Çin’in İstemediği Şey

Aşağıda sunulan metin, Foreign Affairs dergisinde 19 Eylül 2025 tarihinde yayımlanan David C. Kang, Jackie S. H. Wong ve Zenobia T. Chan imzalı “What China Doesn’t Want: Beijing’s Core Aims Are Clear—and Limited” başlıklı makalenin Türkçe çevirisidir. Makale, Çin’in yayılmacı bir güç olduğu yönündeki baskın söylemi sorgulamakta ve Pekin’in hedeflerinin tarihsel süreklilik taşıyan, sınırlı ve statükocu nitelikte olduğunu ileri sürmektedir.

Yazarlar, Çin’in dış politika önceliklerini incelerken, ülkenin temel çıkarlarını iç istikrar, toprak bütünlüğü, rejim güvenliği ve kalkınma ekseninde tanımladığını göstermektedir. Makale, ABD’deki politika yapıcıların Çin’i yanlış okumasının, askeri caydırıcılığa dayalı stratejilerin ve Asya-Pasifik’teki gerginliklerin esasen bu yanlış anlamadan kaynaklandığını savunmaktadır.

Çeviri, okuyucularımıza Çin dış politikasına dair güncel akademik tartışmaları yakından takip etme ve ABD–Çin rekabetine ilişkin alternatif bakış açılarını değerlendirme fırsatı sunmayı amaçlamaktadır.

Pekin’in Temel Hedefleri Açık ve Sınırlı

David C. Kang, Jackie S. H. Wong, ve Zenobia T. Chan
19 Eylül 2025

Washington’daki politika çevrelerinde artık Çin’in ABD’nin yerine geçerek küresel süper güç olmayı hedeflediği ve topraklarını saldırgan bir biçimde genişletmek istediği neredeyse herkesçe bilinen bir “gerçek” olarak kabul edilmektedir. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bu fikir birliğini paylaşmaktadır. Donald Trump döneminde Savunma Bakanlığı’nda politika müsteşarlığı yapan Elbridge Colby, Çin’in Tayvan üzerinde kontrol sağlaması hâlinde bunun Filipinler ve Vietnam’a doğru genişlemenin basamağı olacağını ileri sürmüştür. Joe Biden döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Çin ve Tayvan kıdemli direktör yardımcısı olarak görev yapan ve Biden’ın Çin politikasının mimarlarından biri olan Rush Doshi ise Çin’in uzun vadede ABD’yi dünya liderliğinden uzaklaştırmayı amaçlayan bir “uzun oyun” oynadığını savunmaktadır. Bu iki partili anlayış, ABD’nin Çin politikasını şekillendirmiş ve politikayı artık savaş hazırlıkları, askerî caydırıcılık ve ekonomik ayrışma üzerine kurmuştur.

Sorun şu ki, Çin’e dair bu anlayış hatalıdır. Çin’in resmî söylemlerine dikkatle bakıldığında çok farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır: Çin, küresel düzeyde sınırlı hedefleri olan bir “statükocu güçtür”; gücünü dramatik biçimde genişletmeye ve dünya düzenini yeniden şekillendirmeye çalışan revizyonist bir devlet değildir. Çin liderleri dışa dönük genişleme yerine içsel sorunlara ve rejim istikrarına çok daha fazla odaklanmaktadır. Elbette Çin’in dış politika talepleri vardır ve komşularına karşı zaman zaman zorbalığa başvurabilmektedir; ancak onları işgal etmeyi veya fethetmeyi amaçlamamaktadır. Çin özellikle uluslararası toplumun diplomatik düzeyde de olsa “Çin’in parçası” olarak kabul ettiği bölgeler — Hong Kong, Tayvan, Tibet ve Sincan — üzerindeki kontrol konusunda aşırı derecede hassastır. Ancak Çin’in hırsı nadiren bunun ötesine geçmektedir.

