Bilindiği gibi, yarasaların görme duyuları gelişmemiştir. Yarasalar çıkardıkları çok yüksek frekanslı ses dalgalarının, etraflarındaki cisimlere çarpıp geri dönmesi yardımıyla yönlerini bulurlar. Bu sesler, çoğunlukla insanlar tarafından duyulmaz.
“Büyüklüğünü” netameli zamanlarda hatırlayan Türkiye, dış politikada hâlâ yarasa mantığıyla hareket etmektedir. Önce çığlıklarını gönderiyor etrafına, sonra çığlıklarını yansıtan mihraklara, oyunculara göre yön tayini yapmaya çalışmaktadır. Aradaki sesleri ise, her seferinde ağızlara rüşvet kabilinden sıklıkla sakız edilen “halk” yeterince duymamaktadır. Geç kalınmış “bilgi” ve strateji merkezleri kadar. Devletin kendi içindeki dağılmışların rolü de oldu bu süreçte. Milli olmaktan öte, milleti avutma esasına dayalı diplomasilerin varlığı, Devletin acizlikleri kadar Devleti tanımlayan unsurların tercihleri de milletin çıkarlarından çok zahiri kurtarmak esasına dayalı, zaten karar verilmiş konuların millete kabullendirilmesi tarzında oldu.
Soğuk savaş dönemi boyunca ümit bağladığı pek çok konuda “ihtiyaçtan acil” yaptığı antlaşma ve uluslararası işbirliği protokollerinden genelde pek fayda sağlamadı Türkiye. Öte yandan ülkemiz, 75 milyonu nüfusu, kendini “muhafazakâr demokrat” kimlikli üçüncü defa iktidara seçimle gelmiş bir hükümeti, 7500 milyar dolar civarında GSMH, 10,000 dolar civarında kişi başına düşen milli geliri ile dünyanın 15. büyük ekonomisi ve dünyanın en büyük ordularından birine sahip olan bir ülke olarak da sıklıkla yenilenen dünya düzeninde önemli bir aktördür. İronik bir şekilde, IMF’nin çizdiği yol haritasıyla mevcut ekonomik duruma gelen ülke, IMF’yi aynı zamanda bir düellocu hasım edasıyla geri de çevirdi.
Görünen o ki, Türkiye gelecek yıllardaki diplomasisini yine, Doğu’ya, Batı’ya ve Kuzey’e gönderdiği çığlıkların yansımalarına göre tayin edecektir. Bunlar arasında, hem NATO üyesi olup hem de NATO’nun parçası olmanın getirdiği sınırlama ve sakıncalardan şikâyet etmek, AB’ye tam üye olmak isterken, AB ülkelerinden hemen her biriyle sorunlu olmak, Şanghay Beşlisine katılmak konusunu anlamlı bir diplomasi çıkışına dönüştürmek, arada bir D8 ülkelerini hatırlamak ama onlarlar da yeterince irtibat kuramamaktan yaşanan hayal kırıklıkları vardır.
Bir yanda “enerji silahtır” diyen ve bu anlayışı ihtiraslı bir tüccar mantığıyla uygulayan Rusya’nın bakışı var. Rusya, yeniden eski muktedir SSCB dönemlerini ihya etmek, ama bunu da ağır sanayi ve silahlanma tehditleri, devrim ihracı ile değil, bizzat elindeki stratejik silahlarla; ideolojik bir devlet olarak değil, malını karaborsa satma yollarına bakan bir tüccar gibi yapmak istiyor. Rusya’nın, kapitalist mekanizmaları üretim alanlarına aktarırken, derinden derine eski “politbüro” endişelerini bırakmadığı da son “ajan takası” meselesinde ortaya çıktı.
Ayrıca Rusya, sınır ötesi çıkarlarını da kollamaktan kaçınmıyor. İstanbul’un orta yerinde katledilen Kafkas soylu komutanları hatırda tutmak lazımdır. Elindeki doğalgaz silahını en etkin şekilde diplomasi unsuru olarak kullanan Rusya, yeni dönemde Türkiye ile yaptığı anlaşmalarla da Kafkasya’da güvenlik konusunu Türkiye ile halletmek isterken, Türkiye’nin Ortadoğu’da stratejik planları konusunda çekinceli davranmaktadır. Bu çekincelerin başında da Suriye ve İran’a verdiği gizli-açık destekler yatmaktadır. Son yıllarda Türkiye, bu hamleleri doğrudan değil dolaylı yollardan karşılama, cevabını verme çabasına girdi. “Milli onur”un akılla buluştuğu noktalarda Türkiye’nin alacağı çok mesafe de önünde durmaktadır.
Diplomasinin arka planları giderek halklardan adeta gizlenen, liderler arası bir satranca dönüşüyor. Halkın idraki mi sorun, liderlerin iktidar savaşı mı yenleri sessizce kana boyamakta olan? Denklemin diğer yanında, aslında yine politik ve ekonomik gelecek kaygılarını “medeniyetler çatışması” teziyle eski misyoner destekli sömürgeciliğe yeni küresellik kisvesi ve apoleti ekleyen ABD var. AB ise, hem ABD’ye ve İngiltere’ye rağmen hem de onunla işleyen bir ittifakı temsil ediyor.
