Brexit Süreci ve Bu Bağlamda İngiltere-Avrupa Birliği İlişkilerinin Değerlendirilmesi

 

Öz

Avrupa Birliği ile ilişkileri 1973’te başlayan Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nin kuruluş aşamasında önemli rol oynamış olmasına rağmen sürece dahil olmamıştır. Ulusal kimliğinin zedelenmesinden çekinen Birleşik Krallık, daha sonra ekonomik çıkarlar nedeniyle Avrupa Birliği’ne üye olmuştur. Üye olduğu dönemde bile mesafeli bir tutum sergilemiş ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini bu zeminde yürütmüştür. Bu mesafeli ilişki, süreç içerisinde çeşitli krizlere sahne olmuş ve Birleşik Krallık’ı üyelikten ayrılma noktasına kadar getirmiştir. Brexit, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu çerçevede Avrupa şüpheciliği, göçmen krizi gibi sorunlar gündeme gelmiş ve Brexit sürecinin en fazla ön plana çıkan konuları olmuştur. Tüm bu gelişmeler sonucunda 23 Haziran 2016 tarihinde yapılan referandumun ayrılma kararı ile sonuçlanmasıyla başlayan gergin ve belirsiz ortam, 31 Ocak 2020’de sona ermiştir. Bu anlamda ikili ilişkileri Brexit’e götüren sürecin tarihsel zeminde nedenlerini ve sonuçlarını incelemek gerekmektedir.  Bu çalışmada ortak tarihsel ve kültürel bağlara sahip iki aktörün, Avrupa şüpheciliği gölgesinde süren ilişkilerinin tarihsel ve teorik analizi yapılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Brexit, Avrupa Birliği, Birleşik Krallık, Avrupa Şüpheciliği, Göçmen Krizi.

 

Abstract 

The United Kingdom, whose relations with the European Union started in 1973, was not involved in the process although it played an important role in the establishment of the European Union. The United Kingdom, which does not want its national identity to be damaged, later became a member of the European Union due to economic interests. It had a distant attitude even when it became a member and maintained its relations with the European Union on this ground. This distant relationship has witnessed various crises in the process and brought the UK to the point of withdrawing from European Union membership. Brexit has been a turning point in the UK’s relations with the European Union. In this context, problems such as Euroscepticism and the migrant crisis have also come to the fore, and in the Brexit process has been the most prominent issues. As a result of all these developments, the tense and uncertain environment that started with the decision to leave the referendum on June 23, 2016 ended on January 31, 2020. In this sense, it is necessary to examine the historical reasons and results of the process that led to Brexit. In this study, historical and theoretical analysis of the relations of two actors who have common historical and cultural ties will be made.

Keywords: Brexit, European Union, United Kingdom, Euroscepticism, Migrant Crisis.

 

 

1. GİRİŞ

Orta çağ dönemlerinden beri fikirsel anlamda var olmaya başlayan Avrupa Bütünleşmesi, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği maddi ve manevi yıkımlarla birlikte hukuki bir çerçeveye oturtulmuştur. Bu doğrultuda 1951’de Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu (AKÇT) kurularak, bu yolda ilk adımlar fiili olarak atılmıştır. Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda’nın bir araya gelerek kuruculuğunu üstlendiği bu entegrasyon süreci, 1957’de Roma Antlaşması’nın imzalanması ile bir adım öteye taşınmıştır. Antlaşma sonucunda Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurularak Avrupa Toplulukları olarak başlayıp birlik olmaya giden süreç başlamıştır. Bu süreçte birlik bünyesinde genişlemeler ve bu genişlemelerin gerekli kıldığı derinleşme faaliyetleri gerçekleşmiştir. Her üye devletin birer egemen devlet olması ve farklı yaklaşımlara sahip olmaları, birlik içerisinde farklı boyutta sorunlara yol açmıştır. Bunun en iyi örneği ise, Avrupa Birliği’nin (AB) kuruluş aşamasına dahil olmayıp üye olduğu süreçte ise her zaman Birlik ile mesafeli bir ilişki yürüten Birleşik Krallık olmuştur. “Bizim kendi rüyamız ve kendi vazifemiz var. Avrupa’ylayız ama onun değiliz. Bağlıyız ama birleşik değiliz. Alakalıyız, ortağız ama işgal edilmiş değiliz” (Prins, 2011). Winston Churchill’in bu sözleri, iki aktörün hem geçmiş hem de günümüzdeki ilişkileri çerçevesinde İngiltere’nin Birlik’e yaklaşımını göstermektedir. Tarihin her döneminde, farklı biçimlerde birleşik bir Avrupa fikri kurulmuş olsa bile, bu hayal İngiltere için sınırlı bir anlam barındırmaktaydı (Sefer, 2014, s. 48). Birleşik Krallık, çok eski tarihlerden bu yana hem kıta üzerinde hem de uluslararası arenada çizdiği güçlü rolü gereği kendisini hiçbir zaman Avrupa ülkeleriyle eşit görmemiş ve her zaman bu oluşuma karşı şüpheci bir yaklaşım içerisinde olmuştur. 1973 yılında topluluğa üye olduktan sonra bile çok geçmeden 1975 yılında üyeliğin devam edip etmemesi konusunda bir referandum yaparak, bugün “Brexit” dediğimiz sürecin sinyallerini o dönemlerde vermiştir.

İngiltere’nin, 23 Haziran 2016’da gerçekleştirdiği ikinci referandumla AB’den ayrılmaya karar vermesiyle, 29 Mart 2017’de Brexit müzakereleri resmen başlamıştır. İngiltere’nin Avrupa Konseyi’ne, Lizbon Antlaşması’nın 50. Maddesi gereği yapmış olduğu ayrılma niyetiyle birlikte, 31 Ocak 2020’de üyelik resmi olarak sonlanmıştır (Şenbaş, 2019, s. 228). Bu anlamda Brexit referandumu, AB için tarihte bir ilkin yaşanmasıyla sonuçlanırken, İngiltere için ise daha ayrılık gerçekleşmeden üç başbakanın değişmesiyle derinleşen siyasi bir krize dönüşmüştür (Aktaş, 2019, s. 264).  Böylece ayrılık kararı ile başlayan, İngiltere’nin kendi iç siyasetinin ve AB ile ilişkilerinin seyrinin nasıl olacağı endişeleri de beraberinde doğmuştur.  Bu araştırmada, Brexit müzakerelerine giden sürecin tarihsel ve teorik bir analizi yapılacak ve bu bağlamda İngiltere-AB ilişkileri değerlendirilecektir.

