Eksen Kayması Tartışması ve Türkiye-Ortadoğu İlişkileri

Uluslararası ilişkilerde devletlerin dış politikaları farklı paradigmaların temel varsayımları dikkate alınarak analiz edilmektedir. Bir devletin dış politikası ya sistem düzeyinde ya devlet düzeyinde ya da birey düzeyinde analiz edilebilir. Sistem düzeyine yapılan analizlerde sistemin yapısı, ittifaklar, güç dağılımı, bloklar vs. gibi unsurlar dikkate alınarak bir sistem tanımlaması yapılır ve buradan hareketle sistemin devletlerin politikalarına etkisi irdelenir. Realist, neorealist veya globalist paradigmalar sistem düzeyinde devletin dış politikasını analiz etmektedir.

Diğer yandan devlet düzeyinde dış politika analizi yapan teorik yaklaşımlar ise devletlerin kapasitelerinin, diğer devletlerin kapasitelerinin, çıkar tanımlamalarının, konulara yaklaşımlarının, yaşamsal çıkar tanımlamaları gibi unsurların devletlerin dış politikasını etkilediği varsaymaktadır. Birey düzeyinde kalarak devletlerin dış politikasını analiz eden teorik yaklaşımlar ise karar vericiler, bürokratik yapı, toplumsal yapı veya kamuoyu üzerinden hareket ederek devletlerin dış politikasında yaşanan değişimleri ve dış politikalarını analiz etmektedir.

Türkiye’nin Ortadoğu politikasını söz konusu üç düzeyde analiz etmek mümkündür. Bu bağlamda, 1918 sonrası dönemde Türkiye’nin Ortadoğu politikasını belirleyen unsurun içsel yapıdan ziyade sistemik yapıdan kaynaklandığı ileri sürülebilir. Toplumun bazı kesimlerinde belirtildiği üzere yeni Cumhuriyet’in Batı’yı ekonomik, kültürel, siyasal vs. gibi açılardan referans alarak yeni bir devletleşme süreci yaşadığı ve bu yüzden Ortadoğu’ya yönelmediği ifade edilmektedir. Oysa bu tür tartışmaların 1918 sonrası dönemde Ortadoğu’nun siyasal ve askeri yapısı dikkate alınmadan yapıldığı görülmektedir.

Bu çerçevede, 1918 sonrası dönemde bilindiği üzere Ortadoğu büyük güçlerin askeri, politik ve kültürel hegemonyası altına girmiştir. İran’ın yanı sıra Irak, Ürdün, Filistin ve Basra Körfezi ülkeleri İngiltere’nin askeri ve siyasal kontrolü altına girmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye-Irak sınırlarının Irak kısmını denetleyen güç İngiltere’ydi. Irak’taki İngiliz işgali defacto olarak 1958 darbesine kadar sürmüştür. İngiltere’nin İran üzerindeki etkisi 1950’lerin başına kadar sürmüştür. Suudi Arabistan dışındaki Basra Körfezi üzerindeki askeri denetimi 1971’lere kadar sürmüştür. Ürdün’deki İngiliz etkisi günümüzde de tam anlamıyla son bulmuş değildir. İngiltere’nin söz konusu dönemde dünyanın en önemli askeri güçlerinden biri olduğu düşünüldüğüne Türkiye’nin İngiltere’ye rağmen bir Irak veya Katar politikasının olmasının ne kadar güç olduğu ortadadır.

Diğer yandan Fransa da I. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’da askeri ve politik bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Fransızlar Suriye ve Lübnan toprakları üzerinde askeri bir denetim kurmuş ve bu ülkeleri kendi ekonomik ve politik çıkarlarına göre II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar yönetmeye çalışmıştı. Söz konusu dönemde bir Türkiye-Suriye ilişkisinin neden olmadığı sorusu bile, realitenin göz ardı edildiğini göstermektedir. Aynı yıllarda Türkiye’nin kuzeyinde ise SSCB gibi süper bir güç ortaya çıkmış ve tüm Orta Asya’nın yanı sıra Kafkasya’daki ülkelerinde varlığına son vererek bu bölgeleri dünyanın diğer güçlerine kapatmıştı. Dolayısıyla Türkiye için ilişki kurabilecek ülkelerin başında SSCB, İngiltere ve Fransa bulunmaktaydı ve nitekim II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Türkiye bu üç ülke ile politik, ekonomik ve askeri bir ilişki kurmuştur.

Sistemik açıdan bakıldığında; 1918-1950’lı yıllarda Türkiye’nin aktif bir Ortadoğu politikasını yürütmesi bölgedeki süper güçlerin varlığı nedeniyle neredeyse imkansız gibi bir şeydi. Söz konusu dönemde örneğin; Irak’a bir bürokrat gönderilecekse İngiltere’nin onayını almak gerekirdi. Ya da Basra Körfezi ülkeleriyle bir ilişki kurulacaksa İngiltere’nin bilgisi ve onayı doğrultusunda bunun gerçekleşmesi gerekirdi. Suriye ve Fransa’yla ilişki Fransa’nın onayı ile kurulabilirdi.

