Türk Siyasal Hayatı’nda son dönemde iyice ayyuka çıkmış olan yüksek gerilimin azaltılabilmesi açısından büyük umutlar bağlanmış olan seçimler düzenlendi ancak mevcut durum seçim öncesine oranla çok daha karmaşık bir görünüm arz ediyor. Öyle ki 12 Haziran 2011 Seçimi siyasal partilere hâkim olan anti-demokratik yapının ortadan kaldırılabilmesi noktasında hiçbir katkı sunmamasının yanında milletvekili seçilmiş bazı isimlerin meclise sokulmaması ile de ayrı bir garabete yol açmıştır. Temsili demokraside seçimler halkın iradesinin siyasal sisteme yansımasını sağlayacak temel araç olduğuna göre bugün itibarıyla Türk Siyasal Hayatı’nda ciddi bir temsil sorununun olduğu söylenebilir. Bu durumu yalnızca seçilmiş 8 milletvekilinin meclise gelmelerine izin verilmemesi olarak değil, çok daha geniş açıdan değerlendirmek zorundayız.
Türk Siyasal Hayatı’na etki eden sistemik arıza deyince akla gelmesi gereken ilk nokta, sağ cenahtan olsun sol cenahtan olsun tüm siyasal partilerimize hâkim olan parti içi otokrasi olmaktadır. Türkiye’de siyasal partiler lider odaklı kurulup o liderin hayat çizgisine paralel olarak yaşadığı için bu partilere üye olan, bu partiler içerisinde çalışan ya da bu partilere gönül veren insanların iradeleri de konjonktürel bir görünüm arz etmektedir. Bugün geriye dönüp baktığımızda 55 yıllık çok partili siyasal yaşam süresince gündeme damgasını vuran unsurlar hep liderler olmuş, onların partileri ve yakın çalışma arkadaşları bir süre sonra hatırlanmaz hale gelmiştir. Örneğin 1950’li yıllarda toplumu siyasal hayatın merkezine çeken ve onların devlet yönetimindeki rolünün altının çizilmesini sağlayan Demokrat Parti’nin siyasal hikâyesi, ideolojisi ve politikaları çoğu kimse tarafından önemsenmez ancak bu partinin lideri Adnan Menderes’in hayat hikâyesi efsaneleştirilir. Hâlbuki bu partinin kuruluşunda ve iktidara gelişinde birçok ismin ve onların yürürlüğe konmasını sağladıkları işlevsel politikaların rolü büyüktür. Aynı durum Süleyman Demirel ve AP, Bülent Ecevit ve CHP ve tabii ki Turgut Özal ve ANAP için de geçerlidir. Bu durumun aşılabilmesi ve Türk Siyasal Hayatı’nın kişilere olan bağımlılığından kurtarılabilmesi için, halk tabanına ulaşabilen, belli bir ideolojik çizgiye oturmuş, parti içi demokrasiyi iyi bir şekilde işleterek il ve ilçe teşkilatlarına parti işleyişinde çok büyük bir yer ayırabilen ve liderlerin değil politikaların önemli olduğu siyasal partiler oluşturulmalıdır. Bugün Türk Siyasal Hayatına hâkim olan partilere baktığımızda hiçbirinde demokratik kurum ve kurallara tam anlamıyla riayet edilmediğini ve lider otokrasisinin kurumsal yapılara hakim olduğunu görüyoruz. Milletvekili listelerinin oluşumu ve seçilen milletvekillerinin meclis oturumlarındaki hal ve hareketleri bu durumun en net kanıtıdır. Öyle ki meclis oturumlarında hiçbir milletvekilinin liderin isteği dışında konuşma yapamamakta ya da hareket edememektedir. Zira o milletvekili bilmektedir ki liderin çoğunlukla kendi görüşleri ekseninde belirlediği parti kararına aykırı hareket ederse ya disipline sevk edilecek ya da bir sonraki seçimde aday olamayacaktır. Bu durum halk iradesinin önüne set çeken ciddi bir paradokstur.