 

2. TARİHSEL ANALİZ

2.1. Üyelik Dönemi

1923 yılında Coudenhove-Kalergi, Fransa ve Almanya’nın lider konumu temsil ettiği, Avrupa devletlerinin bir araya gelerek dünyada Sovyetler Birliği, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gibi güçler karşısında başka bir güç olacak oluşumu temsil eden Pan-Avrupa düşüncesini ortaya atmıştır. Bu düşünce, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yüzyıllardır süregelen bir ütopya olmaktan çıkarak Schuman Planı ile pratiğe geçmiştir (Sokullu, 2017, s. 13). Avrupa siyasi bütünleşmesinin köşe taşlarından biri olarak görülen “Avrupa Birleşik Devletleri” fikrini ortaya atan Britanyalı siyasetçi Winston Churchill de bütünleşme sürecindeki önemli figürlerden biri olmuştur. Ancak buna rağmen İngiltere, birliğin kuruluş aşamasında, ulusal çıkarlar ve egemenliğin paylaşılamayacağı gibi sebeplerle bu sürecin dışında kalmayı tercih etmiştir. Öte yandan İngiltere’nin İngiliz Milletler Topluluğu’ndaki (Commonwealth) ayrıcalıklı konumunun zedelenmesi ihtimali ve uluslararası arenada daha çok ABD ile hareket etmesi de bu mesafeli ilişkinin sebepleri olarak değerlendirilebilir. Tüm bu durumlar, İngiltere’nin Avrupa’ya olan şüpheci ve kararsız tutumunun ne kadar geçmişe dayandığını da göstermektedir (Ayaz, 2017, s. 1).

1951’de Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu ve 1957’de ise Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurulmasıyla birlikte üye devletler süreç içinde oldukça büyük bir başarı yakalamışlardır. Topluluk giderek artan bir yükselişteyken, İngiltere’nin o dönem yaşadığı ekonomik düşüş, 1956 Süveyş Krizi’nde eskisi kadar etkili bir güç olamaması ve ABD’den de beklediği desteği görememesi gibi sebepler İngiltere’yi toplulukla ilişkilerin revize edilmesi ve bir üyelik sürecine itmiştir. Öte yandan 1960 yılında İngiltere’nin AET’ye karşı bir alternatif olarak kurduğu Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) üyeleri de AET’ye katılmıştır (Şenbaş, 2019, s.229). Bu doğrultuda en başta sergilenen Avrupa soyutlaması, 1961 yılında yapılan başvuru ile geri plana itilmiştir. Ancak bu üyelik başvurusu, Charles De Gaulle yönetimindeki Fransa’nın muhalif olmasıyla veto edilmiştir. De Gaulle, İngilizlerin, İngiliz Milletler Topluluğu’ndaki çıkarlarından feragat edemeyeceği düşüncesi ve İngiltere’nin uluslararası arenada ABD’ye olan bağlılığı nedeniyle bu üyeliğe sıcak bakmamıştır. Fransız lidere göre İngilizlerin ulusal karakterini belirleyen geleneksel alışkanlıkları vardı ve bu durum topluluğun karakteriyle çakışıyordu. Nitekim De Gaulle’un İngiltere’ye karşı olan bu tutumu, İngiliz Hükümetinin 1967 yılındaki ikinci üyelik başvurusunun reddedilmesiyle devam etmiştir (Büyükcan, 2019, s. 9). Tüm bu gelişmeleri düşündüğümüzde, iki tarafın birbirleri ile ilişkileri tarihsel bir sürecin de etkisiyle karşılıklı çekimser ve güvensiz bir tutum içerisinde gerçekleşmiştir diyebiliriz. Fransa için İngiltere’nin üyeliği kıtayı Amerikan emperyalizmine sürükleyecek ve federal bir Avrupa fikrini de zedeleyecek olumsuz bir gelişme olacaktı. İngiltere için ise bu topluluk Fransız çıkarlarına hizmet edecek bir blok niteliğindeydi (Sokullu, 2017, s. 14). Ancak yaşanan gelişmeler kendisini Avrupa kıtasının ötesinde gören İngiltere’nin toplulukla olan bağını daha fazla göz ardı etmesine engel olmuştur.

1969 yılında De Gaulle’ın istifası ve yerine daha ılımlı olan Pompidou’nun gelmesi üyeliğin ekonomik bir gereklilik haline geldiği İngiltere için bir fırsat olmuştu. Başbakan Edward Heath’e göre bu üyelik İngiltere için sadece Avrupa kıtasında değil, dünyanın her yerinde etkili olabileceği bir alan yaratacaktı (Sokullu, 2017, s. 15). Hatta üyelik konusunda 1971 yılında parlamentoda “Avrupa Toplulukları Yasası” adı altında bir yasa bile çıkarılmıştır. Bu doğrultuda İngiltere, 1973 yılında üçüncü başvurusunda topluluğa üye olmuştur.  İngiltere’nin üyeliği, hem kendi açısından hem de topluluk açısından bir entegrasyon sürecini de beraberinde getirmiştir. Topluluğa üye olmak, egemenliğin bir kısmının devri anlamına gelmekte ve birçok konuda topluluğun öngördüğü şekilde hareket etmek demekti (Büyükcan, 2019, s.10). İngiltere’de 1688 yılındaki Muhteşem Devrim sonrası oluşturulan Anayasal Monarşiye dayalı bir sistem (Westminster Sistemi) mevcuttur. 1973 yılında bu sistem radikal bir değişime maruz kalarak egemenliğin bir başka üst otoriteye kısmen de olsa devredilmesi gerekmiştir. Bu durum gelenekselci İngilizlerin siyasi tarihi için de bir devrim olmuştur (Ayaz, 2017, s. 2). Elbette İngilizlerin başından beri mesafeli duruşunun en temel sebeplerinden olan bu durum, İngiliz kamuoyunda da giderek artan farklı görüşlere neden olmuştur. Bu doğrultuda 1975 yılında, ilk Brexit olarak da nitelendirebileceğimiz bir referandum yapılmış ve %67,2 oy ile üyeliğin devamı kararı alınmıştır. İngiltere, kendisini Avrupa kıtası devletlerinden farklı bir yere koymasına rağmen uluslararası rekabet ve şartların gerekliliğine karşı koyamamış ve tüm vetolara ve sıkıntılara rağmen üyelik hedefinden şaşmamıştır. Ancak üyelikten çok kısa bir süre sonra gerçekleştirdiği bu referandum, İngiltere’nin Avrupa’ya karşı şüpheci tavrını hiçbir şartta aşamadığının bir göstergesidir.

İngiltere’nin Birlik ile kurduğu ilişkilerinde öne çıkardığı mesafeli tutumu, ikili ilişkilerin her alanında varlığını sürdürmüştür. Öyle ki İngiltere, Birlik bünyesindeki ortak para sistemi ve serbest dolaşım gibi oluşumlara da dahil olmamıştır. Nitekim İngiltere’nin üyelik konusunda en başından beri yaşadığı sancılı süreç 1980’li yıllarda da devam etmiştir. Dönemin “Demir Lady” lakaplı İngiltere başbakanı Margaret Thatcher’ın iktidara gelmesiyle, Avrupa şüpheciliği/karşıtlığı İngiliz siyasetinde giderek artan bir şekilde hâkim olmaya devam etmiştir.  Margaret Thatcher’ın 1988 yılında Bruges’da gerçekleştirdiği ve Avrupa karşıtlarının da referans noktası olan, tarihe “The Bruges Speech” olarak geçen konuşmasında, net bir şekilde siyasi bütünleşme ve derinleşmeden olan rahatsızlığını dile getirmiştir. Bu konuşmayla o dönem İngiltere’nin Avrupa’ya bakış açısını da ortaya koymuştur (Ayaz, 2017, s. 5). Thatcher’a göre Avrupa bütünleşmesi, Fransa ve Almanya’nın çıkarlarına hizmet etmekte ve İngiltere’nin uluslararası siyasetteki konumunu sarsmaktaydı. Öte yandan İngiltere, Topluluk içinde her zaman ayrıcalıklı bir konumda olmuş ve kendi çıkarlarını göz etmeyen hiçbir politika içerisinde yer almamıştır. Bunun en iyi örneklerinden biri de Topluluk bütçesine olan katkısını azaltmak için başlattığı kampanyanın olumlu sonuç vererek 1984 yılında Avrupa Birliği Konseyi’nin oluşmasına ön ayak olmasıdır (Ayaz, 2017, s. 4). Bu anlamda İngiltere’nin bu mesafeli ve şüpheci yaklaşımını her durumda kendi lehine çevirerek o zamanlardan beri kendi Avrupa’sını yaratmaya çalıştığını söyleyebiliriz. İngiltere AB’nin ekonomik getirilerinden faydalanmış ancak hiçbir zaman egemenliğinin devredilmesi konusuna sıcak bakmamıştır. Çoğu kez Birlik ile hareket etmek yerine geçmişten bu yana sürdürdüğü otoritesini Birlik içinde de geri planda tutmamıştır. Öte yandan birçok kesim tarafından İngiltere’nin de Avrupalılık kimliği konusunda tartışmalar olmuştur. Britanya’nın coğrafi ve tarihi bağına rağmen ABD ile yakınlığı onun bir Avrupalı kimliğinden çok Atlantik kimliğine sahip olduğu görüşü de yaygındır. İngiltere için bir Avrupa şüpheciliği mevcuttur ancak tarihsel gelişmeler bu şüpheciliğin tek taraflı olmadığını da göstermektedir. Topluluğun kuruluş aşamasında bile Britanya Dışişleri Bakanı’na önceden bir bilgilendirme yapılmaması ve kıtada birlik oluşturma teorilerinin çoğunda İngiltere’nin bu oluşumun dışında bırakılarak rakip olarak nitelendirilmesi bunun en iyi örneklerindendir. Nitekim Churchill’in de 1946 yılında gerçekleştirdiği konuşmasında, “Avrupa Birleşik Devletleri” modeline Britanya’yı dahil etmemesi ve “Avrupa ile birlikteyiz, fakat onun bir parçası değiliz.” diyerek bu projede sadece destekçi olarak var olacağını vurgulaması, İngiltere’nin Avrupa algısını ve bugün gelinen durumu açıklar niteliktedir. İngiltere, birlik projesine dahil olmamış, fakat kendisini bu projenin lideri gibi görmüştür. Dolayısıyla kendisini lider olarak gördüğü bir oluşumun içinde, kendisinden daha zayıf gördüğü ülkelerle birlikte bir üst otoriteye boyun eğmesinin, onun yüzyıllardır süregelen mekanizmasına ters düşmesi şaşırtıcı değildir. Tarihe “güneş batmayan imparatorluk” olarak geçmiş İngiltere’nin bu liderlik hedefi, onun imparatorluk geçmişinden doğan bir refleksin sonucudur (Vatandaş, 2018, s. 2).

1990’lı yıllara gelindiğinde iktidarda bulunan John Major hükümetinin amacı, İngiltere’nin Topluluğa üyeliğinin yeniden gözden geçirilmesi ve daha fazla İngiltere merkezli bir Topluluk olmuştur.  Major bu hedeflerini 1991 yılındaki konuşmasında “İngiltere Avrupa Topluluğu’nun kalbi olmalıdır” diyerek vurgulamıştır. Major bütünleşmeyi desteklemiş ancak bu bütünleşmenin ulus devletlerin egemenliğine gölge düşürmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Topluluğun genişlemelerle birlikte bir adım ileriye giderek Avrupa Birliği’ne dönüştüğü dönemde, Maastricht Antlaşması süreci de İngiltere’nin ulusal çıkarlarını korumaya çalıştığı bir dönem olmuştur. Her ne kadar antlaşmayı imzalamış olsa da Euro Bölgesi, Adalet ve İçişleri, Schengen gibi konularda çekimser kalmıştır (Sokullu, 2017, s. 17). 1997’de iktidara gelen İşçi Partisi öncekilerine göre daha ılımlı bir politika izlemiştir. Bu dönemde İngiliz hükümeti dış politika konusunda Avro-Atlantisist bir tutum benimseyerek daha az izole bir politika izlemiş ve ilişkiler bu düzlemde seyretmiştir. Ancak tüm yapıcı politikalara rağmen giderek artan Avrupa karşıtlığının önüne geçememişlerdir (Sokullu, 2017, s. 25).