Öte yandan Çin, sessiz ve derinden Çin Seddini Afrika’ya kadar taşıma hedefini yeni küresel paylaşımın kendine düşen kısmı olarak görüyor. Afrika’nın eski sömürgecileri bu havadan mutlu değil aslında. Fransa’nın, Mali’ye, başkasının Somali’ye yaptıkları yapacakları da BM’nin umurunda değil, çünkü aslında BM meşruluğu olmayan bir yapı. Eski Dünyanın eskimezlerini devam ettirmek isteyen bir köhne, emperyalist kurum.
Yani diplomaside Allah’a havale edilen bir şeytan üçgeni modeli var… Mehteran havasında.
Dış dinamiklerin başında Türkiye’nin AB’mi, ABD’mi, yoksa Çin ve Rusya ekseninde mi yeniden yapılanması olacaktır konusu gelmektedir. Öte yandan, Özal ve Erbakan dönemlerinde ortaya atılan, Karadeniz Ekonomik İşbirliği (1992) ve Batılı G7 ülkelerine alternatif olarak ortaya atılan D8 (1997) projeleri tozlu raflardaki yerini çoktan almıştır. “Adriyatik’ten Çin Denizine” gidenlerin ise, gördükleri Türkiye’nin gafleti olmuştur. “Van münütz” serzenişinin aksi zaten kendi rejimlerinin de ezdiği Ortadoğu halklarından geldi. Ancak bölge liderleri nezdinde bunun siyasal okumaları farklı olmuştur. Bölge halkları Türkiye’ye güven ve arkalanmak hissini yaşarken, liderleri ve liderlerinin liderleri bu bölgedeki güç savaşımını okumaktadır.
“Laik” devlet yapısıyla İKÖ’de aktif olarak yer almaya her dönemde çaba gösteren bir ülke de oldu Türkiye. Bu kuruluşun kendi yapısı içindeki problemler, genelde dayanışma ve ekonomik işbirliği alanlarında kesede keklik ya da hoş bir hülyası olan, ama bir türlü kuvveden fiile geçemeyen etkisi tavsiye niteliğinden öteye geçemedi. İKÖ toplantıları bile üye ülkeler arasında sık sık kavgalara sahne olan etkisiz bir yapılanma olarak ortada durmaktadır. Şu an Türkiye belki de zamanın ruhuna uygun olarak, dönem başkanlığını yaparken, eski hafızaları da eskiden kalma sembollerle canlandırmak peşinde. Eski hatıralar ise, tarihte İngiliz ve Fransızların yazdırdığı tarih bilincinin etkisini hala taşımaktadır. Yani bölgeyi kutsallarıyla beraber sömüren güçler, bölgede eskiden hâkim olan Osmanlı Devletinin hatırasını kendi yaptıklarını örtmek için iyi kullandılar.
Çin’in de ilerde “Medeniyetler çatışması” diye adlandırılan yeni sömürgecilik ve küresel sömürü planlarının içindeki yerini, Hong Kong faktörü ve Batı kapitalizmine şimdilik taşeronluk yapmak şeklinde tezahür eden üretim sürecine rağmen, Maocu kapitalizmle (!) evlenmesi sonucu beyaz Çinliler ve statükoyu kendi iktidarlarını bırakmamak için çaba gösterecek ve eski dönem artığı siyasi seçkinler arasındaki çekişmeye rağmen alacaktır.
Amerika’nın Çin’le 1960’ların sonlarına kadar ticari ilişkileri ya hiç yoktu ya da dolaylı olarak ve çok az vardı. Hâlbuki 1970 yıllardan itibaren durum değişti her iki aktör için. Amaç SSCB’nin oluşturduğu kapitalizm karşıtı pakttan Çin’i ayrı tutmaktı.
ABD ile en az 40 yıldır devam eden “favori ticari ortak” statüsü hem Çin’i susturmak hem de Rusya’yla ittifakını engellemek için yapılan bir anlaşma idi. Sonraları Çin, ABD’den hem dolar ve devlet tahvilleri gibi kâğıtlar satın alarak zaman zaman küresel sermayenin kendi yarattığı dengesizlikleri, savaş finansmanından kaynaklanan bütçe açıklarına destek olmaya başladı. Bu gidişle Çin, Amerika pazarlarını da kendi içinde ürettiği orijinal ya da uydurma markalarla doldurmaya devam edecek ve zamanla yamak ve taklit ürünlerle girdiği küresel kapitaliz arenasında, Batı’dan gelen makine parkları ve son model olmasa da giden teknoloji ile artık kendine ait bir komuno-küresel güç olarak hem ABD ve AB’ye hem de Rusya’ya yönelik bir “tehdit” olabilecektir.
