; onun dönemi “güç yoluyla barış” anlayışına dayanmıştır. Soğuk Savaş sonrası yönetimler, genellikle bu iki vizyon arasında gidip gelmiş ve her ikisinden de belirli unsurları benimsemiştir. Trump, bu mirasın kalıntılarını devralıyor ancak aynı zamanda yeni bir dönemi temsil ediyor: milliyetçilik çağı.

Washington ve Küresel Milliyetçilik Dalgası

Washington’un dünyayı demokrasi ve otokrasi olarak ikiye ayırma eğilimi, 2008 küresel finans krizinden itibaren yükselişe geçen milliyetçiliğin küresel etkilerini göz ardı etmektedir. Bu süreç, korumacılığın artmasına, sınırların daha da sıkılaştırılmasına ve birçok bölgede ekonomik büyümenin yavaşlamasına neden olmuştur. Gerçekten de, özellikle ekonomik milliyetçilik ve etnik milliyetçiliğin yükselişi, 2010’ların ortalarından bu yana küresel siyaseti şekillendirmiştir. Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Fransız aşırı sağ lideri Marine Le Pen ve Trump gibi isimlerin popülaritesindeki artış, bu eğilimin belirgin göstergeleridir.

Washington bu yeni milliyetçilik çağını sorgulamak ya da ona karşı çıkmak yerine, aslında ona katkıda bulunmuştur. Hem Trump hem de Joe Biden yönetimleri sırasında, ABD kendi gücünü pekiştirmeye ve Çin’in yükselişini dizginlemeye odaklanmıştır.

ABD’nin öncelikleri arasında küresel istihdam yaratmak veya ekonomik büyümeyi teşvik etmek yerine, Çin’in ekonomik gücünü ABD’ye kıyasla zayıflatmak amacıyla uygulanan gümrük tarifeleri ve ihracat kontrolleri yer almaktadır. İklim krizine yönelik küresel bir yeşil enerji dönüşümü hedefi, yerini ABD’nin kendi elektrikli araç üretimini genişletmeye yönelik politik açıdan tartışmalı ve kısa vadeli bir girişime bırakmıştır. Tedarik zinciri dayanıklılığı artık ekonomik karşılıklı bağımlılığın yerini almış ve “yükselen dalga tüm tekneleri kaldırır” anlayışı, daralan küresel ekonomi içinde daha büyük bir pay kapma yarışına dönüşmüştür.

Ayrıca, ABD, Küresel Güney’deki istikrarsızlık, şiddet ve borç krizlerini yüksek gelirli ülkelerin sorunlarından bağımsız ele alarak, milliyetçiliğin küresel çapta yayılmasını hızlandırmaktadır.

Yeni Milliyetçilik Çağı

Bu yeni milliyetçilik çağı, ABD’nin büyük güç rekabetine yönelmesi ile belirginleşmektedir—bu belirsiz kavram, ABD’nin Çin’e yönelik büyük stratejisini şekillendirmektedir. Ancak büyük güç rekabeti, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Franklin Roosevelt’in önderliğinde kurduğu uluslararasıcı düzeni yeniden inşa etme potansiyelini ortadan kaldırmaktadır. Aynı zamanda, ABD’nin artık var olmayan küresel üstünlüğüne dayalı anakronik bir statükoyu sürdürerek, daha barışçıl ve istikrarlı bir dünya yaratmak için gerekli olan siyasi hayal gücünü de sınırlamaktadır.

Son on yılda büyük güç rekabetine odaklanmak, ABD’ye uluslararası düzeni yeniden şekillendirmek, çatışmaları önlemek ve ülkeleri Pekin’in ekonomik ve askeri nüfuzunu reddetmeye teşvik etmek için gerekli olan zamanı ve ivmeyi kaybettirmiştir.

Elbette Pekin, demokrasilere, insan haklarına ve siber güvenliğe yönelik tehditler oluşturmaktadır. Ancak bu tehditleri büyük güç rekabeti perspektifinden ele almak, bazı gözlemcilerin Çin’i, Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği ile eşdeğer bir varoluşsal tehdit olarak görmesine yol açmıştır. Pekin’e yönelik bu agresif ve sıfır toplamlı yaklaşım, milliyetçilik çağının doğasında var olan riskleri daha da artırmıştır.

Eğer Amerikan politika yapıcıları, ABD’nin küresel rolünü canlandırmak ve insan hakları ihlalleri, eşitsizlik ve baskıyla mücadele eden ülkeler için barış ve istikrara katkıda bulunmak istiyorsa, vizyonlarını genişletmeli ve bu milliyetçilik çağını reddetmelidir.