2.2. Brexit Dönemi

Brexit sözcüğü, 2012 yılında tartışılan Yunanistan’ın ekonomik kriz dolayısıyla Euro bölgesinden ayrılmasını simgeleyen “Grexit” sözcüğünden türetilmiştir. “Greece” ve “Exit” sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulan Grexit mantığı, Brexit için de geçerli olmuştur. Böylece Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma sürecini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır (Karaca, 2019, s. 38).

Avrupa Birliği konusu, İngiltere siyasetinde, tarihin her döneminde oldukça kilit bir konu olmuş ve iktidardaki tüm partiler Avrupa ile ilişkileri gündemde tutmuşlardır. İlişkilerin en sert yaşandığı Thatcher döneminin ardından, 2015 yılında David Cameron’ın iktidara gelmesi önemli bir kırılma noktası olmuştur. 2015 seçimlerinde AB karşıtı bir tutum sergileyen Cameron, Nigel Farage liderliğindeki Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne (UKIP) yönelen AB karşıtlarını parti içerisinde tutabilmek adına, 2015 seçimlerini kazanması durumunda AB üyeliği için bir referandum vaat etmiş ve böylece bugün “Brexit” dediğimiz süreç başlamıştır (Vatandaş, 2019, s. 2).  AB’de kalınması yönünde propagandalar yapan Cameron, referandum sonucunda AB’den ayrılma yönünde sonuçların çıkmasıyla bir nevi oynadığı kumarı kaybetmiş ve Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır. Referandum süreci, Birleşik Krallık halkını ikiye bölmüş ve kutuplaşmalara neden olmuştur. Bu çerçevede referandum sonuçları Britanya halkının, kendi içerisinde AB konusunda sabit bir fikre sahip olmadığını da göstermiştir (Örmeci, 2017, s. 51). Örneğin İngiltere ve Galler, AB’den ayrılma yönünde oyların ağırlıklı olduğu ülkeler iken, İskoçya ve Kuzey İrlanda AB’de kalma yönünde karar vermiştir. Bu durum daha önce İskoçya tarafından bağımsızlık talep edilen İngiltere açısından oldukça zorlu ve derin bir krize dönüşebilir. Bu anlamda İskoçya’nın AB ile yeniden birlik olmayı hedeflemesi ve Başbakan Nicola Sturgeon’ın “İskoçya yakında yine Avrupa’da olacak” söylemleri Birleşik Krallık’ın siyasi geleceği hakkında soru işaretleri yaratmaktadır. İskoçya’nın yanı sıra, Brexit İrlanda sınır sorununu gündeme getirmiş ve bu sorun, 31 Ocak 2020 tarihinde imzalanan Brexit Antlaşması’nda, İngiltere AB’den ayrılsa da Kuzey İrlanda’nın AB ile Gümrük Birliği içerisinde kalması kararıyla çözülmüştür. Ancak buna rağmen AB, imzaladığı ayrılık antlaşmasının bazı bölümlerini değiştirerek yeni bir yasa tasarısı hazırlayan İngiltere’nin, bu konuda antlaşmaya uymadığını ve uluslararası hukuku ihlal ettiğini iddia etmiştir (Euronews, 2020). Bu durum İngiltere’nin ayrılık sonrası AB ile ilişkilerindeki tutumunun ne yönde olacağını da göstermektedir.

İngiltere’de öne çıkan iki Avrupa karşıtı parti olan Muhafazakâr Parti ve UKIP, Brexit sürecinde oldukça etkili rol oynamışlardır.  Dönemin Londra Belediye Başkanı olan Boris Johnson “Bizim Paramız, Bizim Ekonomimiz, Bizim Sınırlarımız, Bizim Güvenliğimiz ve Bizim Vergilerimiz: Kontrolü Geri Alalım” şeklinde sloganlarla egemenlik ve bütçe konularında ön plana çıkmıştır. Diğer tarafta ise Farage’ın önderliğindeki UKIP, göç karşıtı kampanyalarıyla öne çıkmış ve ırksal düşmanlığı tetiklediği gerekçeleriyle birçok eleştiriye maruz kalmıştır (Şenbaş, 2019, s. 233).  Brexit yanlısı kampanyalarda, Britanyalılar her ne kadar AB’den ayrılma gerekçeleri konusunda kendi içlerinde kutuplaşmalar yaşasalar da AB’ye olan karşıtlık konusunda ortak bir noktada oldukları aşikardır. Öte yandan egemenlik gibi konular her ne kadar İngiltere için hassas nokta olsa da kampanyanın asıl merkez noktası göç konusu olmuş ve artan göçmen nüfusuna paralel olarak artan İngiliz milliyetçiliği, referanduma giden süreci ve sonrasını ciddi oranda etkilemiştir. Bu noktada UKIP, referandum sonuçlarını belirleyen etkili bir aktör olmuştur.

2008’de yaşanan ekonomik kriz sonucunda AB içerisinde Avro krizi gerçekleşmiş ve AB bu krize karşı etkili bir mücadele gerçekleştirememiştir. Bu nedenle Britanya halkı, AB’yi ekonomik yönden eleştirmiştir. Diğer taraftan 1992 yılından itibaren 2008’deki Büyük Kriz’e kadar İngiltere ekonomisi istikrarlı bir gelişme göstermiş ve bu anlamda Euro Bölgesi ülkelerini geride bırakmıştır. Bir zamanlar ekonomik sebeplerle Birlik bünyesinde yer alma ihtiyacı güden İngiltere için bu durum, yavaş yavaş AB’nin pragmatik yönünü kaybetmesine neden olmuştur diyebiliriz. Tüm bu ekonomik gelişmelerin sonucu da göçmen nüfusunun artışı olmuştur (Büyükcan, 2019, s. 14). Bu durum süreç içerisinde ülkede popülizmin artış göstermesiyle beraber AB karşıtlığını da artırmıştır. İngilizler, henüz serbest dolaşım konusunda bile tereddüt yaşarken artan göç sorunuyla beraber daha da kaygılı hale gelmişlerdir. Bu sorun, Suriye Krizi ile birlikte yaşanan mülteci sorunuyla daha da derinleşmiştir. Diğer yandan AB’nin Ukrayna ve Suriye Krizi gibi uluslararası krizlerde yeterince etkili olamaması da İngiltere için bir eleştiri konusu olmuştur. Tüm bunlarla beraber, AB’nin 2004 yılındaki genişlemesiyle birlikte Polonya, Romanya ve Bulgaristan gibi ekonomik açıdan zayıf ülkelerden gelen göçler de göç sorununun başka bir boyutunu oluşturmuştur. Doğu Avrupa ülkelerinden gelen bu göçmen sayısındaki artış, Brexit sürecinde en etkili konulardan biri olmuştur.