Çin güçlenmekte ve zenginleşmekte, fakat artan bu güç ülkenin kaygılarını ve hedeflerini köklü biçimde değiştirmemektedir. Çin’in temel amaçları — belirli toprak talepleri de dâhil olmak üzere — 20. yüzyılın ortasında ülke zayıf ve yoksulken savunduğu hedeflerle tutarlıdır. Hatta bu talepler daha da geriye, 17. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar Çin’i yöneten Qing Hanedanı dönemine kadar uzanmaktadır.

Eğer Çin, ABD’nin küresel üstünlüğüne ciddi bir tehdit oluşturmayan, net ve sınırlı hedefleri olan bir statükocu güçse, o hâlde ABD dünyanın en önemli ikili ilişkisine yanlış bir yaklaşımla yönelmektedir. Washington’un askerî caydırıcılık ve savaş hazırlıklarına yaptığı vurgu, aslında var olmayan bir askerî çatışma ihtimalini bizzat yaratmakta ve ABD’yi Doğu Asya’dan tecrit etme riski doğurmaktadır. Çin’i tehlikeli bir tehdit olarak görmek yerine, ABD’nin Çin’in temel çıkarlarını anlaması, hangi noktalarda taviz verebileceğini, hangi noktalarda ise kesinlikle geri adım atmayacağını bilmesi gerekir. Pekin üzerinde etkili olmak isteyen ABD’li politika yapıcılar, Çin’i askerî öncelikli bir büyük strateji ile izole etmeye ve çevrelemeye çalışmak yerine, onunla ekonomik ve diplomatik kanallardan etkileşim kurarak daha başarılı olabilirler.

YÜKSEK SESLE SÖYLE

Çin’in ne istediğini anlamanın en iyi yolu, liderlerinin, resmî dergilerinin ve medya organlarının ne söylediklerini dikkatle dinlemektir. Pek çok gözlemci bu tür açıklamaları ucuz propaganda olarak küçümser; ancak Çin’in gerçekten kastettiğini söylediğine inanmak için geçerli nedenler vardır. Liderler ve rejimler, hem kendi halklarına hem de dış dünyaya hedeflerini, yöntemlerini ve yönetim mantıklarını iletmek konusunda büyük bir titizlik gösterirler. Bu açıklamaların önemli bir kısmı Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP) övmek veya belirli bir anlatıyı yaymak için hazırlanmış propaganda olsa bile, araştırmalar en abartılı propagandanın bile liderlerin zihniyetine dair değerli ipuçları verebildiğini göstermiştir. En azından, Çinli liderlerin vatandaşlarının neye inanmasını istediklerini açığa çıkarır.

Çin, temel çıkarlarını açık ve tutarlı bir biçimde dile getirmiştir. Eylül 2011’de, Xi Jinping daha Çin’in lideri olmadan önce, Pekin ilk resmî dış politika beyaz kitabını yayımlamış ve ülkenin temel çıkarlarını tanımlamıştır. Bunlar; iç politik istikrar, ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü, ÇKP’nin önceliği, ekonomik ve toplumsal kalkınma olarak sıralanmıştır. Xi döneminde partinin temel çıkarları değişmemiştir. Aynı başlıklar ve mesajlar, Xi’nin derlenmiş eserlerinde geniş biçimde yer almakta ve ilkokuldan itibaren ulusal eğitim müfredatında öğrencilere aktarılmaktadır.

Çin’in kendisini ve çıkarlarını tanımlarken neredeyse tamamen eksik olan unsur, küresel ya da bölgesel liderlik gibi görkemli bir iddiadır. ÇKP’nin kuruluşunun 100. yıldönümünde, 2021’de yaptığı önemli bir konuşmada Xi, Çin hegemonyasından veya küresel liderlikten söz etmemiştir. Dış politika bağlamında tek vurgusu, Çin’in dışarıda saldırgan eylemlere karşı olduğu yönündedir. Eğer Çin’in daha büyük emellerini dile getirmek için bir fırsat olacaksa, bu an tam da ÇKP’nin kuruluş yıldönümü olurdu; fakat Xi’nin konuşması bu konuyu tamamen dışarıda bırakmıştır.

