Karadeniz Havzası’nın Mevcut Görünümü ve Keit’in İstanbul Zirvesi

Soğuk Savaş sonrası Türk Dış Politikası’nın en önemli açılım noktalarından biri olan Karadeniz Havzası, son dönemde özellikle Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler nedeniyle biraz arka planda kalmış olsa da; Kafkasya, Balkanlar ve Rusya-Ukrayna coğrafyalarını içerisinde bulunduran bu bölgenin gerek küresel gerekse de bölgesel aktörler açısından çok büyük bir önem arz ettiği ortadadır. Türkiye, Soğuk Savaş’ın hemen ardından ortaya koyduğu bölgesel liderlik rolünü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” anlayışı çerçevesinde pratiğe dökmeye başladığına göre, Karadeniz Havzası’nın mevcut uluslararası sistem ve küresel denklemler açısından sahip olduğu önemi de içselleştirmiş olmalıdır. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da gerçekleştirilen KEİT 20.Yıl Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi de, Türkiye’nin öncülüğünde kurulan ve Karadeniz Havzası ya da Soğuk Savaş sonrası dönemde kapsamı genişletilmiş haliyle Geniş Karadeniz Havzası adını alan bölgeye ilişkin kurumsallaştırılmış en kapsayıcı ve aktif bölgesel işbirliği girişimi olan KEİT’in üzerinde durması gereken tehditlerin ve fırsatların altının çizildiği bir toplantı olmuştur.

Soğuk Savaş döneminde Karadeniz’e kıyısı olan 4 ülke üzerinden ifadesini bulan Karadeniz Havzası çift kutuplu dünyanın sistemik gerçeklerine uygun olarak şekillendirilmişti. Buna göre havzanın büyük bir bölümü SSCB hegemonyası altında bulunurken, NATO üyesi Türkiye havzanın güney sahillerine egemen bir bölgesel aktör olarak konumlanmıştı. Çift kutuplu dünyanın sistemik gerçeklikleri ve Montrö Sözleşmesi’nin Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişini engelleyen içeriği, 1945-1991 arası dönemde Karadeniz Havzası’nın uluslararası sistem çerçevesinde beliren rekabetten ve çatışmadan uzak kalmasını sağlamıştır. Ne var ki, bu görünüm Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile ortadan kalkmıştır. SSCB ve Yugoslavya’nın dağılması ile havzada çok sayıda bağımsız devletin ortaya çıkması, bu devletlerin birbirleriyle yaşadıkları tarihsel, etno-kültürel, sosyal ve siyasal problemlerin yeniden canlandırılması, SSCB’nin mirasçısı Rusya’nın havzanın siyasal işleyişindeki muazzam ağırlığının yeniden tanımlanmaya çalışılması ve belli bir seviyeye indirgenmesi, Soğuk Savaş’tan galip ayrılan Avro-Atlantik İttifakı’nın askeri anlamda NATO, siyasal manada da AB eliyle Karadeniz’e girmek istemesi ve son olarak Türkiye’nin Karadeniz Havzası’ndaki işbirliği potansiyelini ortaya koymak ve bölgedeki genel işleyişi kendi lehine olacak bir şekilde değerlendirmek istemesi, bölgenin genel görünümünün Soğuk Savaş dönemine kıyasla dramatik bir değişim göstermesini beraberinde getirmiştir. Tüm bu siyasal gerçeklerin yanı sıra, küreselleşmenin hızlanmasına koşut olarak doğu ile batı arasındaki ticari işleyişin sorunsuz bir şekilde yapılandırılması arayışları içerisine girilmesi ve başta Çin, AB ile Türkiye’nin Rusya, Azerbaycan ve Orta Asya’da yer alan enerji kaynaklarına bağımlı hale gelmesiyle Avrasya Coğrafyası’nın kalbinde doğu-batı, kuzey-güney yönlü enerji ve ulaştırma ağlarının konumlandırılması gereken bölgede yer alan Karadeniz Havzası’nın küresel denklemlerdeki önemi daha da artmıştır.

Bölgedeki işbirliği potansiyelinin değerlendirilebilmesi ve Karadeniz ile ilintili farklı coğrafyaların da bu havzadaki bölgesel işleyişe eklemlenebilmesi amacıyla Karadeniz Havzası’nın kapsamı genişletilmiş ve bu denize kıyısı olmayan çeşitli Balkan ve Güney Kafkas ülkeleri de Karadeniz Havzası’nın içerisinde değerlendirilmeye başlanarak Geniş Karadeniz Havzası adıyla yeni bir siyasal-bölgesel gerçeklik yaratılmıştır. Aslında böyle bir bölgesel tanımlamanın ortaya çıkmasının en önemli nedeni, Avro-Atlantik Dünyası’nın sistemik gereksinimleri olmuştur. Bu ittifak, Karadeniz Havzası’nı mutlaka kendi kontrolü altına almak ve kendi siyasal, ekonomik ve sosyo-kültürel değerleri etrafında şekillendirmek istediği için daha önce SSCB’nin sistemik hegemonyası altında bulunan Balkanlar, Ukrayna, Güney Kafkasya gibi bölgeleri tek bir bölgesel gerçeklik altında buluşturmaya çalışmıştır. NATO üyesi Türkiye’nin varlığı ve bölgesel işbirliği sürecine verdiği destek de Avro-Atlantik Dünyası’nın bölgeye yaklaşım noktasında en önemli artılarından biri olmuştur. Soğuk Savaş sonrası içerisine sürüklendiği siyasal, ekonomik ve toplumsal karmaşadan sıyrılan ve artan enerji fiyatları ile Vladimir Putin ve ekibinin etkin yönetim anlayışı 1990’ların sonlarından itibaren toparlanan Rusya ise, Geniş Karadeniz Havzası tanımlamasının Avro-Atlantik Dünyası’nın sistemsel çıkarlarına hizmet ettiğini gördüğü için bu tanımlamayı kabul etmemiş ve gerek bu tanımlama çerçevesinde işletilmeye çalışılan KEİT nezdinde itirazlarını ortaya koyarak gerekse de buna uygun olarak hareket eden GUAM ve Karadeniz Forumu gibi kurumsal çabalara karşı çıkarak, bölgenin kendi kontrolünden çıkmasına izin vermeyeceğini ortaya koymuştur. Zira Karadeniz Havzası’nın Rusya’nın kontrolünden çıkması halinde, Avro-Atlantik Dünyası’nın uluslararası sistem çerçevesindeki hegemonik üstünlüğü daha da güçlenecek, Rusya’nın ortaya koyduğu çok kutupluluk tezi de büyük bir darbe yiyecektir.

