Dünya’da nükleer enerji konusu ya nükleer bombalar ya da nükleer kazalarla gündeme gelmektedir. Japonya’nın nükleer geçmişi bu anlamda oldukça trajiktir. Ağustos 1945’te üç gün arayla Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ile ülkede tam bir felaket yaşanmış, 360 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir.11 Mart 2011’de şiddetli depremin vurduğu Japonya’da yaşanan tsunami sonrası tarihinin en büyük doğal afetini yaşayan ülke aynı zamanda ciddi bir nükleer tehlikeyle de karşı karşıyadır. Yaşanan felaket sonucunda başkent Tokyo’ya 240 km uzaklıktaki Fukushima Daiichi nükleer santralinin 1 numaralı reaktöründe ortaya çıkan radyasyon sızıntısı nedeniyle öncelikle santralin 30 km yarıçapı yakınındaki 140 bin kişi tahliye edilmiştir.
Santralin soğutma sistemlerindeki arıza sonucu, 3 gün içinde 2 patlama gerçekleşmiş, 1 teknisyen hayatını kaybederken 11 kişi yaralanmış, patlama neticesinde hastaneye kaldırılan 104 kişide radyasyona rastlanılmadığı rapor edilmiştir. Santralin 2 numaralı rektöründe soğutma pompasının yakıtının bitmesi nedeniyle rektör kalbinde erime tehdidinin yükseldiği bildirilirken 3 numaralı santralde hidrojen patlaması gerçekleşmiştir. Fukushima’dan sonra Onagawa nükleer santralinde de yüksek radyoaktivite tespit edildiği açıklanmıştır. Uzmanlar, atmosfere yayılan radyasyon miktarının hala yasal sınırlar içinde olduğunu açıklarken bugüne kadar dünyanın yaşadığı en büyük nükleer felaket olan Çernobil örneğinde bir olasılığı da göz önünde tutulmaktadırlar. Uluslararası derecelendirmeye göre Çernobil felaketinin 7’inci düzeyde olduğu hatırlandığında, Japonya’da yaşanan nükleer tehlikenin 6’ncı derecede olduğunun açıklanması durumun önemini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Japonya’da yaşanan felaket, tüm çıplaklığı ile nükleer enerjiyi tekrar tartışmaya açarken; nükleer teknoloji ve santral ile ilgili bilgilerle birlikte Ermenistan’ın Metsamor nükleer santrali örneğinde yetkililere aman dikkat dedirtecek derslerin vurgulanması yerinde olacaktır. Japonya’nın nükleer enerji gerçeği… Bir ada ülkesi olarak oldukça kısıtlı enerji kaynaklarına sahip Japonya, enerjide % 80 oranında dışa bağımlıdır. Bu nedenle enerji üretiminde nükleer enerjiye hem arz güvenliği hem de karbondioksit salınımını azaltması anlamında oldukça önem verilen Japonya’da ilk ticari nükleer santral 1966’da ülkenin kuzeydoğu bölgesinde, gölleri ve düzlükleriyle bilinen Ibaraki Prefecture’de işletmeye açılmıştır. Japonya’nın nükleer enerji programının temeli, nükleer teknolojinin tamamen barışçıl amaçlarla kullanılmasını amaçlayan, demokratik süreçlerde bağımsız yönetim ve açıklık ilkelerini benimseyen 1955 tarihli Atom Enerjisi Temel Kanunu’na dayanmaktadır. Japonya’da ilk ilk prototip reaktör 1963-1976 döneminde çalıştırılmış; ilk ticari santral 1966-1998 yılları arasında işletilen, Birleşik Krallıktan ithal edilen Tokai santrali olmuştur.
Bu tarihten itibaren ABD’den alınan lisanslarla birlikte Japon şirketleri ülkede reaktörler inşa etmişler; 1970’lerden itibaren Japon nükleer endüstrisi, başta Doğu Asya olmak üzere Avrupa’da kullanılan santral dizaynlarını ihraç etmeye başlamıştır.