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ise; Ortadoğu bu kez de ABD ve SSCB’nin etkisi altına girmiştir. ABD, İngiltere’den boşalan bölgeleri kendi etkisi altına sokarken SSCB’de Batı karşıtı rejimlerle iş birliğine yönelmişti. Suriye, Mısır ve Irak gibi ülkeler SSCB’nin askeri ve politik etkisi altına girerken, İran’ın da içerisinde yer aldığı ülkeler ise ABD’nin askeri koruması altına girmişlerdir. Soğuk Savaş döneminde Ortadoğu ABD ve SSCB gibi iki süper gücün rekabet ve etki oluşturma mücadelesine sahne olurken Türkiye II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra ortaya çıkan Sovyet tehdidinden dolayı NATO’ya katılarak Batı Bloğu içindeki yerini almıştır. 1957-1958 yıllarında Türkiye-Suriye arasında yaşanan krize SSCB’nin askeri müdahale söylemi Soğuk Savaş döneminde iki süper gücün Ortadoğu’daki etkisini göstermekteydi. Dr. Musaddık’ın CIA darbesiyle devrilmesi, 1967, 1973 Arap-İsrail Savaşı, 1975-1990 arası dönemde yaşanan Lübnan İç Savaşı, 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali, 1980-1988 yılları arası yaşanan İran-Irak Savaşı gibi olaylar ve süper güçlerin söz konusu savaşlarda oynadığı aktif roller Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmesini engellemiştir. Dolayısıyla, 1990’ların başına kadar süren Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin Ortadoğu’da yeni bir rol alması mümkün gözükmemekteydi.

Soğuk Savaşın hemen ardından Irak’ın Kuveyt’i işgali yeni döneme damgasını vurmuş ve Kuveyt işgali bir kez daha Batılı güçlerin bölgeyi yoğun bir şekilde askeri olarak denetim altına almasına yol açmıştır. Irak’a yaptırımların uygulanması nedeniyle Amerikan, İngiliz ve Fransız askerlerinin bölgeye angajmanı bir kez daha Türkiye gibi ülkelerin Ortadoğu’ya girişinin engellemiştir. Amerikan askeri üslerinin dışında Kuveyt ve Türkiye’de konuşlandırılan bu askerler bir anlamda Türkiye’nin Ortadoğu’da bağımsız bir inisiyatif alarak dış politika yürütmesini güçleştirmiştir. Söz konusu dönemde, İran bile daha ılımlı bir dış politikaya yönelmek zorunda kaldığını hatırlatmak yerinde olacaktır.

Ancak 2002 Afganistan ve hemen arından da 2003 Irak İşgali ile birlikte Ortadoğu’da taşlar yerinden oynamaya başlamıştır. Irak İşgali ile birlikte ABD, İngiltere’yi de yanına alarak Ortadoğu’yu tek başına kontrol etmeye yönelmiştir. Bununla birlikte, 2005 yılına gelindiğinde ABD’nin tek başına Irak’ta istediği askeri, politik ve ekonomik yeniden yapılandırmada başarısız olması gündeme gelmiştir. Sistemik olarak bakıldığında, Ortadoğu’da bir güç boşluğunun ortaya çıktığı görülmüş ve bazı bölge ülkeleri ile küresel güçler doğan güç boşluğunu kendi ekonomik ve politik çıkarları doğrultusunda doldurmaya çalışmıştır. Bunu fark eden bölge ülkelerin başında İran gelmiş ve kısa sürede Ortadoğu’daki etkisini genişletmeye yönelmiştir. Bugün İran’ın Irak’ın da içerisinde yer aldığı Lübnan’dan Yemen’e kadar olan bir bölgede etkili bir aktör olduğu görülmektedir. 2006 İsrail-Lübnan Savaşı bir anlamda İran’ın Ortadoğu’daki gücünü test ettiği bir savaş olmuş ve söz konusu savaşta İsrail ABD’nin açık onayına ve 34 gün süren bir askeri müdahalesine rağmen Hizbullah’ın askeri kapasitesini yok edememiştir. Ardından Gazze Savaşı ve Yemen’deki iç savaş bölgedeki güç mücadelesinin yaşandığı diğer alanlar olmuştur.

Irak üzerindeki mücadelenin ise 2010 Mart’ındaki seçimler sırasında ve seçimlerden sonra yaşanan gelişmelere bakıldığında agresif bir şekilde sürdüğü ve ABD’nin bu mücadelede kaybeden taraf olmaya devam ettiği görülmektedir. Özellikle iki büyük Şii partisinin iktidarı Sünnilere vermemek için ittifak kurmasını ve iktidarın Şiilerde kalmasını sağlaması İran’ın etkisinden bağımsız değerlendirmek doğru değildir. Amerikan yönetimi her ne kadar Allavi’nin listesini desteklemişse de seçimlerden sonra Allavi’nin yeni Irak Başbakanı olmasını sağlamada yeterli güçte olmadığı ortaya çıkmıştır. İran 7 Mart seçimlerinden önce ve sonrasında bir kez da agresif bir politika yürüterek Irak’ın Şii karakterini korumaya çalışmıştır.

Tüm bu noktalardan hareketle, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını analiz ederken Ortadoğu’daki tarihsel güç dengelerini göz ardı etmek mümkün değildir. Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin askeri müdahalesine rağmen Ortadoğu’daki etkisinin zayıfladığını görmek gerekir. Özal dönemini saymazsak Türkiye, 1990-2000 arası dönemde Soğuk Savaş’ın bittiğini ve Ortadoğu’da güç boşluğunun ortaya çıktığını algılamakta oldukça zorlanmıştır. Özal sonrası dönemde Ortadoğu’daki sistemik güç değişimini algılayan liderlerin başında Ecevit gelmiş ve İsrail’e “soykırım” düzeyinde eleştiriler getirerek Ortadoğu’daki sorunlarda Türkiye’nin önemli bir güç olduğunu ortaya koymuştur. Ardından eski Cumhurbaşkanlarından Ahmet Necdet Sezer’in ABD’nin açık muhalefetine rağmen tarihi Suriye ziyaretine gerçekleştirerek bir anlamda Türkiye’nin bölgede ve küresel düzeyde yaşanan güç değişimini algılamaya başladığını göstermiştir.

Ardından 2003 Irak işgali sonrası yaşanan istikrarsızlık ve çatışmalar bölgede yaşanan güç boşluğu tartışmanın artmasına yol açmıştır. Tartışmalar ABD’nin artık Ortadoğu’ya çeki düzen verebilen bir güç olmaktan çıktığı yönünde ilerlemiştir. Bu gelişmeler üzerine Türkiye tarihte ilk kez, 1918’den sonra Ortadoğu’da ekonomik ve politik olarak etkili bir aktör olma şansı elde etmiştir. Dolayısıyla 2000’lerin başında pasif, 2003’ten sonra aktif ve 2006 sonrası dönemde de proaktif bir şekilde Orta Doğu’daki ekonomik ve politik çıkarlarını hayata geçirmeye başlamıştır. 2000-2003 arası dönemde rahmetli Bülent Ecevit’in Filistin sorununa artan ilgisi ve Saddam Hüseyin iktidarıyla ilişki kurması öne çıkarken, 2003-2006 arası dönemde zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye ziyareti, Irak Savaşı sonrası komşu ülkeler toplantıları ve İran’la istişareler Türkiye’nin bağımsız dış politika yürütmeye başladığını gösteren örnekler olmuştur. Proaktif dönemde; 2006 Lübnan Savaşı’na verilen tepki ve bölgeye asker gönderilmesi, İsrail’le ilişkilerde yaşanan radikal değişim, Irak’ın yeniden yapılandırılmasında aktif rol alma, Körfez ülkeleri ve Suriye ile stratejik düzeyde iş birlikleri kurma ve en son olarak Suriye, Ürdün ve Lübnan’ın içerisine yer aldığı bir bölgede birey ve malların serbest dolaşımını sağlama gibi girişimler örnek verilebilir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesini eksen tartışmasından ziyade bölgede yaşanan sistemik güç değişimiyle doğrudan bağlantılı olduğu görülmektedir. Dış politikayı sistemde yaşanan güç değişimlerini göz ardı ederek açıklamak mümkün olmakla birlikte bunun yeterli bir analiz çerçevesi oluşturması her zaman mümkün değildir. Ancak Türkiye’nin yeni dönemde özelde Ortadoğu genelde de küresel düzeyde daha etkili bir aktör olmak için içsel sorunlarını en kısa sürede küresel değerler ölçeğinde çözmesi gerekir. Nitekim, Osmanlıdan gelen tarihsel tecrübesi dikkate alındığında Türkiye’nin hali hazırda, yaşanan sorunu çözecek bilgi ve deneyime sahip olduğu ileri sürülebilir. Sözlerimize uluslararası ilişkiler bölümü birinci sınıf öğrencilerin sıklıkla duyduğu cümlelerle son vermek yerinde olacaktır. “Uluslararası ilişkilerde sürekli dost olmadığı gibi sürekli düşman da yoktur. Dış politika çıkarlar ve güç mücadelesinin rasyonel politikalarla hayata geçirilmeye çalışıldığı bir bütündür. Sistemde yaşanan her türlü değişimin, sistem içerisindeki diğer aktörlerin davranışlarını etkilemesi kaçınılmazdır.”

 

Yrd.Doç.Dr. Veysel AYHAN

ORSAM Ortadoğu Danışmanı

Abant İzzet Baysal U.İ.B.

 

 

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...