Giriş
Devlet tartışması siyaset bilimcilerinin uzun zamandır üzerinde durmalarına rağmen bir türlü net bir sonuca varamadıkları önemli bir problem. Devlet üzerinde düşünmek istemeyen ya da bu kavramı nasıl yaşıyorsa o şekilde kabul edip tabu haline getirmek isteyen insanlar toplumun geneline yayılmış durumdadır. Bu insanlar, devlet otoritesinden, devlet yetkisinden sıklıkla söz edişimize bakarak bu işin çözüldüğünü ve otoriter bir devlet olmadan toplum yaşamının düzenlenemeyeceğine inanmışlardır. Burada bahsedilen insanların önemli özelliklerinden birisi de sivil toplum hareketlerini ve devleti hesap vermeye çağıran anlayışları önemsemeyip, hatta daha da ileri giderek en doğal haklarımızdan biri olan devleti sorgulama eylemini ‘devlet düşmanlığı’ ya da ‘anarşizm’ ile nitelemektedirler. Devletin her zaman için en doğru eylemi öngören ve uygulayan bir kurum olduğunu zannetmek toplumun büyük bir kesiminin içerisine düştüğü en önemli yanılgıdır.
Devlet-Birey İlişkilerinin Mahiyeti Sorunsalı
Peki devletin asıl görevi ne olmalıdır? Bu soruya öncelikle insanın yaşama amacını ön plana alarak bir cevap vermeye çalışalım. İnsan, kısa sayılabilecek yaşamından ne bekler sorusu ilk planda ortaya çıkan en önemli sorudur. Tarihin başlangıcından beri bu soruya yanıt verilmeye çalışılıyor ve genel olarak ortaya çıkan sonuç mutluluk ve başarı olarak ortaya çıkıyor. İnsan, sevdikleriyle birlikte mutlu bir şekilde yaşamayı, bireysel mülkiyet elde etmeyi ve toplum içerisinde sevilen ve sayılan bir kişi olmayı arzular. Ayrıca, bu durumu kendi başarılarıyla taçlandırmak da en önemli hedeflerinden biridir. O zaman en önemli sorularımızdan biri yanıtlanmış oluyor: Demek ki devlet insanların mutluluğuna katkıda bulunmak için vardır. Tabii, bunu yaparken insanların kendi bireysel mutlulukları için diğerlerinin hakkını yemesini önlemeye çalışacaktır. Zaten, Hobbes, Locke, Rousseau gibi filozofların üzerinde durdukları ‘toplum sözleşmesi’ kavramı da buradan ortaya çıkmıştır. Buna göre devlet, insanların birbirlerinin hakkına tecavüz etmelerini önleyecek, onları başka toplumların saldırılarına karşı koruyacak ve toplumun yararı için koyduğu kurallara da uyulmasını bekleyecek ve sağlayacaktı.
Şunu açıklıkla belirtmek gerekir; devlet değil insan önceliklidir. Yani, devlet insanların mutluluğunu hazırlamak ve korumak için vardır. Bu nedenle aslında devlet bir amaç olarak değil bir araç olarak ortaya çıkmalıdır. Maalesef, ilkçağlardan beri insanların mutluluğu ve yaşamları hep ikinci plana atılmış, devlet, onu ele geçirenlerin bir baskı aracı olarak ortaya çıkarak toplum için araç olmaktan, her daim yaşatılması gereken bir amaç olma durumuna evrilmiştir. Yunan şehir devletlerinde sadece vatandaş olanlar için söz konusu olsa bile kendi düşüncelerini açıklama, devleti toplumun refahı ve mutluluğu için ortak olarak yönetme ve kullanma anlayışı vardı. Ancak, tarihin geri kalan kısmında devleti oluşturan vatandaşlar ya da halklar hep ikinci plana atılmış, önce devlet sonra millet anlayışı benimsenmiştir. Son zamanlarda postmodernitenin ortaya çıkardığı bireysel haz, kişisel fayda ve bireyin değeri gibi kavramlar devletin bireye karşı pozisyonunu zayıflatmaya başlasa bile çok az ülkede insanlar bireysel haklarının peşinde koşmayı başarabiliyorlar. Postmodern kültürü kabul etmek birçok dünya toplumu için zaman gerektiren bir iş ve dünyanın çok büyük bir kısmı, özellikle de gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde devletin insanlara olan mutlak hâkimiyeti ve üstünlüğü devam ediyor. Buna aykırı girişilen faaliyetler ise devletin kolluk kuvvetlerinden önce toplumdan tepki görüyor ve adeta ayıplanıyor. Bu faaliyetler aynı zamanda yüksek dozda devlet otoritesi ve etkinliğini de beraberinde getiriyor.