İklim değişikliği, demokrasinin gerilemesi, ekonomik eşitsizlik ve sürdürülemez kamu borç seviyeleri gibi acil küresel sorunlar, ABD’nin küresel gücünü artırmaya odaklanarak çözülemez. Bu sorunların çözümü, daha kapsayıcı ve iş birliğine dayalı bir uluslararası düzen inşa etmekten geçmektedir.

Milliyetçiliğin Yeniden Yükselişi

1945’te ABD ve müttefikleri, Mihver Devletlerini mağlup ettiğinde, Amerikan liderleri eski emperyal düzenin artık küresel barışın çıkarlarına hizmet etmediğini fark etti. 1920’ler ve 1930’larda büyük güçlerin korumacılığa ve ekonomik özerkliğe yönelmesi, Almanya, İtalya ve Japonya’da otoriter rejimleri savaşa sürükleyen milliyetçiliği körüklemişti.

Roosevelt, 1945’te savaş sona erdiğinde, müttefiklerin, tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, kendi çıkarlarını korumak adına içe kapanmasından korkuyordu. O yıl yaptığı Birliğin Durumu (State of the Union) konuşmasında, ABD’nin “barışı koruyabilecek ve yıllar içinde uluslararası adaleti mükemmelleştirebilecek bir uluslararası düzen kurmak için çalışması gerektiğini” vurgulamıştı.

Roosevelt’in öngördüğü bu yeni uluslararası düzen, ABD’nin ekonomik ve askeri gücünü, savaş sonrası güvenlik ve refaha ihtiyaç duyan küresel ortakları adına seferber edecek çok taraflı kurumlara dayanıyordu.

Roosevelt, ulusal çıkarları küresel bir perspektiften tanımlamıştı—kapitalizmi ve liberal demokrasiyi güvence altına alacak bir çok taraflı düzenin korunması gerektiğine inanıyordu.

Her ne kadar sömürge sonrası dünya büyük ölçüde gelişmemiş olsa ve çok taraflı kurumlar en fazla zengin ülkelerden fayda sağlasa da, Asya ve Afrika’daki komünist olmayan ekonomilerin, savaş sonrası düzende çıkarlarını savunabilmesi için bir alan açılmıştı.

  • 1948’de imzalanan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), Japon ekonomisini güçlendiren ticaret engellerini kaldırdı.
  • 1964’te, bağımsızlığını kazanan ülkeler, Birleşmiş Milletler içinde G-77 grubunu kurarak, Afrika ve Asya ülkelerinin Batı tarafından ihmal edilmesine karşı bir denge unsuru yaratmayı hedefledi.

Günümüzde Küresel Güney ülkeleri, iklim adaletini sağlamak, uluslararası hukuku korumak ve özel şirketleri işçi ve çevre yasalarını ihlal etmekten sorumlu tutmak için hâlâ BM’ye başvurmaktadır.

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD ve Küresel Düzen

Soğuk Savaş’ın 1991’de sona ermesiyle birlikte, ABD uluslararası kurumları tek kutuplu dünya düzeninde kendi üstünlüğünü pekiştirmek için kullanmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte, ABD liderliğindeki liberal dünya düzenine karşı güçlü bir alternatif kalmamış gibi görünüyordu. Sonuç olarak, çok taraflı kurumlar ABD’nin gücünün birer uzantısı hâline geldi; ABD ve Avrupa, liberal demokratik ideallerin tüm dünyada, hatta Rusya ve Çin’de bile yayılacağını varsaydılar.

Ancak 2001 sonrası terörle mücadele politikaları, uluslararasıcılığın daha da aşınmasına yol açtı. ABD, küresel lider konumunu kullanarak diğer ülkeleri askerî harekâtlarına katılmaya zorladı, ikna etti veya tavizler vererek yanına çekti. Ancak Washington’un bu politikalarının Batı dışı dünya ile olan ilişkilerine vereceği zarar göz ardı edildi.

2008 Küresel Finans Krizi ve Yeni Ekonomik Gerçeklik

2008’deki küresel finans krizi, bu süreçte önemli bir dönüm noktası oldu. Küresel büyümenin durgunluğa girdiği bu dönemde:

  • ABD, bankaları kurtarmak ve tüketici piyasalarını korumak için müdahalelerde bulundu, böylece ABD piyasalarını istikrara kavuşturmaya çalıştı.
  • Çin ise büyük çaplı altyapı projeleri başlatarak iş gücünü istihdam etti ve büyüme oranlarını korumaya odaklandı.