Görüldüğü üzere, Karadeniz Havzası bugün farklı ulusal ve bölgesel kimliklerin rekabet ve çatışma içerisinde olduğu; Dağlık Karabağ, Güney Osetya, Abhazya, Kırım ve Transdinyester gibi donmuş çatışma bölgelerine ev sahipliği yapan ve havzaya eklemlenen farklı coğrafi gerçeklikler çerçevesinde farklı ulusal, bölgesel ve ekonomik çıkarların mücadele içerisine girdiği bir geniş alanı betimlemektedir. Öyle ki, Türkiye’ye (Malatya-Kürecik) yerleştirilen NATO’ya ait füze kalkanı Rusya’nın tepkisini çekmekte, aynı Rusya Ukrayna ile Gürcistan’ın NATO üyeliğini bu ülkeleri siyasal, ekonomik ve askeri anlamda tehdit ederek önlemekte ve Türkiye ile Azerbaycan arasında geçtiğimiz günlerde imzalanan ve bittiğinde yıllık 16 milyar metreküp Şahdeniz gazını önce Türkiye’ye oradan da AB’ye ulaştıracak, 7 milyar dolara mal olması beklenen ve zamanla yıllık kapasitesinin 50 milyar metreküpe yükseltilebileceği konuşulan Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP), Rusya tarafından kendi enerji politikalarına yönelik bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bu durum, mevcut konjonktürde Karadeniz Havzası’nda işbirliği söyleminin değil çatışma ve rekabet gerçekliğinin ağır bastığını göstermektedir. Havza devletlerinin kendi içlerinde ve birbirleriyle yaşadıkları tarihsel, siyasal, etno-kültürel sorunların yanı sıra ortak kimlik olarak benimsenmesi gereken “Karadenizlilik” anlayışının içselleştirilememesi ve Avro-Atlantik Dünyası ile Rusya arasındaki uluslararası sistemin işleyişine dair süregelen hegemonya/çok kutupluluk rekabeti, ister Karadeniz Havzası ister Geniş Karadeniz Havzası olarak adlandırılsın, bu bölgede çatışmanın işbirliğine üstün olduğunu, siyasal işleyişin “güç” temelli olarak şekillendirildiğini kanıtlamaktadır.

Bu minvalde, havzaya ilişkin en kapsamlı ve eski işbirliği örgütü olarak kurgulanan, bölgesel ekonomik işbirliğini merkeze alan ve Türkiye’nin öncülüğünü yaptığı KEİT’in kısa vadede başarı elde edebilmesi mümkün görünmemektedir. İstanbul’da düzenlenen 20.Yıl zirvesinde KEİT dönem başkanlığını devralan Türkiye’nin cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından ortaya konan Karadeniz Perspektifi, olması gerekeni yansıtan ancak mevcut konjonktürde yaşanan sıkıntıların da resmini çeken oldukça realist bir değerlendirmeydi. Gül, havzaya ilişkin en etkin kurumsal aktör olan ve Geniş Karadeniz Havzası ekseninde yapılandırılan KEİT’in, geçen 20 yıl içerisinde kurumsal olarak teşkilatlanmasını tamamlamış olmasına karşın, topyekun bölgesel yakınlaşmanın bir türlü sağlanamaması ve çatışma faktörünün işbirliğine üstün gelmesi nedeniyle hedeflenen bölgesel ekonomik işbirliğinin gerçekleştirilemediğini kaydetmiştir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, siyasi anlaşmazlıkların bölgesel barış ve istikrarı tehdit ettiğine yönelik açıklamaları ise bizim yukarıda vurguladığımız ve ulusal, bölgesel ve sistemsel niteliklere haiz çatışmalara yapılan bir vurgu niteliğindedir ve oldukça yerinde olmuştur. Gül’ün açıklamalarından da anlaşılacağı üzere Türkiye, önümüzdeki dönemde Karadeniz’de bölgesel işbirliğinin kurgulanabilmesi yönündeki çalışmalarını gerek bağımsız olarak gerek KEİT eliyle sürdüreceğe benzemektedir. Zira Türkiye’nin bölgesel liderlik hedefinin en önemli sac ayaklarından biri de Karadeniz Havzası’dır. Ne var ki, havzanın mevcut görünümü ve çatışma yoğun ilişkiler ağı, Türkiye’nin işinin oldukça zor olduğunu göstermektedir.

 

Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU

Giresun Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...

Küresel Göç Yönetiminde Sivil Toplumun Etkisi: Sivil Toplumun Katkısı ve Sınırları

Kaancan Koçak  Sivil Toplum Çalışmaları O-Staj Programı Özet Göç insanlık tarihinin en...