Çin, ABD’nin yerine küresel hâkim güç olmayı istememektedir.
Xi ve diğer Çinli liderler sık sık Çin’in küresel yönetişimde daha büyük rol oynaması gerektiğini dile getirmektedir; ancak bu, Çin’in ABD’nin yerine geçerek baskın küresel güç olmayı hedeflediği anlamına gelmez. Xi’nin kısa süre önce duyurduğu “Küresel Yönetişim İnisiyatifi” de açıkça Birleşmiş Milletler merkezli uluslararası sistemi korumayı hedeflemekte, onu yıkmayı amaçlamamaktadır. Çin ayrıca bu kurumların tek başına yöneticisi olmak istememektedir. Soğuk Savaş’ın başından bu yana açık olan hedef, çok taraflılıktır. Çin’in BM gibi çok taraflı kurumlarda artan etkisi, hem büyüyen ekonomisinin bir sonucu hem de ABD’nin bu kurumlara katkılarının azalmasının yarattığı boşluğun doğal bir yansımasıdır. ABD’nin finansal katkıları çekildikçe, Çin kaçınılmaz olarak daha büyük bir rol üstlenmektedir.

Çin’in küresel eylemlerindeki hedef, hem ekonomik büyümeyi hem de siyasî etkisini artırmaktır. Ancak bu uluslararası çabalar esasen iç dinamiklerden kaynaklanmaktadır. Örneğin Kuşak ve Yol Girişimi, altyapı inşaatına bağlı sektörlerdeki fazla kapasiteyi hafifletmek için başlatılmıştır. Çinli liderler BRI’yi, Çin’in kalkınma ve yönetim modelleri için uluslararası destek oluşturacak bir araç olarak sunmaktadır; ancak amaç Çin değerlerini yaymak ya da diğer ülkeleri Çin’in siyasal ve ekonomik sistemlerini benimsemeye teşvik etmek değildir. Bunun yerine BRI ve benzeri programlar, Çin’in ekonomik kaldıraçlarını kullanarak, özellikle Tayvan üzerindeki egemenlik iddiaları için uluslararası destek toplamayı hedeflemektedir.

Çin’in dile getirdiği hedeflerin aksine, ABD’nin dış politika söylemleri küresel önceliklere, ülkenin vazgeçilmezliği iddiasına ve küresel hegemon konumunu koruma arzusuna göndermelerle doludur. Nancy Pelosi’den Mitch McConnell’a kadar hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi liderler ABD’nin küresel öncülük peşinde koşması gerektiği konusunda hemfikirdir. Trump, ABD’nin dünyadaki rolünü yeniden düzenlemek istediğini göstermiştir; ancak yine de dünyayı ABD’nin mutlaka ve haklı olarak hâkim olması gereken bir yer olarak görmektedir. Üstelik uyguladığı politikalar — gümrük tarifeleri ve hatta uzun süreli müttefiklerine bile taviz koparmak için tehditler — bu yaklaşımı açıkça yansıtmaktadır. ÇKP’den ise bu ölçekte hegemonya iddiası ya da söylemi çıkmamıştır; en fazla çok kutupluluğa vurgu yapılmaktadır. Çin sıklıkla Güney Kore veya Avustralya ile yaşanan anlaşmazlıklarda olduğu gibi tehditlerde ve baskılarda bulunabilmektedir; ancak bu eylemler çoğu zaman doğrudan Çin’in temel çıkarlarını tehdit ettiğini düşündüğü gelişmelerin tetiklediği tepkiler olmaktadır.