Japonya’nın Çin’den aldığı alfabenin, Japonya’ya geri dönüşümü nasıl olacaktır sorusu bizi Son İmparator filminden kareleri hatırlatabilir. Tibet meselesi ise, Amerika’nın elinde Çin’e karşı tuttuğu kozlardan biri olarak beklemekte olup, Doğu Türkistan sorunu da Tiananmen Meydan’ında kendini belirgin olarak göstermişti…
Kuzey Kore ve Vietnam Savaşını Çin’in unuttuğunu sanmıyorum. Soğuk Savaş döneminde SSCB ve ABD arasındaki savaşta Çin, komünist blok içinde en az yara alan ve belirleyici ülke oldu. Ayrıca Çin, özellikle son on yıldır dünyada piyasalardan en çok petrol ve demir-çelik çeken ülkeler arasında, listenin başlarındadır. Son yıllarda buna gıda meselesini de eklersek, Çin, bu yılki krize rağmen gerçekleştirdiği yıllık yüzde on birlik büyüme hızı ve yıllardır devam eden ortalama yüzde onluk büyüme hızıyla ve şu an anlamsız gibi gelen, ama demografik yapısındaki itaatkâr ve nispeten az karışmış ırkın ve 1,4 milyar civarındaki nüfusu ile yakın gelecekte en etkili siyasi aktörler arasında yerini alacaktır. Öte yandan, Çin ve Japonya arasındaki, Kuzey-Güney Kore arasındaki tarihsel problemler, uygun zaman ve zeminde çatışma ortamlarına dönüşebilir.
Kişi başına düşen millî gelir düzeyi belki Amerika ölçeğinde olmayacaktır ama Çin bu gidişle 2050 yılında dünyanın en büyük ekonomisi olacaktır. Doğal olarak bu da pek çok şeyi tetikleyecek ve bazı defterleri yeniden teftişe itecektir. Çin yakın zamanda Güney Kore gibi iktisaden gelişmiş eski arka bahçesinin hatıralarını unutmadan, kapitalist bloktan aldıklarını bir gün ona karşı kullanmak ve eski hesapları yeniden açmaya yönelik çalışmalar yapacaktır. Kuzey Kore’nin onca umarsız davranışlarına karşı, Amerika’nın genelde gözdağı vermek düzeyinde ve anti-propaganda ağırlıklı medya savaşından öteye gitmeyen tehditleri bunu açık göstergesidir.
Sonra Hindistan ve diğer uzak Asya ülkeleri devreye girecekler, hem ticaret hem öykünme hem de sömürgecilik döneminden kalan hatıralar, siyasî ve iktisadî açıdan yeni cephelere dönüşecektir. Uzun zamandır, daha önce Japonya’nın yaptığı gibi, Çin ve Hindistan ABD’ye öğrenci göndermektedirler. Bunların büyük bir kısmı da Türklerin aksine, bir yandan Amerika’nın sunduğu imkânları severek, ama onları kendi ülkelerinin geleceği için kazanca dönüştürmek isteyen mantıkla davranmakta, alfabe ve kültür farklarına rağmen, uzun saatler laboratuarlarda çalışmak direncini –mesela Amerikalıların tersine– azim ve gayretle sürdürmektedirler. Yani Bin Ladin’in teröre dönüştürdüğü bu etkileşim, Tarık Ali’nin The Empire Strikes Back temasına dönüşecektir. Bu da sömürgeciden öğrenilen ile sömürgeciyi yenme mantığıdır. Ancak sömürgeci ve emperyalistin mantığının sabit kalmadığı ve kalmayacağı da açıktır.
Peki Türkiye?
Goldman Sachs’ın bir raporuna Türkiye 2050 yılında en güçlü ülkeler arasında olabilir…
Ancak dışarıdan gelen tenkitleri de taltifleri de Türkiye ancak kendi çıkarları doğrultusunda dinlemeli. Artık hükümetlerin değil, devletin politikası olan politikaları izleyerek, devlet ve hükümet ayrılıklarını tamamen ortadan kaldırmalıdır. Devlet olarak Türk Devletinin ve ülke olarak sadece Türkiye’nin hizmetinde olan bir devlet algısının, milleti maniple değil, milleti yüceltme ve ileriye taşıma rolünü olduğunu unutmadan, sadece sesle değil, duyguyla değil, görüntüyle ve akılla da bunu becermesi, başka ülkelerle ittifaklarında sadece kendini esas alması gerekmektedir.
İşte o zaman, Türkiye yarasa olmaktan çıkıp kartal olmaya başlayacaktır. Türkiye, Türkiye haritasından ibaret değildir. İşte bu nedenle, bulunduğu coğrafyadan ötelerde ümit ışıkları yakabilecek güçtedir. Biriken ışık huzmeleri ile Türkiye geleceğe daha aydınlık bir “harita lambası”yla bakabilecektir.
Metin BOŞNAK
Uluslararası Saraybosna Üniversitesi Öğretim Üyesi