AB’ye karşı bir başka eleştiri de karmaşık kurumsal yapısı ve karar verme mekanizması ile ilgili sorunlar olmuştur. Birliğin genişleyerek çok sayıda üyeyi barındırması, önemli konularda karar alınmasını gittikçe zorlaştırmıştır. İngiltere her ne kadar başlangıçta ekonomik açıdan daha geniş pazarlara hitap edebilmek için genişleme sürecini desteklemişse de derinleşme sürecindeki siyasi iş birliği, ortak para birimi gibi gelişmelere mesafeli kalmıştır. Bu çerçevede İngiltere’nin yalnızca ekonomik bütünleşme yolunda bir Avrupa hedefinin olduğunu söyleyebiliriz. Tüm gelişmeler sonucunda ekonomik nedenlerin de sürece zemin hazırladığı bir gerçek olsa da göçmen karşıtlığı, sürecin en hızlandırıcı faktörlerinden olmuştur (Büyükcan, 2019, s. 21).

Referandum sonucunda istifa eden Cameron’ın yerine Temmuz 2016’dan Theresa May, yeni Başbakan olarak göreve başlamıştır. Başbakan May, oldukça gergin ve belirsiz bir atmosferin sürdüğü bir dönemde Başbakanlık görevini üstlenmiştir. Bir tarafta İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın AB’den ayrılmak istememesiyle oluşan iç siyaset sorununu, diğer taraftan ise Lizbon Antlaşması’nın 50. Maddesi çerçevesinde Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasını en az zararla yönetmesi gerekmiştir. Bu süreçte May, Brexit sürecine ilişkin tek pazar, serbest dolaşım ve göçmenlerin durumuyla ilgili net bir açıklama yapmaması nedeniyle eleştirilerin hedefi olmuştur (Kutlay, 2017, s. 12). Öte yandan Brexit sonrası, ülke ekonomisinde ciddi dalgalanmalar meydana gelmiş ve Pound son 30 yılın en düşük değerini görmüştür (Aras & Günar, 2018:96). Tüm bunlarla birlikte Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması durumunda oluşabilecek senaryolar da hem kamuoyu hem de siyasi elit kesim için oldukça endişe verici olmuştur. 23 Haziran referandumundan memnun olmayan kesimler referandumun tekrar yapılmasını istemiş, ancak bu hükümet tarafından “AB dışındaki fırsatlara odaklanmalıyız” mesajıyla reddedilmiştir. Bu doğrultuda İngiliz halkının ayrılma yönünde karar verirken duruma ne derece objektif ve pragmatik yaklaştığı soru işaretleriyle doludur. Tüm bu tartışmalar sürerken nihayet Başbakan May süreçle ilgili “İngiliz toplumu 23 Haziran’da değişiklik için oy vermiştir. Ülkemizde sessiz bir devrim gerçekleşmiştir. Brexit Brexit’tir ve onu başarıyla sonuçlandıracağız” şeklinde konuşarak İngiltere’nin ayrılık konusunda geri adım atmayacağını da netleştirmiştir (Kutlay, 2017, s. 13). Nitekim May bu söylemini harekete geçirerek, Mayıs 2017’de Avrupa Konseyi Başkanı Tusk tarafından 50. Maddenin yürürlüğe konularak Brexit sürecinin başlatılmasını istemiştir (Şenbaş, 2019:234). Böylece Brexit müzakereleri 19 Haziran 2017 tarihi itibariyle başlamıştır. Müzakerelerin ilk etabında, vatandaş hakları, ayrılığın mali boyutları ve İrlanda sınır sorunu gibi konular ele alınırken, 2018’de yapılan ikinci aşamada geçiş dönemine ilişkin düzenlemeler ele alınmıştır (Türko, 2018, s. 140).

Tüm bu süreç devam ederken, Başbakan May, Brexit’e kurban giden ikinci İngiliz başbakanı olarak nitelendirilmiştir. Brexit sürecini daha etkili bir hükümetle yönetmek isteyen May, 2017 yılında erken seçime gitmiş ve seçim sürecinde sergilediği başarısız performansıyla birlikte istifa etmek zorunda kalmıştır (Anadolu Ajansı, 2019). May’in istifasının ardından Brexit sürecinin yönetimini yeni Başbakan Boris Johnson devralmıştır. Nitekim 3 başbakan değişimiyle sonuçlanan ve birçok iç ve dış siyasi krizin gündeme geldiği Brexit süreci, Avrupa Parlamentosu’nun çekilme anlaşmasını onaylamasıyla birlikte 31 Ocak 2020 tarihinde Birleşik Krallık’ın resmi olarak AB’den ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. Böylece 31 Aralık 2020’de bitmesi hedeflenen geçiş süreci de başlamış ve 1 Ocak 2021 itibariyle de ikili ilişkiler için yeni bir dönem başlamıştır. Bu süreçte İngiltere’nin AB’den ayrılmasının getirdiği kurallar uygulamaya girerken İngiltere, daha ilk ayda Avrupa’nın en büyük mali piyasası olma özelliğini kaybetmiştir. Böyle bir düşüş karşısında İngiltere, AB’nin İngiltere’yi mali piyasalardan dışlamayı hedeflediğini iddia etmiştir. Öte yandan İngiltere’nin AB’nin Londra temsilcisine diplomatik statü vermemesi ve Kuzey İrlanda’nın Gümrük Birliği’nde kalmasıyla ilgili konularda sorunlar yaşaması ikili ilişkilerin ne derece yapıcı bir şekilde yürütüleceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır. Görülmektedir ki İngiltere, Birlik bünyesinde var olmasa dahi AB şüpheciliğinden taviz vermemekte ve ilişkilerini bu zeminde yürütmektedir. Tüm bu gelişmelerin yanında, Boris Johnson’ın AB ile yapılan ticaret anlaşmasını “ulusal egemenliğin geri alınışı” şeklinde nitelendirmesi bundan sonraki süreçte AB-İngiltere ilişkilerinin ne yönde seyredeceğine de ışık tutmaktadır (BBC, 2021).