SINIRLI BİR YÜKSELİŞ

Eleştirmenler, Çin’in gücünü genişletmeyi ve potansiyel olarak ABD’yi ikame etmeyi amaçladığına dair kanıt olarak sık sık Çin söylemindeki yeni ifadelere işaret etmektedir. Örneğin 2021’den itibaren Xi Jinping’in kullandığı “Doğu yükseliyor, Batı geriliyor” ifadesi buna örnek gösterilmektedir. Ancak bu ifade bir hedef değil, betimlemedir: Pekin’in, Çin’in gücünün artarken ABD ve Avrupa’nın gücünün azaldığı yönündeki algısını yansıtmaktadır. Dahası, Xi bu ifadeyi kullandığında onu genellikle gözden kaçan şu cümle takip etmektedir: “Çin’in, ABD’yi değiştirme veya onun yerine geçme niyeti yoktur.”

Bu ifade aslında sanıldığından çok daha az kullanılmıştır. Batı medyasında ve Washington’daki politika yapıcılar arasında dikkat çekmesine rağmen, ÇKP’nin resmî yayın organı Halkın Günlüğü’nde sadece 32 makalede yer almıştır. Liderler “Doğu yükseliyor, Batı geriliyor” dediğinde esas olarak ABD’nin küresel rolünü ikame etme arzusunu değil, içsel ve kalkınma sorunlarını çözmek için devlet kapasitesinin daha da güçlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Örneğin Xi, 2023’te yaptığı bir iç konuşmada bu ifadeyi Çin’in iç politika gündemindeki başarılarını övmek ve bunu gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyümeyi hızlandırmanın bir modeli olarak sunmak için kullanmış, ancak bu modelin ihraç edilemeyeceğinin altını çizmiştir.

Daha genel anlamda, Çinli liderler konuşmalarında ya da belgelerinde ABD’nin yerine geçme hedefini dile getirmemektedir. 2012 ile 2024 arasında Xi’nin ABD’ye atıfta bulunduğu 176 konuşmanın niceliksel analizinde, baskın temanın “ikame” değil, “iş birliği” olduğu görülmüştür. Tayvan, Hong Kong ve Güney Çin Denizi gibi hassas konular söz konusu olduğunda dahi Xi’nin vurgusu, ülkenin sınırlarını savunma yönündeki tarihsel misyon üzerine yoğunlaşmakta; toprak genişletme arzusuna değil. ABD’ye yapılan göndermeler, en sık katılım, iş birliği ve kalkınma gibi kavramlarla eşleştirilmekte; yüzleşme çağrısıyla değil.

Niteliksel analizler de Çinli liderlerin kullandıkları dilin bağlam ve inceliklerini açığa çıkararak benzer bir tablo ortaya koymaktadır. Xi’nin ve dışişleri bakanları Yang Jiechi ile Wang Yi’nin 2012–2025 arasında yaptıkları 290 konuşmanın — hem orijinal Çince hem İngilizce çevirilerinin — ayrıntılı incelenmesi, Çin’in tek taraflı biçimde küresel kuralları belirleyen bir hegemon olma isteğine dair hiçbir iz göstermemektedir. Liderler, iş birliğini vurgulamakta ve iki ülkenin kaçınılmaz olarak çatışmaya sürüklendiği “Tukidides tuzağından” kaçınma arzusunu dile getirmektedir.

GEÇMİŞE DÖNÜŞ

Pekin’in iç politikaya, egemenliğe dair kaygılara, yakın sınırlarına ve bölgesel istikrara odaklanması yeni değildir. Çin egemenliği açısından en kritik mesele olan Tayvan söylemi bu tarihsel kökenlerin bir örneğidir. 1895’te, Birinci Çin-Japon Savaşı’nı sonlandıran Şimonoseki Antlaşması müzakerelerinde Qing Hanedanı’nın temsilcisi Li Hongzhang, Japon taslağına verdiği yanıtta şunu yazmıştır: “Tayvan bir eyalet olarak kurulmuştur ve başka ülkelere devredilemez.” 1958’de, iktidara gelişinden on yıl bile geçmeden Mao Zedong benzer bir ifade kullanarak, “Tayvan bizimdir ve bu konuda asla taviz vermeyeceğiz” demiştir.