Ancak, çoğu ülke Büyük Durgunluk’tan çıkabilmek için sürdürülemez seviyelerde kamu borcu biriktirdi. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası, borç alan ülkelere siyasi açıdan tepki çeken koşullar dayattıkça, gelişmekte olan ekonomilerin hükümetleri, finansman için Pekin’e yönelmeye başladı.

Bu belirsiz ve eşitsiz ekonomik düzen, milliyetçi siyaset ve siyasetçilere yeni fırsatlar sundu. 1990’larda küreselleşme aynı kazançları sağlamadığında, demagoglar, yasa dışı göçmenleri ve yozlaşmış, adaletsiz bir sistemin başında bulunan elitleri suçladı.

  • Ekonomik milliyetçilik, birçok ülkede giderek güç kazandı.
  • 2010’larda popülist söylemler yükseldi; liderler, halklarına küresel sorunların cevaplarını sınırlarının ötesinde değil, kendi ülkelerinde aramaları gerektiğini söyledi.

Örneğin, Macaristan Başbakanı Viktor Orban, IMF ve Avrupa Birliği’ni sert bir şekilde eleştirerek iktidara geldi. 2017’de, başbakan olarak yaptığı bir konuşmada, “Avrupa’nın geleceği için en büyük tehdit, buraya gelmek isteyenler değil, Avrupa halklarının açık iradesine karşı Avrupa’yı dönüştürmeye çalışan siyasi, ekonomik ve entelektüel elitlerdir” ifadelerini kullandı.

Bu süreçte, göç karşıtı söylemler dünya genelinde yaygınlaştı ve liderler ülkelerindeki sorunların sorumluluğunu göçmenlere yüklemeye başladı.

Devletçi Kapitalizmin Yükselişi

Devletler, ekonomilerini küreselleşmenin etkilerinden korumak amacıyla sanayi politikalarına ve devlet güdümlü kapitalizme yöneldi.

  • Bu eğilimin öncülüğünü Çin yaparken, ABD de Enflasyon Azaltma Yasası (Inflation Reduction Act) ve CHIPS ve Bilim Yasası (CHIPS and Science Act) gibi önlemlerle benzer politikaları benimsemeye başladı.
  • Rusya’da otoriter lider Vladimir Putin, milliyetçi emperyalizm ideolojisini benimsedi ve devlet genişlemesi yoluyla ekonomik kaynakları merkezileştirdi.
  • Moskova’nın 2022’de Ukrayna’yı işgali, küresel düzeyde toprak fetihlerine karşı oluşmuş normları aşındırdı.
  • Hindistan Başbakanı Narendra Modi, serbest piyasa savunuculuğundan uzaklaşarak, yeni bir devlet kapitalizmi dönemine öncülük etti. Modi, bankacılık sektörünü merkezileştirdi ve yabancı yatırımlar üzerinde devlet kontrolünü artırdı.
  • Orta Doğu’daki ülkeler, ABD’nin küresel üstünlüğünü dengelemek amacıyla devletçi ekonomi modeli benimseyen Çin’i bir ortak ve potansiyel bir model olarak görmeye başladı.

Günümüz büyük güç rekabeti çağı, ulus-devletlerin elit ekonomik gücü, milliyetçi politikalar aracılığıyla pekiştirdiği bir dönem olarak şekillenmektedir.

YENİ BİR SOĞUK SAVAŞ

Trump, ilk başkanlık döneminde milliyetçiliğin ve büyük güç rekabetinin yeniden yükselişini benimsedi ve bundan fayda sağladı. Başkan Barack Obama, Çin ile iş birliğinin ABD’nin ekonomik çıkarlarına hizmet ettiğine inanarak büyük güç rekabetini küçümsemişti. Ancak Trump’ın 2017 Ulusal Güvenlik Stratejisi, “Önce Amerika” anlayışını benimseyerek ABD refahını küresel iyiliğin önüne koyan bir dış politika geliştirdi. Trump yönetimi, ABD’nin “çok taraflı kuruluşlarda rekabet edecek ve liderlik üstlenecek, böylece Amerikan çıkarları ve ilkeleri korunacaktır” şeklinde bir ilke benimsedi.