 

3. TEORİK ÇERÇEVE: AVRUPA ŞÜPHECİLİĞİ

Euro bölgesi ve göç krizlerinin ardından, Avrupa entegrasyon sürecine muhalefeti tanımlamak için kullanılan bir terim olan Avrupa şüpheciliği, son yıllarda sık sık gündeme gelmektedir.  Bununla birlikte, Avrupa şüpheciliğinin uzun süredir devam eden bir geçmişi bulunmaktadır. İlk olarak 1980’lerde İngiliz gazete makalelerinde öne çıkmış, kullanımı hem Avrupa halkları hem de partiler arasında artan, Avrupa Birliği’nin siyasi ve ekonomik entegrasyonuna muhalefetlerini ifade eden bir terimdir. Avrupa siyasallaşmasının gündeme geldiği bir dönemde ortaya çıkmış ve Maastricht sonrası dönemde giderek yaygınlaşmıştır. Son dönemlerde Avrupa’da artan popülist söylemler, Avrupa şüpheciliğini de besler nitelikte olmuştur. “Avrupa şüpheciliği, AB’nin karar alma sürecini etkileyebilir ve AB yönetiminin gelişimini sınırlayabilir; ama aynı zamanda seçim ve parti sistemi dinamiklerini de değiştirebilir. Nitekim AB’ye karşı olan muhalefet, AB projesinin, kurumlarının, politikalarının ve kararlarının meşruiyeti için normatif sonuçlara sahiptir.” (Vasilopoulou, 2017, s. 2). İngiltere’nin ilişkilerinin ilk başladığı dönemden beri sergilediği tutum ve günümüzde yaşanan Brexit krizi, bunun en önemli örnekleridir.

Avrupa bütünleşmesi, ulus devletlerin egemenlik ve ulusal kimliklerinden ödün verme korkularının bir yansıması olarak Avrupa şüphecilerini her zaman barındırmıştır. AB’nin siyasal bütünleşmeye yönelmesi ve bu doğrultuda Maastricht Antlaşması’nı imzalamasıyla birlikte bu endişeler giderek artmıştır. Bu noktada 2004 genişlemesi önemli bir kırılma noktası olmuş, kendisini hukuksal ve kurumsal olarak bu genişlemeye hazırlamak isteyen Avrupa Birliği, AB Anayasasını oluşturmak istemiştir. Ancak bu fikir Fransa ve Hollanda’nın reddiyle hayata geçirilememiş ve bu da AB kimliğinin henüz içselleştirilemediğini göstermiştir. Tüm bunların yanı sıra yaşanan Avro Krizi, AB içerisinde ciddi bir ekonomik krize neden olmuş ve bu durum göç kriziyle birlikte giderek artan bir soruna dönüşmüştür. Bu noktada AB ile ilişkilerinin başlangıcından bu yana AB’yi hiçbir zaman içselleştiremeyen ve bunu ilişkilerine de yansıtan İngiltere, oldukça ön plana çıkan bir ülke olmuştur. David Cameron’ın 2010 yılında Başbakan olarak göreve gelmesiyle beraber, İngiltere’nin AB’ye karşı muhalif tavrı artmış ve ayrılma konusu gündeme gelmeye başlamıştır (Köroğlu & Çendek, 2015, s. 194). Bu noktada Avrupa şüpheciliğinin ve İngiltere’deki Avrupa şüpheciliğinin altında yatan nedenlere odaklanmak gerekir.

Kopenhag Okulu, ilk olarak İngiltere ile anılan Avrupa şüpheciliğini toplumsal güvenlik çerçevesinde kimlik ve bütünleşme kavramlarıyla birlikte ele almıştır. Toplumsal güvenlik anlamında kimliğin önemi, İngiltere’nin kendisini Avrupalı olarak tanımlamayışında ortaya çıkmış ve bu kimlik çatışması İngiltere’nin daha esnek bir Avrupa modeli istemesine neden olmuştur. Diğer yandan bütünleşme, toplumsal güvenliğe yani ulusal kimliğe ve egemenliğe bir tehdit gibi görülmüş ve İngiltere’de kimlik temelli bir Avrupa şüpheciliğinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. İngiltere’nin Avrupa şüpheciliği, bütünleşme açısından düşündüğümüzde iki şekilde ön plana çıkmıştır; AB’den ayrılma ve AB’de reform. İngiltere’nin hayalindeki Avrupa modelinin oluşturulabilmesi için reformdan yana olan Muhafazakâr kesim, bunun gerçekleşmemesi durumunda ayrılma çağrılarını da bir strateji olarak kullanmıştır. Bu noktada aşırı bir Avrupa şüpheciliğinin, karşıtlığa dönüşerek toplumsal güvenlik anlamında bir güvenlikleştirmeye neden olacağını söyleyebiliriz (Köroğlu & Çendek, 2015, s. 195). Nitekim Brexit süreci tüm bu kanıların vücut bulduğu bir nokta olmuştur.

Tüm bunlarla birlikte Kopenhag Okulu güvenliği incelerken güvenliğe yönelik tehditleri ve bunların neler olabileceğini de ortaya koymuştur. Bu durumda toplumsal güvenliğe tehdit gibi görünen üç temel alan bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, nüfusun yapısındaki bir değişme ile kimliğin de değişeceği göç olgusudur. İkincisi, komşu kültürlerin baskın kültürel ve dilsel etkisi nedeniyle insanların kendilerini ifade ediş şekillerindeki değişimi kapsayan yatay rekabettir. Sonuncusu ise, bir bütünleşme projesi veya ayrılıkçı-bölgesel bir proje nedeniyle insanların kendilerini, kendileri gibi görmeyi bıraktıkları dikey rekabettir.” (Köroğlu & Çendek, 2015, s. 196). Bu çerçevede bir bütünleşme projesi olan AB, ulus devletler açısından ulusal egemenliğe yönelik bir tehdit unsuru oluşturmaktadır. Elbette AB’nin bütünleşme sürecinin ve Avrupa kimliğinin oluşumunun nasıl işlediği de önemli bir faktördür. Avrupa bütünleşmesi, başlangıcından bu yana her zaman bir tartışma konusu olmuş ve bütünleşmenin esnek bir konfederatif mi yoksa sıkı bir federatif modelde mi olacağı konuları gündemde olmuştur (Dedeoğlu, 1996, s. 49). Bu noktada daha esnek bir yapı isteyen İngiltere için bu durum, AB ile ilişkileri açısından önemli bir belirleyici faktör olmuştur.