Bazı akademisyenler Çin’in Tayvan’ı yarı iletken fabrikaları veya stratejik konumu nedeniyle istediğini öne sürse de, bu talepler yüzyıllardır süregelen ulusal bir anlatıya dayanmaktadır. Çinli yöneticiler, 1949’da Milliyetçi Parti’nin (KMT) ana karada ÇKP tarafından yenilgiye uğrayıp Tayvan’a çekilmesinden çok önce, Tayvan’ı kendi topraklarının bir parçası olarak görmüşlerdir. Ming Hanedanı (1368–1644) döneminde, Çinli yerleşimcilerin adaya giderek artmasıyla birlikte boğazdaki korsanlıkla mücadele ve ticaretin düzenlenmesi öne çıkmıştır. Ming’in ardından iktidara gelen Mançu kökenli Qing Hanedanı, 1683’te adayı Fucien eyaletinin bir parçası olarak yönetmeye başlamış, ardından Tayvan’ı ayrı bir eyalet olarak tanımlamıştır.

Qing hanedanının Tayvan’ı imparatorluğa entegre etme çabaları, zenginlik veya fetih arzusuyla ilgili değildi. Öncesinde yenilgiye uğratılacak bir Tayvan krallığı yoktu; ada herhangi bir ülkeye haraç da vermemekteydi. Bunun yerine, Tayvan’ın dahil edilmesi sınır bölgesinin kapanması, adadaki Çinlilerle ticaretin düzenlenmesi ve korsanlığın önlenmesi sürecinin bir parçasıydı. 1895’te Birinci Çin-Japon Savaşı’nın ardından Qing Hanedanı Tayvan’ı Japonya’ya bırakınca, sonraki Çinli yöneticiler adayı geri alınması gereken bir toprak olarak gördüler. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Çin’i (o dönem Çin Cumhuriyeti/ROC) temsil eden KMT liderleri bu görüşü net biçimde dile getirdi. 1943 Kahire Konferansı’nda, savaş sonrası Asya’nın geleceğinin belirlendiği toplantıda ABD ve Birleşik Krallık, Japonya’nın Çin’den aldığı toprakların — Tayvan ve bugün Tayvan’ın bir parçası olan Penghu Adaları dahil — Çin’e geri verilmesi gerektiğini kabul etti. 1945’te Japonya’nın Müttefik güçlere teslim olmasının ardından ROC, Çincede “onurlu biçimde kaybedilen toprağın geri alınması” anlamına gelen guangfu terimiyle ifade edilen “yeniden kazanım” süreciyle Tayvan üzerinde egemenliğini yeniden tesis etti.

1949 Sonrası

1949’dan sonra hem Taipei’deki KMT (Milliyetçi Parti) hem de Pekin’deki ÇKP (Çin Komünist Partisi), Tayvan ve ana kara dâhil olmak üzere tüm Çin’in meşru yöneticisi olduklarını iddia ettiler. Ancak Tayvan’ın 1990’larda demokrasiye geçişiyle birlikte Tayvan’ın egemen statüsünde bir değişiklik tartışmaya açıldı. Dolayısıyla diplomatik açıdan bakıldığında, bir egemenlik ihtilafının varlığı sadece 30 yıllıktır; oysa Çin’in Tayvan’a yönelik kaygıları, adanın günümüzdeki askerî veya ekonomik değerinden yüz yıldan fazla bir süre öncesine dayanmaktadır. Çinli liderler, Tayvan’ın ne askerî ne de ekonomik bir değer taşımaması durumunda bile birleşme arzusunda olacaklardır.

Çin’in diğer toprakla ilgili meseleleri de en az bir yüzyıllık geçmişe sahiptir. 1841’den itibaren Britanya’nın, 1557’den itibaren ise Portekiz’in sömürge yönetimine giren Hong Kong ve Makao, 1990’ların sonunda Çin’e iade edilmiştir. Tibet, Çinghay ve Sincan üzerindeki Çin hâkimiyeti Qing Hanedanı’na uzanır; bu hanedan kuzeybatı Çin ve Orta Asya’daki bazı eski Ming haraç bölgelerini fethederek bunları yeni eyaletler hâline getirmiştir. Qing, Tibet’i 1720’de ele geçirmiş ve 1912’ye kadar yönetmiş, ardından Tibet fiilen bağımsız olmuş, 1950’de ÇKP liderleri tarafından zorla yeniden ilhak edilmiştir.

Buna karşılık, Doğu Çin ve Güney Çin Denizleri üzerindeki kontrol Çin açısından daha az önem arz etmiştir. Deniz alanlarına dair ihtilaflar, Çin’in kalıcı taleplerinden ziyade 20. yüzyılın ilk yarısındaki kargaşadan kaynaklanmaktadır. 1943 Kahire Konferansı’nda Asya’daki savaş sonrası toprak anlaşmazlıklarını çözen liderler, Vietnam ve Kore’nin bağımsız devletler olması gerektiğini belirtmiş, fakat deniz adacıkları ve sınırların nasıl belirleneceğini netleştirmemişlerdir.

Güney Çin Denizi’ndeki Çin iddialarını gösteren ve bugün “dokuz kesikli çizgi” olarak bilinen sınırlandırmanın kökeni de dikkat çekicidir. Bu çizgi, Vietnam, Filipinler ve Malezya kıyılarına yakın sular dâhil olmak üzere Güney Çin Denizi’nin büyük bölümünü kapsamaktadır. Pek çok gözlemci bu tür iddiaların yeni olduğuna inansa da, dokuz kesikli çizgi aslında on bir kesikli çizgiydi ve ilk kez 1948’de yayımlanan resmî bir ROC (Çin Cumhuriyeti) haritasında gösterildi. Bu sınırlandırma belki de daha eskiye dayanmaktadır: tarihçiler, 1948 haritasını ROC hükümetine bağlı bir kurumun 1935’te yayımladığı “Güney Çin Denizi’ndeki Çin Adaları Haritası” ile ilişkilendirmiştir. Ancak 1957’de ÇKP, Kuzey Vietnam ile güney Çin’i ayıran Tonkin Körfezi’ne uzanan iki kesik çizgiyi kaldırmıştır; bu adım, diplomatik ilişkileri geliştirmeye yönelik bir jest olarak yorumlanmıştır. Dolayısıyla Çin, Tayvan veya uzun süredir devam eden diğer egemenlik iddialarında taviz vermese de, başka sınırlar konusunda uzlaşmaya istekli olduğunu göstermiştir.

YERİNDE DURMAK

Analistler ve gözlemciler sıklıkla Çin’i yayılmacı bir güç olarak yanlış yorumlamaktadır. Oysa Çin’in hedefleri kapsam veya hırs açısından artmamaktadır. Zirve döneminde Qing Hanedanı, bugünkü 9,42 milyon kilometrekarelik Çin’den çok daha geniş, 13 milyon kilometrekarelik bir alana hükmediyordu. Çin’in mevcut sınırlarının neredeyse tamamını açıkça kodifiye etmiş olması, diğer devletlerin taleplerini meşru gördüğünün kanıtıdır. Çin, bugünkü Moğolistan, Rusya, Kırgızistan ve Tacikistan gibi ülkelerde toplamda yaklaşık dört milyon kilometrekareyi bulan topraklar üzerinde yeniden hak iddiasında bulunmamaktadır; yani kaybedilen her toprak parçasını geri almak için “irredantist” bir siyaset gütmemektedir.