Türk Siyasal Yaşamı’na hâkim olan bir diğer arıza ise seçim barajı uygulamasıdır. Türkiye, dünyanın demokrasi ile yönetilen hiçbir ülkesinde görülemeyecek kadar yüksek bir seçim barajına sahiptir. Türkiye’yi yönetenler güvenlik ekseninde siyaset yapmayı bir amaç olarak belirleyip halkın tamamını kucaklamayı bir yana bıraktıkları ve ağızlara pelesenk olmuş “yönetimde istikrar” kavramını ön plana koydukları için ülkemiz ciddi bir demokrasi açığı ve yönetimsel meşruiyet krizi ile karşı karşıya gelmektedir. Türkiye, farklılıkların barışçıl yollardan temsili ve yönetimsel istikrar ayrımında, tamamıyla yönetimsel istikrar seçeneğine yönelmiş durumdadır ve bu durum iktidara gelen ya da muhalefet adı altında mecliste halkı temsil eden partilerin halkın bir bölümü tarafından “kerhen” kabul edilmesine yol açmaktadır. %10 gibi çok yüksek düzeylerde sabitlenmiş bir seçim barajının meclise az sayıda partinin girmesine neden olacağı açıktır. Seçim sonrası Türkiye’de yaşanan krizin en önemli nedenlerinden biri de budur. Gerek iktidar partisinin aldığı yüksek oy oranı içerisinde, gerekse de muhalefet partilerinin aldığı oy kapsamı noktasında, %10’luk seçim barajı nedeniyle, kendi dünya görüşünü temsil eden partiye oy vermektense “kerhen” de olsa meclise girmesi beklenen partilere oy verme eğilimi oldukça yüksek düzeylerde seyretmektedir. Haziran 2011 Seçimi’nde sağ-muhafazakâr çizgide seyreden partilerin hemen hepsinin oyunun iktidar partisine kaydığını, laiklik hassasiyeti yüksek-sosyal demokrat çizgiye yakın kesimin oylarının tamamen CHP’ye gittiğini, Türk milliyetçiliği ekseninde siyaset yapan kesimlerin ise oylarını MHP’ye verdiğini görüyoruz. Türkiye’de %10’luk seçim barajı uygulaması yapılmasının temel nedenlerinden biri olan ve Kürt milliyetçiliği ekseninde siyaset yapan BDP ise, sistemin defosunu ortaya çıkarır bir şekilde ve belli bir bölgeden blok oy çıkarabileceğini de bildiği için bağımsız aday göstererek meclise girmeyi başarmıştır. Farklılıkların mecliste temsilini engelleyen, halkın iktidara olan tepkisinin artmasına neden olan, küçüklü-büyüklü birçok partinin kapanmasına neden olarak Türk Siyaseti’ni bir siyasal parti mezarlığına çeviren ve yönetimsel meşruiyet krizine neden olarak halkın sivil itaatsizlik ortamına sürüklenmesine neden olan seçim yasası ve özellikle de %10’luk seçim barajı çağımızın ve ülkenin şartlarına uygun olarak yeniden düzenlenmelidir.
Seçim ve siyasal partiler yasalarında değişiklik gerektiren bu iki temel sorunun dışında, ülkenin içerisine sürüklendiği “yemin krizi” üzerinde durulması gereken bir başka sorunun varlığına işaret etmektedir. Bu sorun, milletvekili adayı olarak ilan edilen kişilerin haklarında açılmış davaların mahiyetinin ne olacağı sorunsalıdır. Bu noktada siyasal iktidarın belirleyici bir tutum takınmamış olması önemli bir eksikliğe işaret etmektedir. Her şeyden önce şunu söylemek gerekir, TBMM hiçbir zaman ve hiçbir suç kapsamında insanların adaletten kaçmak için sığınacakları bir liman olmamalıdır. Bu durumun önlenebilmesi için YSK’nın çok daha aktif bir kurum haline getirilmesi ve herhangi bir suç kapsamında yargılanan kişilerin meclise girmelerine izin verilmeyeceğine dair bir yasanın çıkarılması gerekmektedir. TBMM, halk iradesinin temsil edileceği en yüce kurum olduğuna göre, bu kurumun üyelerinin hukuki sicillerinin her anlamda temiz olması üzerinde durulması gereken en net gösterge olmalıdır. TBMM; devlete karşı suç işleyenlerin, vatan hainlerinin, hırsızların, kara para aklayanların, vurguncuların, hayali ihracatçıların ve sahte evrak düzenleyenlerin ellerini kollarını sallayarak girecekleri ve hayat anlayışlarının tam tersini yansıtan milletvekilliği yeminini edecekleri bir mekân olmamalıdır. Ne var ki, bu zamanda kadar meclise gelmiş olan hiçbir iktidar partisinin ya da muhalefet partisinin bu anlamda elleri temiz değildir. Bu nedenle milletvekilliğine ilişkin yeterlik şartlarını düzenleyen yasalarda herhangi bir değişiklik yapmaya yeltenmemişlerdir. Bugün mecliste yer alan birçok milletvekilinin hakkında açılmış ve yukarıda bahsettiğimiz suçları ilgilendiren davalar bulunmaktadır. TBMM’de yer alan partiler, sürekli olarak üzerinde durulan ve dokunulmazlık zırhının gevşetilmesi ve “kürsü dokunulmazlığı” dışındaki durumlar için milletvekillerinin yargılanabilmesi noktasında düzenlemeler içerecek anayasa değişikliğini gerçekleştirmek zorundadırlar. Bu durum meclisin meşruiyetine ve saygınlığına düşmüş olan gölgenin de kalkmasını beraberinde getirecektir.