Devlet gerekli midir? Kuşkusuz evet diyebiliriz. Çünkü her ne kadar insanların özgürlüğü ve mutluluğu ön planda olsa da insan doğasının gereği olarak bir müddet sonra rekabet unsuru ve güç savaşları ortaya çıkabiliyor. İşte, bana göre devlet tam da bu noktada devreye giren ve insanları kendi haklarına rıza göstermeye iten ve toplumun çıkarını savunarak anlamsız şekilde güç gösterisine girişen bireyi yatıştıran bir kurum olmalı. Devlet bunu yaparken de toplumun geri kalan kesimlerinden gerekli olan onayı ve desteği almalıdır. Ancak, o zaman devlet toplum içindir diyebilir ve onu bir araç olarak görebiliriz. Devletin işe yaradığı bir diğer alan da dış güvenlik konusudur şüphesiz. Bir toplumu güç gösterisine girişen bir başka toplumun saldırısından koruyacak olan da toplumun dengeyi sağlama ve güvenlik istemleri ile yarattığı kendi devleti olacaktır. Bu konuda şunu eklemeden geçemeyiz: Bugün devletin görevlerini yerine getirecek başka bir kurum ya da kavram yaratılmadığına ve insan doğasında da değişim yaşanmadığına göre devlet şu an için yaşamaya mahkûmdur.
Birey kendi gelişimini sağladığı ve toplum içerisinde kendisini çeşitli eylemleriyle ifade edebildiği zaman mutlu olur. Kendini geliştirebilmesi ve ifade edebilmesi yaratıcılık kavramı ile doğrudan ilintilidir. Çünkü insan zihinsel gelişimini sağladıkça ve yeni bir şeyler ürettikçe (somut ya da soyut) bir haz duyar ve hep daha fazlasına ulaşmayı ister. Bu nedenle kurulacak olan devlet, insanların zihinsel gelişimlerine açık ve en radikal değişimleri bile reddetmeden inceleyebilecek bir yapıya sahip olmalıdır. Aynı zamanda devlet, insanların bilimsel çalışmalarına da her türlü maddi ve manevi desteği verebilecek kalibrede olmak zorundadır. Zaten, araştırma geliştirme faaliyetlerini destekleyen devletlerin bugün ne oranda gelişkin ve demokrasiye yakın ülkeler olduklarını çok net bir şekilde görebiliyoruz. Bu devletler, insanlarının mutluluğu için kendilerini bir araç olarak kullandırmasını bilmişlerdir.
Birey devlet için değildir. Buradan çıkarılacak olan sonuç devletin kurumsal yapısını, kendini oluşturan bireylerin gelişimine uygun hale getirmesi gerekliliğidir. Devlet, yerinde sayan ve her türlü değişime kapısını kapayan bir kurum olmaktan çıkmak zorundadır. Bunun için de, gelişime sıcak bakan kendisini geliştiren ve yeni bir şeyler söylemeye hazır insanların devlet organizasyonu içerisinde her zaman yer almaları gerekir. Ancak, bu insanlar devletin halkın gözünde meşruiyetini arttıracak bir süs gibi değil de karar mekanizmalarında aktif olarak görev alacak insanlar haline getirilmelidir. Devletin birey için olduğunu, toplumun da devleti yönlendirenlerin de algılaması ve uygulamalarına yansıtması gereklidir.
Sonuç
Özetle şunu söylemek gerekir; devletler şişirilmiş otorite gösterilerinden uzak, insanların yaratıcı ruhunu okşayan ve onlara mutlu bir yaşam sağlamayı kendisine hedef bellemiş, toplumun her kesimine kapısı açık ve yapısal olarak toplumsal bir araç olduğunun bilincinde hareket etmelidirler. Peki, bunu gerçekleştirebilen herhangi bir devlet olabilmiş midir? Ya da böyle bir anlayış dünyanın bütününe yayılsaydı ne olurdu? Bu sorular insanı heyecanlandıran ve kendisini devlet ve iktidar sorunları üzerine düşünmeye iten tarzda sorulardır. Postmodernite, bireycilik akımını yeniden ortaya sürerek bir kapı açtı, bakalım bu kapıdan daha neler geçecek.
Göktürk Tüysüzoğlu
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi
Very good academy message