1990’ların başında toplam enerji ihtiyacının %9’unun nükleerden elde edilen Japonya’da bu oran 2000’de %32’ye çıkmış; günümüzde ise mevcut 55 adet nükleer reaktörde üretilen elektrik miktarı, ülkenin toplam elektrik üretiminin yaklaşık üçte birini karşılamaktadır. 2017 yılında bu oranın en az %40; 2030’da ise %50 olması planlanmaktadır.
Yine Japonya’da halkın nükleer enerjiye yönelik desteğini araştıran çalışmalara göre Japonların ortalama %70 oranında nükleer enerjiyi destekledikleri anlaşılmaktadır.
Nükleer Kazalar
Nükleer enerjinin geçmişinde, halkın nükleer enerjiye bakışında korku ve tedirginlik yaratan önemli kazalar yaşanmıştır. Şimdiye kadar üç önemli reaktör kazası yaşanmıştır. Bunlar:1957 yılında Windscale, İngiltere’de (şimdiki Sellafield); 1979’da ABD’de, Three Mile Island (TMI); ve 1986’da Sovyetler Birliği’nde meydana gelen Çernobil (Chernobil) felaketidir. 10 Ekim 1957’de İngiltere’nin ilk iki reaktörünün bulunduğu Windscale’de çıkan yangın önemli miktarda radyoaktif maddenin atmosfere salınımına neden olmuştur.
Reaktörün istenilenden daha fazla enerji üretmesi sonucu açığa çıkan ısının, yakıtı eritip kritik geometriyi bozması sonucu meydana gelen ‘kalp erimesi’ ise en ciddi kaza durumudur. 28 Mart 1979’da ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki Harrisburg’ta Kurulu Three Mile Island reaktöründe, aşırı ısınmadan kaynaklanan kısmi kalp erimesi, çevreye zararlı radyoaktivite sızıntısına yol açmamıştır. 26 Nisan 1986’da SSCB’de Kiev yakınlarındaki Çernobil reaktöründe yerel saatle 01.23’te ortaya çıkan patlama ise, şimdiye kadar dünyanın maruz kaldığı en kötü nükleer faciadır. Hasar gören reaktörden salınan radyoaktif parçacıkların oluşturduğu dev bir bulut Avrupa içlerinde, 2 bin kilometrelik bir uzaklığa yayılmıştır. Bu nedenle pek çok kişinin uğradığı radyosyonun neden olduğu hastalıkların kurbanı olduğu-olacağından korkulmaktadır. Kaza sonrası, Çernobil’den yaklaşık 1.100 km uzaklıktaki İsveç Formsmark Nükleer Reaktöründe çalışan 27 kişinin elbiselerinde radyoaktif parçacıklara rastlanmış ve yapılan araştırmada bunun nedeninin İsveç’teki reaktörün değil Çernobil’den gelen parçacıklar olduğu tespit edilmiştir. Doğu tipi nükleer santrallerde reaktörün üstünü kaplayan zırh bulunmamaktadır.
Çernobil’de kaza böyle bir reaktörde meydana gelmiş; kalp erimiş; meydana gelen sızıntının kontrol altına alınması mümkün olamamıştır. Kazanın boyutlarının büyük olmasının nedeni budur.
TMI santralinde ise zırh mevcut olduğundan sızıntı reaktörün içinde tutulabilmiştir. Çernobil kazası, reaktör yetkililerinin, güç reaktörlerinde yapılmasına, uluslararası kurallara göre, kesinlikle izin verilmeyen bir deney yapmaları sonucunda meydana gelmiştir.