Bu yaklaşım, ABD’nin geçici de olsa Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nden (UNHRC) ve eğitim, bilim ve kültürel iş birliğini teşvik eden UNESCO’dan çekilmesiyle sonuçlandı. Trump ayrıca, Moskova ile 1980’lerde imzalanan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’ndan (INF) ve küresel sera gazı emisyonlarını azaltmayı amaçlayan Paris Anlaşması’ndan da çekildi.

Büyük güç rekabetine olan saplantı, Trump’ı Çin’den ithal edilen 200 milyar dolar değerindeki ürünlere gümrük tarifeleri uygulamaya yöneltti. Bu adım, Washington ile Pekin arasındaki gerilimi artırarak bir ticaret savaşı başlattı ve ABD tüketicilerinin yaşam maliyetini bazı bölgelerde %7,1’e varan oranlarda artırdı.

Biden Yönetimi ve Ulusal Çıkar Öncelikleri

Biden, “Önce Amerika” politikasından uzaklaşma sözü verdi, ancak o da sonunda milliyetçilik çağının etkisine boyun eğdi. 2021’in başlarında, “son birkaç yılın ihmalinden dolayı zayıflayan demokratik ittifakları yeniden inşa etmeye ve iş birliği alışkanlıklarını reforme etmeye başlama” taahhüdünde bulundu.

Ancak bu söylem, büyük güç rekabeti çerçevesinin dışında anlamlı bir iş birliğine dönüşmedi. ABD’nin Çin ile olan rekabetini sürdürmek adına, Biden Trump’ın korumacı politikalarını genişletti.

Biden, ittifaklar ve ortaklıklara vurgu yapmasıyla Trump’tan farklı bir yol izledi, ancak tıpkı Trump gibi, ABD’nin ekonomik politikasının esas amacının Çin’in gücünü sınırlamak ve ABD’nin küresel üstünlüğünü en üst düzeye çıkarmak olduğuna inandı. Tarihçi Adam Tooze, 2023 Kasım ayında London Review of Books’ta yazdığı bir makalede, Biden’ın, “Çin’in geri planda tutulmasını ve ABD’nin belirleyici avantajını korumasını sağlamak için, özel sektörün ticaret ve yatırım kararlarına sert müdahaleler de dâhil olmak üzere, her türlü yöntemi kullanmaya hazır olduğunu” öne sürdü.

Bu doğrultuda Biden, Çin’in ekonomik ve teknolojik ilerlemesini dizginlemek için çeşitli politikalar uygulamaya koydu:

  • ABD’de yabancı yatırımları ulusal güvenlik gerekçesiyle denetleyen ve kısıtlayan Yabancı Yatırımlar Komitesi’ni (CFIUS) önemli ölçüde güçlendirdi.
  • Çin ordusuyla bağlantılı oldukları gerekçesiyle kara listeye alınan Çinli şirketlerin sayısını artırdı.
  • Trump’ın Çin’e yönelik başlattığı gümrük tarifelerini aynen korudu.
  • Çin’in yarı iletken ve yenilenebilir enerji teknolojileri sektörlerine yönelik yeni gümrük vergileri getirdi.
  • Çinli şirketlerin ABD’ye yatırım yapmasını kısıtlayan yeni düzenlemeler uygulamaya koydu.
  • ABD’li teknoloji firmalarına sağlanan vergi kredilerini, bu firmaların Çinli şirketlerden yatırımlarını çekmeleri şartına bağladı.

Başlangıçta Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan tarafından “küçük bir bahçe, yüksek bir çit” stratejisi olarak tanımlanan bu yaklaşım, zamanla Çin’i sınırlandırmaya ve ABD ile Çin arasındaki yüksek teknoloji sektörlerindeki ekonomik karşılıklı bağımlılığı ortadan kaldırmaya yönelik kapsamlı bir stratejiye dönüştü.

Biden Döneminde ABD Dış Politikasında Milliyetçiliğin Güçlenmesi

Biden yönetimi altında ABD dış politikasındaki milliyetçi dönüşüm, ironik bir şekilde, milliyetçiliği körükleyen eşitsizliğe katkıda bulunan şirketleri daha da güçlendirdi.