Çin, temel çıkarları söz konusu olmadığında ihtilaflı topraklardan çoğu kez feragat etmiş ve sınırlarını netleştirmek için anlaşmalara gitmiştir. Örneğin Kuzey Kore ile anlaşmazlıkları çözmek amacıyla 1962 ve 1964’te Çin, Baekdu Dağı’nın zirvesi ile çevresindeki 500 kilometrekareden fazla toprağı bırakmıştır. Şahin eğilimli yorumcular Çin’in bir gün Vietnam üzerinde de hak iddia edeceğine inansa da, eğilim bunun aksini göstermektedir: Çin, haklarını genişletmek yerine sınır anlaşmazlıklarını çözmeye yönelmiştir. Çin ile Vietnam 1991’de ilişkilerini normalleştirdikten sonra, 19. yüzyıla kadar giden sınır farklılıklarını çözmek için adımlar atmış; 1999 ve 2000’de sınırlarını kodifiye eden ikili anlaşmalar imzalamışlardır. Çin’in bu anlaşmaları yeniden müzakere etmeye ya da bunlardan dönmeye niyetlendiğine dair hiçbir işaret yoktur. Hatta Güney Çin Denizi’ndeki çekişmelere rağmen Çin-Vietnam ilişkileri iyileşmiştir: Çin askerleri Nisan ve Eylül aylarında düzenlenen iki Vietnam askerî geçit töreninde yer almıştır.

Çin, Güney Çin Denizi’ndeki adalarda askerî üsler kurmuş ve daha küçük Güneydoğu Asya komşularına karşı gücünü göstermiştir; ancak ne bu ihtilafların tek nedeni ne de tek çözümüdür. Çin’in zorbalıkları ya da herhangi bir ülkenin ada ıslah projeleri, başka bir ülkenin varlığını tehdit etme girişimi değildir. Söz konusu olan, maharetli diplomasi gerektiren tarihsel ihtilaflardır. Çin, iddialarından vazgeçmeyecek olsa da ortak alanların yönetiminde taviz vermeye istekli olabilir. En önemlisi, Çin’in çözümünün askerî öncelikli olması olası değildir.

GERÇEK TEHDİT

Washington’un Çin’in ne istediğini yanlış anlaması, ABD’nin Çin politikasının da yanlış yönlenmesine yol açmıştır. Çin’i tecrit etmeye yönelik güncel diplomatik ve ekonomik politikalar; ABD’nin Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) ve Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) gibi çok taraflı ekonomik kurumlardan çekilmesi, ABD’nin yerini almak isteyen ve topraklarını saldırgan biçimde genişletmeye çalışan bir revizyonist güce karşı geliştirilmiş stratejilerdir. Ancak bu yaklaşımlar, daha çok statükoyu korumaya ve iç istikrarını sürdürmeye odaklanan bir ülkeyi etkilemeye yaramayacaktır. ABD’li politika yapıcılar Çin’i ölümcül bir tehdit olarak değil, “normal bir rakip” olarak görmelidir. Teknoloji, iş dünyası ve hatta eğitimdeki sağlıklı rekabet iki taraf için de faydalı olabilir; taraflardan birinin varoluşsal tehdit oluşturduğu algısından doğan korkuya dayalı tepkileri tetiklemeden.

Bu durum, Pasifik’teki askerî yığınağın gereksiz ve ters etki yaratan bir hamle olduğu anlamına gelir. Çin ve Doğu Asya’ya yönelik saldırgan, askerî öncelikli bir politika; düşük olasılıklı senaryolara hazırlanmak için kaynakları israf ederek uzun vadede ABD’nin askerî kapasitesini zayıflatmaktadır. Aynı zamanda, Çin ile gerilimi azaltmak yerine artırma ihtimalini yükseltmektedir. ABD, müttefiklerini güvence altına almak, Pasifik’te askerî varlığını sürdürmek ve Amerikan güvenliğini korumak için bölgeye devasa bir askerî varlık konuşlandırmadan da bunları başarabilir.