Yeni nükleer güvenlik kuralları, kalp erimesi gibi kazalara meydan vermeyecek otomasyonları zorunlu hale getirmiştir. Sonuç olarak Çernobil’de reaktör tasarımı ve özellikle de deney yapmak için acil soğutma sistemi ile deney sırasında reaktörün kapanmasını önleyen, tehlike anında çalışmaya başlayan güvenlik sistemini devre dışı bırakan bizzat insan faktörü felaketi getirmiştir. Çernobil kazası, nükleer teknolojinin kırılma noktasıdır.Bu kazada kalp erimiş, radyoaktivite sızıntısı olmuş, başta Ukrayna olmak üzere Türkiye de dahil çevre ülkeleri etkilemiştir. Bununla birlikte, her iki kazadan yeterince ders alınarak kapsamlı bir nükleer güvenlik değerlendirmesi yapılmış; çalışmakta olan reaktörlere ek güvenlik sistemleri monte edilmiş; tasarımlara her türlü kaza olasılıklarına karşı teknolojik önlemler alınması zorunluluğu konmuştur. Japonya, aynı zamanda nükleer kazalar anlamında sürekli gündemde olan bir ülkedir. İstatistiklere göre Japonya’da reaktör başına yılda ortalama 1’er ‘nükleer olay-vaka’ gerçekleşmektedir. Bu kazalardan önemli olanlar ise: 1991’de Fukui’de Kansai Elektrik Şirketine ait Mihama nükleer enerji santralinde şimdiye kadar 2’inci düzeyde gerçekleşen kazadır. Uluslararası derecelendirmeye göre 1997’de devlete ait olan nükleer yakıtların işlendiği Tokaimura’daki santralde gerçekleşen yangın ve patlama ise, 3’üncü düzeyde gerçekleşen kaza olarak kayıtlara geçmiştir. Yine 1999’da Tokaimura’da nükleer araştırma merkezinde ve 4’üncü düzeyde gerçekleşen kaza da önemlidir. Tüm bu kazalarla hem ulusal hem de uluslararası dikkatler nükleer enerji santrallerine yönelmiştir. Tokaimura kazasından sonra halkın nükleer enerji konularında devlete ve işletmeciye olan güveni sarsılmış; kendini nükleer enerji konusunda ‘çok tedirgin’ görenlerin oranı %21’den %52’ye çıkmıştır. Ülkemiz için hatırlanması gereken bir gerçek… Japonya’da yaşanan felaket neticesinde ortaya çıkan nükleer tehdit ülkemizde tartışılırken 24 Ocak 2011’de ajanslara düşen bir haber bugünkü Japonya’dan bile çok daha kötü bir felakete ülkemizi sürükleyecek bir gerçekliği haykırsa da kimsenin ilgisini çekememiştir. Haberde Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Ermenistan’ın Metsamor nükleer santralinde sızıntı haberiyle ilgili olarak radyasyon doz hızı seviyesinde bir artış olmadığını bildirmektedir.
Türkiye’nin Yanıbaşındaki Saatli Bomba: Metsamor…
Metsamor nükleer santrali Iğdır’a sadece 16 km, Erivan’a ise 30 km uzaklıktadır. Ermenistan, 1976’dan beri ağırlıklı olarak nükleer enerjiye bağlı bir ülkedir.Şu an ülkede işletmede olan tek santral, 1980 yılında işletmeye açılan Metsamor Armenia 2 reaktörü olsa da Ermenistan hükümeti ortak girişimle 2018’de bir reaktörü daha, Armenia 3, hizmete almayı kararlaştırmıştır. Bununla Ermenistan 376 MWe olan kapasitesini 1.436 MWe çıkartmayı planlamaktadır. Ermenistan’ın halen toplam elektrik üretiminin %45’i tek nükleer santrali Metsamor’dan karşılanmaktadır. Metsamor nükleer santrali doğu tipi Rus yapımı, üzerinde koruma kalkanı olmayan, eski bir santraldir.
Katı bazalt üzerine inşa edilmiş, dizayn ömrü ise 30 yıldır. Metsamor, o dönemde, Rusların yüksek düzeyli bir sismik bölgeye V-270 tipinde dizayn ettikleri ilk reaktördür. Metsamor’u ilginç kılan ve aslında yanıbaşımızda nasıl bir nükleer tehditle yaşadığımızı bize bir kez daha anlatan yine bir deprem ve ardından yaşanan sıkıntılar olmuştur… 07 Aralık 1988’de Kuzeybatı Ermenistan’da meydana gelen ve Leninakan ve Gyumri depremi olarakta bilinen 6,9 şiddetindeki depremde en az 25 bin kişi ölmüştü. Depremin etkisi o kadar büyük olmuştu ki II. Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa bir Sovyet lider, Gorbaçev, ABD’den insani yardım talep etmişti.