Washington’un yeni ortaya çıkan milliyetçi çerçevesinde:

  • Tesla, elektrikli araçlara yönelik gümrük tarifelerinden doğrudan fayda sağladı. Bu avantaj, yalnızca Tesla’nın ABD elektrikli araç pazarındaki baskın konumundan değil, aynı zamanda CEO’su Elon Musk’ın, Avrupa pazarında Çin yapımı Tesla araçları için düşük gümrük vergisi muafiyeti sağlamasından da kaynaklanıyordu (dokuz yerine %20 vergi oranı uygulanması).
  • Bu gümrük tarifeleri, tüketicileri cezalandırırken, ABD’nin yeşil teknoloji üreticilerinin Çinli firmalarla ihtiyaç duydukları iş birliklerini engelledi.
  • Silicon Valley’deki savunma girişimleri ve risk sermayesi şirketleri, yapay zekâya on milyarlarca dolar yatırım yaptı ve bu teknolojileri satacak tek alıcı olarak Pentagon’u hedef aldı.

Biden’ın çok taraflılığa yönelik jestleri, Trump yönetiminin ilk dönemindeki sert milliyetçilikten önemli ölçüde uzaklaşsa da, gerçek anlamda uluslararasıcılığa tam anlamıyla dönüş sağlayamadı. Onun ittifak kurma çabaları, çok kutuplu bir dönemin başlangıcını değil, Çin ile yaşanan yeni soğuk savaş bağlamında demokrasi ve otokrasi arasındaki ideolojik bir mücadeleyi yansıttı.

Bunun en iyi örneklerinden biri, Biden döneminde oluşturulan Atlantik Ortaklığı’dır. Bu ortaklık, teoride Atlantik kıyısındaki ülkelerde iklim değişikliğini hafifletmek için tasarlanmış olsa da, esas amacı Çin’in yasa dışı balıkçılık faaliyetlerini engellemek ve Afrika ülkelerini Çin sermayesinden uzaklaştırmaktır.


Milliyetçilik Çağı ve Küresel Eşitsizlikler

Milliyetçilik çağı, düşük gelirli ülkeler için cezalandırıcı bir dönemdir, çünkü bu sistem, ABD’nin Afrika ve Asya ülkeleriyle iyi niyet ve müttefiklik ilişkileri kurma fırsatlarını kısıtlamaktadır.

  • Daha başkanlık koltuğuna oturmadan önce, Trump, ABD dolarının küresel üstünlüğünü koruma çabasıyla BRICS ülkelerini hedef alarak (küresel nüfusun %40’ından fazlasını oluşturan ülkeler), para birimi tarifeleri getirdi.
  • Bu tür politikalar, ABD’yi küresel tedarik zincirlerinden koparma ve Amerikan tüketicileri için yaşam maliyetlerini artırma riski taşıyor.
  • ABD dolarının küresel hâkimiyetini korumak için baskı ve yaptırım kullanmak, Wall Street için avantaj sağlayabilir, ancak aynı zamanda ABD’nin ticaret açığını büyütür ve ABD üretimi malların yabancı pazarlarda görece fiyatlarını yükselterek ihracat sektörünü zayıflatır.

ABD’nin Uluslararası Kurumlarla Çatışması

Washington, zaman zaman uluslararası kurumları kendi çıkarlarına hizmet etmediğinde reddederek ittifaklarını zayıflatmıştır.

  • ABD, Ukrayna’ya misket bombaları ve anti-personel mayınları göndererek, kendisinin tam üye olmayı reddettiği uluslararası anlaşmaları baltalamaya devam etmektedir.

    • Misket Bombaları Sözleşmesi (Cluster Munitions Convention) – 111 devletin taraf olduğu bu anlaşmaya ABD tam olarak katılmamaktadır.
    • Anti-Personel Mayın Yasaklama Antlaşması (Ottawa Antlaşması) – 164 devletin taraf olduğu bu anlaşmaya ABD tam anlamıyla uyum göstermemektedir.
  • Trump ve Biden yönetimleri, Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) otoritesini de aşındırmıştır.

    • ABD, WTO’nun ihtilaf çözüm mekanizmasını reddetti.
    • Temyiz mahkemesine yeni hâkim atamalarını engelledi.
    • ABD sanayi politikalarının (Çin ve Hindistan’ın ekonomik büyümesini engellemek için uygulanan yüksek gümrük vergileri ve kurumsal sübvansiyonlar gibi) WTO kurallarını ihlal ettiği yönündeki şikâyetleri görmezden geldi.
  • Kasım 2023’te Biden, Beyaz Saray’dan yaptığı bir açıklamada, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICC) İsrail hükümetinin Gazze’deki savaşıyla ilgili tüm konularda yetkisiz olduğunu ilan etti.

ABD, uluslararası düzenin lideri olduğunu iddia ederken, kendi politikalarını bu düzenin kurallarına göre yönlendirmeyi reddetmeye devam etmektedir.