Milletvekilliği yeterliliğine ilişkin yukarıdaki düzenlemeler henüz gerçekleştirilmemiş olduğuna göre CHP, MHP ve BDP’den seçilerek meclise girmeye hak kazanmış ve çeşitli suçlardan yargılanan birçok ismin de meclise gelerek milletvekilliği görevini ifa etmelerine izin verilmelidir. Bu noktada yapılacak bir yasal düzenleme ile bu 8 ismin meclise gelmelerini sağlamak olasıdır. Bu noktada iktidara çok ciddi bir görev düşmektedir. Normal şartlarda haklarında tutuklama emri çıkmış ve bu kapsamda cezaevine gönderilmiş isimlerin milletvekili seçilmeleri yadırganacak ve hatta kabul edilemeyecek bir durumdur. Ancak bu konuyu düzenleyen yasal düzenlemelerde ciddi bir açık bulunmaktadır. Öyle ki bu isimlerin meclise girebilmeleri hukuktan daha çok o davaya bakan hâkimlerin iradelerine terk edilmiştir. Bu noktada gerekli yasal düzenleme yapılana ve millet iradesinin yanlış adreslere kaymasını engelleyecek işlemler gerçekleştirilene kadar, bu konumda olan kimselerin meclise gelmelerine izin verilmelidir. Üstelik “yemin krizinin” çıkmasında etken olan en önemli hatayı yapan kurum da YSK olmuştur. Bugün cezaevinde olan 8 milletvekili, adaylıklarının tescili için bu kuruma başvurduklarında YSK’dan olur alarak adaylıklarını ilan etmişlerdir. YSK’nın adaylığına onay verdiği kişilerin vekil seçildikten sonra devletin başka bir organı tarafından engellenmeleri trajikomik bir duruma işaret etmekte, demokrasinin lafzına aykırı olmakta ve Türkiye’deki seçim yasalarının ne kadar karmaşık olduğunu da göstermektedir.
Türk Siyaseti, gelinen noktada tam anlamıyla tıkanmıştır ve yeni bir yasal ve kurumsal bir zemin üzerinde tekrar teşkilatlanması gerekmektedir. Günümüzün sorunlarına 1980’lerin alelacele hazırlanmış anayasal düzenlemeleri ile çözüm bulunması mümkün değildir. Bu nedenle tüm tarafların katılımı ve uzlaşısıyla hazırlanacak ve özgürlükçü bir çizgide seyredecek yeni bir anayasanın yapılması gerekmektedir. Bu anayasanın düzenlemesi gereken en temel konular da siyasi partilerin demokratikleştirilmesini sağlayacak siyasi partiler yasası, yemin krizinin özünde yer alan sorunların çözülmesini sağlayacak milletvekilliği ve seçim yasası ve halk iradesinin meclise her anlamda ve çoğulcu bir zeminde yansımasını sağlayacak olan seçim barajının kaldırılması uygulamasıdır.
Göktürk Tüysüzoğlu
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi