Ayla Kutlu (2017).”Yedinci Bayrak Urumeli’den İzmir’e”. Ankara:Bilgi Yayınevi,2.Baskı,459 Sayfa, ISBN 978-975-22-0627-4.
İlk olarak 2016’da yayınlanan “Yedinci Bayrak, Urumeli’den İzmir’e” romanı, Saraybosna’dan başlayıp İzmir’e kadar uzanan bir yaşam öyküsüdür. Yazarımız romanda göçü, değişen yaşamların acıklı öyküsünü ve sınırları değişen devletlerin insan hayatlarına nasıl da sınırsızca işlediğini başarılı bir şekilde işlemiştir. Kitap toplam 10 bölümden oluşmaktadır. Romanın bölümleri Balkanlarda kaybedilen toprakların ismini taşımaktadır. Her bölüm ayrı bir göçü ve şehri temsil etmektedir. Saraybosna’dan başlayan öykü Üsküp’e, Üsküp’ten Selanik’e Selanik’ten Edirne’ye Edirne’den İstanbul’a İstanbul’dan İzmir’e en son da İzmir’den Salihli’ye kadar uzanan tarihi bir göç romanıdır. Söz konusu şehirlerde yaşanmış trajediler, katliamlar birkaç ailenin yaşantısı ve göç yolu takip edilerek anlatılmıştır. Saraybosna, Üsküp, Vidin ve Selanik Osmanlı-Rus Savaşı ile I. ve II. Balkan Savaşları’nı; Edirne, İstanbul ve İzmir ise I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nı anlatmak için seçilmiş şehirlerdir. Her bölümün başında o şehir ile bağlantılı bir türkü, şiir, ağıt yer almaktadır. Yedinci Bayrak, sürükleyici ve merak uyandırıcı bir dille yazılmıştır. Genel olarak üslubu ve kullandığı kelimeler anlaşılırdır fakat bazı kelimeler günümüzde kullanılmamaktadır. Yazar bu kelimeler için sayfa altında açıklama yapmamıştır. Fakat bahsedilen tarihi bir olay var ise sayfa sonunda belirtilmiştir. Geri dönüş tekniği kullanılarak yazılan romanda kullanılan teknik olayların daha iyi oturmasına ve netleşmesine yardımcı olurken; yine bu teknikle yazılmış bölümlerin bazıları kendi aralarında her zaman kronolojik olarak sıralanmamış olmaması anlaşılırlığı bazen zorlaştırmıştır. Kitap toplam 7 şehir gezmiş bir kadının yaşam öyküsünden yola çıkarak yazılan bir göç romanı olduğu için, ismi ile içeriği gayet bağlantılıdır.
Ana karakter Hasret ve ailesi etrafında dönen romanın, sıradan insanların hayatları üzerinden anlatılır gibi gözükürken edindiğimiz bilgiler aslında tarihi belgelerle desteklenmiş, tarihi olaylar temel alınmıştır. Hasret ve ailesi yerleştikleri yeni yerlerde düzenlerini kurmak için mücadele vermişlerdir. Hasret her zaman adını bir vatana duyduğu özlemle taşıyacaktır: Ait olduğunu düşündüğü hatta nereye ait olduğunu bilmediği topraklara duyacağı ‘hasret’.
Kitap genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları ile parçalanmaya başladığı, Rumeli’de kaybedilen topraklar yüzünden bölgede yüzyıllardır yaşayan Müslüman nüfusun göçe zorlandığı dönemi ele alır. Kitapta insanların uğradığı zorbalık, yorumlanmış gerçekliği ile okuyucuyu sarsmıştır. Bu yönüyle yürek burkan bir dile sahiptir. Anlatımın gerçekçiliği ve tarihî gerçeklerle örtüşmesi ve yazarın bölgenin kültürüne ve değerlerine yer vermesi romanın anlatım gücünü kuvvetlendirmiştir.
Fransız Devrimi’nden sonra artarak yayılan ‘milliyetçilik’ ile birlikte Osmanlı’daki azınlık nüfusun ayaklandığını, büyük devletlerin de bu durumu desteklediği görülmektedir. Ayla Kutlu bu romanını tarafsız ve etnik milliyetçilik yapmadan kaleme almaya çalışmıştır. Kutlu, romanında kadınlara yapılan haksızlıkları ve kalıplaşmış cinsiyet rollerini de kimi zaman eleştiren bir üslup kullanmıştır. Osmanlı’nın kaybettiği Bosna toprağı ve o topraklarda yaşamış halkı için hiçbir şey yapmamış olmasını eleştirmiştir. Aynı zamanda Avrupalı devletlerin yaşanan adaletsizliklere karşı çıkmak yerine buna sebep olan devletlerle ve kişilerle anlaşmalar yaptığını gözler önüne sermiştir.
Bir zamanlar tüm dünyaya hüküm süren Osmanlı’nın yayılmak için uzattığı kol ve bacaklarını geri çekip ‘cenin’ pozisyonuna dönüşü görülmüştür. Azınlık isyanları, çete ve komita saldırılarının Osmanlı’nın batı tarafını yok etme girişimlerinin başarılı olduğunu görülmüştür. Büyük devletler bu isyanlara ve isyan girişimlerine yardımcı olarak kendi sınırlarını garanti altına almışlardır.
Yedinci Bayrak göçün zorluğunu, gittikçe daha uzaklara, daha aç daha yoksul daha umutsuz biçimde oradan oraya savruluşun öyküsüdür. Her ne kadar bir ailenin yaşam öyküsü gibi gözükse de perde arkasında yaşanan trajik olayları içimize işlemiştir.