Tayvan’ın gelecekteki statüsünü şekillendirmek için güç kullanmaya çalışmak daha da yanlış yönelimlidir. Çünkü Çin’in Tayvan’a dair talepleri yalnızca stratejik değil, ideolojik ve tarihîdir. Bu nedenle caydırmaya yönelik girişimler provoke etme ihtimalini artırır. Asıl amaç, son kırk yıldır işleyen statükoyu korumak olmalıdır. ABD’li politika yapıcılar, George W. Bush ve diğer başkanların yaptığı gibi, Çin’e Tayvan’ın tek taraflı statü değişikliğinin kabul edilemez olduğunu güçlü biçimde vurgulayabilirler. Bu, statükonun sürmesini sağlamanın en olası yoludur. Çin, Tayvan konusunda taviz vermeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır; ancak temel kırmızı çizgisi Tayvan’ın bağımsızlığıdır. ABD’nin Pekin’i bu noktada rahatlatacak her adımı, Çin’in temel çıkarlarına saygı gösterecek ve statükonun daha uzun süre korunma ihtimalini artıracaktır.

Savaşa odaklanmak ters etkilidir çünkü meselelerin çoğu askerî değildir. ABD şirketleri Çinli firmalarla çalışmakta zorluk yaşayabilmekte, Çin hükümeti katı ve ısrarcı olabilmekte, ABD ve Çin’in çıkarları pek çok konuda örtüşmemektedir. Fakat bu durum uluslararası siyasette normaldir; söz konusu meseleler sağlıklı rekabetin standart unsurlarıdır. Askerî gösterişten ziyade diplomasiye dayalı bir yaklaşım, gerilimi azaltabilir ve küresel sorunları çözebilir. Enerji dönüşümü, çevre koruma ve yeni bir pandeminin önlenmesi gibi alanlarda ABD ve Çin’in iş birliği yapma imkânı vardır. Bunların hiçbirini ABD’nin askerî öncelikli bir yaklaşımı çözemez.

Çin’le etkili şekilde başa çıkmak, onu gerçekte olduğu gibi anlamayı gerektirir; ABD’li politika yapıcıların her iki partiden de hayali bir Çin tasavvuru üretip olgu gibi kabul ettikleri versiyonunu değil. Çin’in istediği şeyleri incelemek ve hedeflerinin çoğu politika yapıcının düşündüğünden çok daha az yayılmacı, çatışmacı ya da ABD çıkarlarına tehdit edici olduğunu görmek, ne ütopiktir ne de Çin’e haksız bir sempati göstergesidir. Çin hem dünyaya hem kendisine ne istediğini söylüyor. Washington, Çin’le gerçekten etkili biçimde ilgilenmek istiyorsa, onu dinlemesi iyi olur.


DAVID C. KANG, Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde Maria Crutcher Uluslararası İlişkiler Profesörüdür.
JACKIE S. H. WONG, Sharjah Amerikan Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Yardımcı Doçentidir.
ZENOBIA T. CHAN, Georgetown Üniversitesi Hükümet Bölümü’nde Yardımcı Doçenttir.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Yeni Avrasya Düzeni

28 Ekim 2024’te, Güney Koreli istihbarat yetkililerinden oluşan bir...

Dayton’dan Öğrenmek: ABD, Ukrayna… ve Bosna İçin Dersler?

Ohio eyaletindeki Dayton Üniversitesi’nde Eric Nelson küçük bir stüdyoya...

Yeni Küresel Devletçilik Üzerine Üç Okuma

Liberal dünya düzeninin çatladığı, devletin yeniden sahneye çıktığı bir...

Yeni Mülteci Yüksek Komiseri Kim Olacak? UNHCR Dönüm Noktasında

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), kuruluşunun 75. yılında...