İş Birliği, Rekabete Karşı

Ne yazık ki, Trump muhtemelen milliyetçi bir dış politikayı yeniden canlandıracaktır. Yönetimi, Orta Doğu’daki krizi diplomasi yerine askeri güçle çözülecek bir medeniyetler çatışması olarak görmeye yatkın olacaktır. Doğu Asya’daki ittifaklar, Pekin’in nüfuzunu sınırlamak için faydalı birer vekil olarak işlev görecektir. Washington, Çin ile rekabeti varoluşsal bir mücadele olarak görecek ve bu da Trump’ın ilk döneminde olduğu gibi ABD içinde göçmen karşıtı duyguların artmasına yol açarak nefret suçlarını ve Asya kökenli Amerikalılara yönelik şiddeti artırabilecektir. Latin Amerika’ya gelince, Trump’ın ABD-Meksika sınırının güvenliğini artırmaya tek taraflı bir şekilde odaklanmaya devam etmesi ve sınır ötesi suçlar ve iklim değişikliği gibi ortak çıkar alanlarında iş birliği fırsatlarını göz ardı etmesi beklenmektedir.

Ancak ABD, dünya sorunlarını anlamlı bir şekilde ele almak istiyorsa, büyük stratejisini milliyetçilik çağından kurtarmalıdır. Küresel Güney’in veya küresel çoğunluğun refahına yönelik daha geniş bir uluslararasıcı vizyon, yalnızca birkaç kişinin fayda sağlayacağı Çin ile rekabetten çok daha sağlam bir dünya düzeni temeli oluşturacaktır. Washington, Afrika ve Asya ülkelerini Pekin ile büyük güç rekabetinde birer piyon olarak görmek yerine, düşük gelirli ülkelerin marjinalleşmesinin ABD ve müttefiklerinin çıkarlarını ilerletebilecek ekonomik büyümeyi nasıl engellediğini kabul etmelidir.

Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası ile birlikte çalışarak ABD, Afrika ülkelerine borç hafifletme programları sunabilir ve yolsuzluğu en aza indirerek demokratik hakları ilerletmek için mücadele eden ekonomileri yeniden yapılandırabilir. BRICS ülkelerinin Batı’ya karşı bir denge unsuru olarak hareket etmesine izin vermek yerine, Washington bu ülkelerin endişelerinin geçerliliğini tanımalı ve Afrika ile Asya ülkelerini önceliklendiren yeni yaklaşımları benimsemelidir. Daha güçlü bir Küresel Güney, aynı zamanda etnik milliyetçiliği ve göçmen karşıtı politikaları dizginleyecektir, çünkü dirençli ekonomiler, göçmenlerin “işleri çaldığı” ve devlet kaynaklarını tükettiği argümanını sürdürmeyi zorlaştıracaktır.

ABD’nin artık büyük güç rekabetinin modası geçmiş sıfır toplamlı mantığının ötesine geçme zamanı gelmiştir. Washington, küresel üstünlüğü amaçlayan ancak ters etki yaratan stratejilere daha fazla kaynak harcamak yerine, ekonomileri güçlendirme ve dünya çapında insan haklarını ilerletme taahhüdünü yenilemelidir. Ulusal çıkar, Çin’i her alanda geride bırakmaya çalışmakta değil, iş birliğini rekabetin önüne koyan uluslararasıcı bir vizyonda yatmaktadır.

  • Michael Brenes, Yale Üniversitesi’nde Brady-Johnson Büyük Strateji Programı’nın Eş Direktörü ve Tarih Bölümü’nde Öğretim Görevlisidir.
  • Van Jackson, Wellington’daki Victoria Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler alanında kıdemli öğretim görevlisidir.

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Davetlisiniz: Afet Sonrasında Yükseköğretime Erişim Hakkı İzlenmesi Raporu

📢 Davetlisiniz! 📢 Birlikte İyileşiyoruz programının bir parçası olan afet...

Suriye’de Mücadele: Türkiye ve İsrail

Bu makale, 14 Şubat 2025 tarihinde Shlomo Ben-Ami imzasıyla...

Türkiye’nin Toplumsal Haritası: TGSS 2024

Türkiye’nin Toplumsal Haritası Türkiye Genel Sosyal Saha Araştırması (TGSS), Türkiye’nin...

Almanya Yol Ayrımında

Bu makale, 14 Şubat 2025 tarihinde Ulrike Malmendier, Thilo...