Çocukluk yıllarını Saraybosna’da geçiren Hasret, babasının yanında çalışan Ali Sabir ile evlenmiştir. Bu evlilikten 2 çocukları olmuştur. Saraybosna’nın Nemçe ( Avusturya-Macaristan) tarafından işgalinden sonra aile Üsküp’e göçer. Berlin Barış Konferansı’nda Osmanlıya ödenen bir miktar altın karşılığında Bosna Hersek’in Nemçe’ye bırakıldığını öğrenen Hasret şaşkınlıktan kendine gelemez. Vatansız kalmanın bu kadar kolay olmasına şaşırır. Artık Tuna’nın öte yanı Osmanlı’ya kapalıdır. Rumeli bu antlaşmayla Osmanlı’dan koparılır. Kafkasya halkları Anadolu’ya göçmüştür. Kars, Ardahan, Batum da Rusya’ya verilmiştir. Hasret, Berlin Antlaşması’nın ardından Saraybosna’ya dönmenin artık mümkün olmayan bir hayalden ibaret olduğu gerçeği ile yüzleşirken Üsküp’te de sıkıntılar baş gösterir. Osmanlıyı yaralı, hasta bir aslana benzeten yazar, “doğrulup soluk almasına bile izin vermeden saldıran çakal sürüsünün ortasında, gövdesini ve canını parça parça yitirmekteydi, “Dün Saraybosna’ya olan yarın – Allah muhafaza- Üsküp’e olmaz mı sanırsınız?” (s.85). Ali Sabir, vatanına, bayrağına, namusuna çok önem veren bir karakterdir. İşgal edilen topraklarda kalmayıp, inancını yaşayabileceği şehirlere göç etmek istemiştir. Bu esnada bir Arnavut genci, kızları Sacide’ye göz koyar. Baba Ali Sabir, Sacide’yi Arnavut’a vermeyince aralarında çatışma çıkar. Arnavut genci Ali Sabir’ i vurarak öldürür. Kocası öldükten sonra Hasret kocasının sözlerini hafızasından hiçbir zaman atamaz. “Osmanlı tuğunun altını vatan bilin, onun dalgalanmadığı yerde yaşamak size haramdır. Benim için tek uğraşınız, kemiklerimi yâd ellerde bırakmamak olsun.” (s. 246) Ali Sabir’in ölümüyle çok zor durumda kalan aile, Selanik’e göç etmek zorunda kalırlar. Hasret’in Selanik’ten göçmesinin en büyük sebebi kocasının vasiyetini yerine getirmek istemesidir. Türklere artık Balkanlar’da da huzur kalmamıştır. Bir zamanlar güçlü olan Osmanlı’nın şimdi çatısı çöküyor tuğun eğiliyor, biz korunma örtümüzü yitiriyoruz. (s.206) Hasret, kocası Ali Sabir’den sonra oğlu Alemdar’dan olan torununu ve oğlu Alemdar’ın eşini de çağın hastalığı koleradan kaybetmiştir. Hasret göçmen olmayı ‘Yaşadığı yerden kopamamakla yaşayacağı yeri tanıyamamaktan oluşan zihin bulanıklığı’(s.80) olarak tanımlamıştır. Selanik’in işgalinden sonra bu kez göç Edirne’yedir. Oysa Edirne’de Bulgar işgaline girmektedir ancak daha sonra Osmanlı ordusu tarafından kurtulacaktır. Romana tümü ile bakıldığında Osmanlı’nın Rumeli’de kurmuş olduğu düzenin bozulma sürecini, Osmanlı’nın azınlıkların taleplerini ciddiye almadığı, onları hep sus payı ile oyaladığı için isyanların artarak devam ettiğini ve savaşa döndüğünü görüyoruz. Balkanlardaki isyanın ortaya çıkışı, Batılı devletlerin bu isyanlara nasıl göz yumduğu gösterilmektedir.
Romanda tarihi olaylar açısından ele aldığımızda 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı, 1911 Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ele alınmıştır. Tarihi olaylar gerçekliğe uygun olarak anlatılmıştır. Roman göç konusunu her ne kadar herkes için ele almış olsa da her konuda olduğu gibi bu konuda da kadın için daha zorlu süreçler mevcuttur. Ayla Kutlu romanlarında çokça kadına ve yaşadıkları zorluklara, toplumsal sorunlara değinen bir yazar iken bu romanında da olayları kadın penceresinden ele alması eserleri arasında incelemede bütünlük göstermiştir. Hatta bazı yorumlara göre nehir roman olma özelliği gösterdiği düşünülmektedir. Tarihsel roman yazmanın zorluklarından biri olan tarihsel gerçeklikle uyumlu olarak ilerlemesini, kurguyla gerçekliğin örtüşmesini başarılı bir şekilde sağlamıştır. Bir tarihi göç romanı olarak yazılmış olan bu kitap bana göçün ve göçmenlerin sadece birer sayıdan ibaret olmadıklarını, tarih adı altında sadece rakamlarla öğrendiğimiz ve üzerinde durmadığımız olayların milyonlarca insanın yaşamı içerisinde nasıl ‘trajedi’ yaratabileceğini bir kez daha göstermiş oldu. Yedinci Bayrak, sınırlarını genişletmek isteyen devletlerin büyümek adına yapılmış savaşların sadece toprak parçası olarak değişmiş sınırlardan ibaret olmadığını, yarattığı etkileri kurgusal da olsa yaşanılması çok mümkün olan olaylar eşliğinde tarihe tanıklık etmek isteyenlerin okumasını şiddetle tavsiye ettiğim bir göç romanıdır. Son olarak, tarihçi Mehmet Genç’in de dediği gibi: ‘Kendimizi yüceltmek için değil, düzeltmek için tarih bilmeliyiz.’
DİLAN KARAHAN
Göç Çalışmaları Stajyeri