İngiltere’de Avrupa şüpheciliği iki şekilde ortaya çıkmıştır; partiye dayalı ve kimliğe dayalı Avrupa şüpheciliği. Partiye dayalı Avrupa şüpheciliği partiler arası mücadeleler çerçevesinde bir olgu olmuştur. Kimliğe dayalı Avrupa şüpheciliği ise daha çok tarihsel ve kültürel bağlamda ele alınmıştır. Bu noktada İngiltere’nin kendisini Avrupalı olarak görmemesi ve Avrupa’nın ötesinde nitelendirilmesi ön plana çıkmaktadır. Nitekim bu iki olgu birbirleriyle bağlantılıdır. Spiering’e göre İngiltere’nin Avrupa’yı İngilizlerin Avrupa’ya ve Avrupalılara bakış açısı ve bu konudaki algıları, politikacılar için de etkili bir araç olmuştur (Köroğlu & Çendek, 2015, s. 200). Öte yandan İngiltere’de Avrupa şüpheciliğinin gelişimi, AB’deki gelişmelere paralel bir şekilde seyretmiştir. Siyasi bütünleşme ile birlikte Avrupa vatandaşlığı adı altında ortak bir Avrupa kimliğinin oluşturulmaya çalışılması ve hemen ardından bir Avrupa Anayasası fikrinin ortaya atılması tetikleyici faktörler olmuştur. Tüm bunlarla birlikte uluslararası konjonktürde meydana gelen krizler karşısında AB’nin yeterince etkili olamaması, Irak Savaşı’nda AB’nin Avrupa ve Amerika yanlıları olarak kutuplaşması ve halihazırda ekonomik bir krizle boğuşması gibi nedenler İngiltere için AB’nin pragmatik yapısını sorgulayıcı nitelikte olmuştur. Nitekim toplumsal güvenlik, ulusal kimlik ve egemenlik gibi faktörler İngiltere’de Avrupa şüpheciliğinin beslendiği temel alanlar olmuştur. Kuruluş aşamasından bu yana oldukça mesafeli ve şüpheci bir tutum sergileyen İngiltere için bütünleşme sürecindeki gelişmeler bir güvenlikleştirme eğilimi oluşturmuş ve günümüzde Brexit ile sonuçlanan ikili ilişkilerin seyrini belirlemiştir.

 

4. SONUÇ

İngiltere, üye olduğu ilk günden beri AB için birçok önemli konuya mesafeli yaklaşmış ve ayrıcalıklı bir statü elde etmiştir. Taraflar arasındaki ilişkilerin tarihsel sürecine baktığımızda, İngiltere ve AB’yi Brexit’e götüren sürecin şaşırtıcı olmadığı aşikardır. İngiltere’nin üye olduğu ilk günden bu yana sergilediği tutumun en önemli nedenlerinden birinin bir egemenlik kaygısı olduğu bilinmektedir. AB’nin giderek federatif bir yapıya dönüşmesi ve İngiltere’nin yönetiminde daha etkili bir konuma gelmesi, İngiliz milliyetçileri için rahatsız edici bir durum olmuştur. İngiliz siyasetçilere göre AB’nin artan hegemonyası, Birleşik Krallık’ın egemenliğini ve gelenekselci anlayışını zedelemektedir.

Öte yandan İngilizlerin bu negatif tutumları, federal bir Avrupa yaratma amacıyla yola çıkan Avrupa Birliği’nin amaçlarına ters düşmektedir. Kendisini her zaman Kıta Avrupa’sının ötesinde gören İngiltere, karar aşamalarında Birlik bünyesindeki en küçük ülkelerin dahi görüşlerini almayı bir türlü sindirememiş ve bu hoşnutsuzluğunu ikili ilişkilere her zaman yansıtmıştır. Birlik kurulurken, kendisini her ne kadar dahil etmese de bu oluşumun lideri olarak gören İngiltere, Almanya ve Fransa’nın AB’deki etkin rolünden rahatsız olmuş ve AB’nin bu ülkelerin ulusal çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmüştür. Avrupa karşıtı birçok İngiliz siyasetçi, İngiltere’nin ancak Birlik’ten ayrılırsa Avrupa’daki etkinliğini koruyabileceğine inanıyordu (Aktaş, 2019, s. 266). Tüm bunlara rağmen İngiltere, sahip olduğu özel statüyle birlikte AB’nin sağladığı avantajların da meyvesini yemiştir. Ancak yine de İngiltere için, Birliğe üye olmanın avantajlarının yanı sıra dezavantajları da bulunmaktaydı. Bu sorunların en başında ise göçmen sorunu gelmiş ve bu sorun ülke sınırlarını kendisinin koruması gerekliliğini de beraberinde getirmiştir (Yavuzaslan, 2017, s. 236). Brexit tarihsel ve siyasal anlamda çok daha derin bir zemine dayansa da, son dönemlerde süreci tetikleyen birçok faktör gelişmiştir. Özellikle Doğu Avrupa devletlerinin üyeliği sonrasında başlayan yoğun göçler, Suriye İç Savaşı’nın sonucu olan mülteci kriziyle birlikte gitgide artan bir sorun haline gelmiştir (Aktaş, 2019, s. 265). 2015 ve 2016 yıllarında gerçekleşen Paris ve Brüksel saldırıları sonrası İslamofobi ve terör karşıtı söylemler, sorunu daha da karmaşık bir hale getirmiş ve popülist kampanyaların zeminini oluşturmuştur (Esen & Şekeroğlu, 2017, s. 44).  İngiltere’de meydana gelen bu göç sorunu, ülke nüfusunun artışıyla birlikte İngiliz halkının maaşlarında düşüşe neden olmuş ve dolayısıyla ekonomik kaygıları da beraberinde getirmiştir (Türko, 2018, s. 139). Tüm bunlarla birlikte geçmişten beri süren Avrupa şüpheciliği, Avrupa karşıtlığına dönüşmüştür. Öte yandan İngiltere’de Avrupa şüpheciliği hükümet perspektifinden ilk başta daha reformist bir şekilde ilerlemiş ve değişen konjonktürel yapıya göre seyretmiştir. Nitekim İngiliz halkının 2016’daki referandumla vermiş olduğu karar, bugün İngiltere’nin AB’den ayrılmasını niteleyen Brexit ile sonuçlanmıştır.   Üyeliği boyunca sürekli tehdit edercesine ayrılma sinyalleri veren İngiltere’nin AB ile ilişkilerinde bugün geldiği nokta beklenen bir senaryo  .

                                                                                           

Arıya KATI

Avrupa Çalışmaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Adler, K. (25 Aralık 2020). Brexit: Manş’ın iki yakasında da zafer olarak sunulan ticaret anlaşması. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55447395   (17 Mart 2021).

Aktaş, M. (2019). AB Ülkelerinde Yükselen Popülizm, Brexit ve AB’nin Geleceği. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi. 12. 66. 264-272.

Aras, İ. ve Günar, A. (2018). Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden Ayrılma Referandumu: Brexit Süreci ve Sonuçları. Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi. 6. 2. 90-110. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/535864  (14 Mart 2021).

Ayaz, E. (2017). Brexit Avrupa Birliği’nin Sonu mu? Brexit’in Birleşik Krallık ile Avrupa Siyaseti Açısından Sonuçları. Lefkoşa: Yakın Doğu Enstitüsü.

BBC News. (1 Ocak 2021). Brexit: İngiltere’nin AB ile bağları fiilen sona erdi. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55501842  (17 Mart 2021).

BBC News. (21 Ocak 2021). İngiltere’nin, AB büyükelçisine diplomatik statü vermeyeceğini açıklaması krize neden oldu. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-55749190  (18 Mart 2021).

BBC News. (11 Şubat 2021). Brexit: Amsterdam hisse senedi işlemlerinde Londra’yı geçti. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56025033  (18 Mart 2021).

Büyükcan, M. (2019). Brexit ve Sonrası: Avrupa Bütünleşmesi ve AB-İngiltere İlişkileri Üzerine Muhtemel Etkileri. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Maltepe Üniversitesi SBE.

Dedeoğlu, B. (1996). Adım Adım Avrupa Birliği. İstanbul: Çınar Yayınları.

Esen, E. ve Şekeroğlu D. (2017). Brexit – Elveda Avrupa İngiltere’nin AB’den Ayrılmasından Sonra Avrupa Bütünleşmesi ve Türkiye‐AB İlişkilerinde Fırsatlar ve Tehditler. Ankara: Siyasal Yayınevi.

Karaca, T. (2019). Lizbon Antlaşması’yla Tanınan Ayrılma Hakkı Çerçevesinde Brexit Süreci, Brexit’in Birleşik Krallık ve AB Üzerinde Muhtemel Etkileri. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE.

Köroğlu, N. ve Çendek, S.Y. (2015). Toplumsal Güvenlik, Kimlik, Bütünleşme Bağlamında Avrupa Şüpheciliği: Cameron Dönemindeki Avrupa Şüpheciliğinin İçerik Analizi. Akademik İncelemeler Dergisi. 10. 2. 191-216. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/17960 (16 Mart 2021).

Kutlay, M. (2017). Brexit Sonrası İngiltere ve AB Bütünleşmesinin Geleceği. Özgürlük Araştımaları Derneği. 4. 5-25.

Küçük, B. (10 Eylül 2020). İngiltere’nin yeni tasarısı Brexit Anlaşmasını ihlal ediyor. Euronews. https://tr.euronews.com/amp/2020/09/10/uzmanlar-ingiltere-nin-yeni-tasar-s-brexit-anlasmas-n-dogrudan-ihlal-ediyor  (18 Mart 2021).

Örmeci, O. (2017). Brexit Referandumu Sonrası Birleşik Krallık’ın Geleceği. Euro Politika. 49-64. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/700834  (15 Mart 2021).

Prins, G. (17 Ekim 2011).  “We should be with Europe, but not of it…linked but not combined.” MailOnline. https://www.dailymail.co.uk/debate/article-2049586/EU-referendum-UK-Europe-it.html (14 Mart 2021).

Salcı, T. (24 Mayıs 2019). Theresa May Brexit’e kurban giden ikinci İngiliz başbakan oldu. Anadolu Ajansı. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/theresa-may-brexite-kurban-giden-ikinci-ingiliz-basbakan-oldu/1488443  (20 Mart 2021).

Sefer, Ö. (2014). Birleşik Krallık-Avrupa Birliği İlişkileri Üzerine Bir İnceleme. Marmara Sosyal Araştırmalar Dergisi. 6. 48-61. http://www.marmarasosyaldergi.org/makale/sayi6_aral%C4%B1k_2014_4.pdf (14 Mart 2021).

Sokullu, E.C. (2017). İngiltere’nin AB ile İmtihanı: Siyasal Söylemlerde Avrupa Şüpheciliğin Evrimi ve Brexit. EURO Politika. 11-34. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/700833  (15 Mart 2021).

Şenbaş, D. (2019). Brexit Sürecinin İngiltere ve Avrupa Birliği Açısından Sonuçları. Dimitrov, K. D, Nikoloski, D. ve Yılmaz, R. (Ed.) Proceedings of International Balkan and Near Eastern Social Sciences Congress Series. Tekirdağ.

Türko, E.S. ve Gökçenoğlu S. (2018). AB Tarihinde Bir Geri Adım: Brexit. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi. 9. 1. 574-589. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/942924  (14 Mart 2021).

Vasilopoulou, S. (2017). Theory, concepts and research design in the study of Eurosceptcism. Leruth B. Startin N. ve Usherwood S. (Ed.). The Routledge Handbook of Euroscepticism içinde. Londra: Routledge, 22-35.

Vatandaş, S. (12 Aralık 2018). “Brexit” Kimin Sınavı?: Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği’nin Sancıları Üzerine. İNSAMER. https://insamer.com/tr/brexit-kimin-sinavi-birlesik-krallik-ve-avrupa-birliginin-sancilari-uzerine_1843.html  (15 Mart 2021).

Yavuzaslan, K. (2017). Brexit Yol Ayrımında Avrupa Birliği Sosyal Bütünleşme Çabalarına İnovatif Bir Yaklaşım: Sosyal İnovasyon. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 19. 1. 225-250. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/360523  (14 Mart 2021).

 

 

 

 

 

 

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...