1989’da iki ünitesi sismik tehlike nedeniyle kapatılan Metsamor’da 13 yıl sonra birinci ünite sökülmeye başlanmış; ikinci ünite 1995 yılında, depremden 6,5 yıl sonra, yaşanan ağır ekonomik-sosyal bunalım neticesinde dünyanın gözü önünde tüm tehlikelere ve karşı çıkmalara rağmen resmen dünyanın gözü önünde batı dünyasının desteği ile “siyasi bir kararla” tekrar işletmeye açılmıştır. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu yardımlarıyla Metsamor’un güvenliği arttırılmaya çalışılsa da bugün işletmede olan ünitenin ancak 2016 ya da sonrasında kapatılması(!) planlanmaktadır. Santralin düşük güvenliği, neticede, başta AB ve Türkiye’yi rahatsız etmektedir.
Bununla birlikte santralin 2016’dan önce kapatılması görüşmeleri sürdürülse de, Ermenistan, 2012’de inşasına başlayacak olan ünitenin işletmeye alınmasına kadar bu karara karşı çıkmaktadır. Bu çerçevede Ermenistan, toplam 5 milyar dolarlık bir yatırımla Metsamor’da yeni bir ya da daha fazla reaktörün inşası hakkındaki kanunu Haziran 2009’da kabul etmiş; Aralık ayında Hükümet, Rus-Ermeni ortak girişiminin Metsamor’da 60 yıl dizayn ömürlü bir reaktörün inşası kararını onaylamıştır. Başa dönersek… Deprem sonrası kapatılan Metsamor santrali sonucu Ermenistan resmen 6,5 yıl boyunca, “ortaçağ karanlığına” gömülmüştür.
3,7 milyon ermeni aydınlanma, ısınma, ulaşım, tıp vb. hizmetlerden yoksun kalmıştır. Üstüne üstlük o dönemde yaşanan ağır ekonomik-sosyal bunalım ülkeyi kasıp kavurmuştur. Nüfusun beşte biri, genelde elit ve zenginler, ülkeyi terkederek Rusya, ABD, ve İsrail’e göç etmiştir. Günlük sadece 1-2 saat elektrik verilebilen ülkede ambulanslar çalışamamış; yakıt ve ekmek kuyruklarları oluşmuş; insanlara kupon ile kişi başına sadece günlük 273 gram ekmek verilebilmiştir. Ermenistan’da insanlar gündüz gözlerine kestirdikleri ağaçları hava karardıktan sonra baltalarla kesmişler; ormanlardaki ağaçlarla başlayan “ağaç soykırımı” sokaklardaki ve parklardaki ağaçlarla sürmüş; parlamentonun bahçesindeki ağaçlarlada sonuçlanmıştır. Ekoloji Bakanlığına göre ilk iki kışta Ermenistan’da toplam 800 bin ağaç katledilmiştir(!). O günlerin anısına bugün Erivan’da bir ağaç heykeli dahi bulunmaktadır.
En dramatiği(!) Erivan hayvanat bahçesinde ilk kışta 64 adet hayvan; zebralar, kaplanlar, kuşlar, kurtlar ve parkın tek fili, Vova, açlık ve soğuktan ölmüş; Vova’nın cesedi ne yazık ki hayatta kalan diğer hayvanların yiyecek ihtiyacını karşılamak için kullanılmıştır.
Sonuçta 1993 yılında Ermenistan, deprem sonucu kapatmak zorunda kaldığı santrali ne olursa olsun tekrar açmaya karar vermiştir. Hükümetin bu kararı halk tarafından büyük coşkuyla karşılanmış; Türkiye ve diğer komşularda ise karar protesto edilmiştir. Hatta Türkiye, santralin açılmaması karşılığında, Azerbaycan’la yaşanan savaş nedeniyle Ermenistan’a uyguladığı ambargoyu dahi kaldırmayı teklif etse de bu teklifi kabul görmemiştir. Batının, güvenlik ve sismik hareketler nedeniyle başta karşı çıktığı bu karar sonuçta başta Rusya’nın ardından Fransa, Almanya, Bulgaristan ve diğer Avrupa ülkelerinin yardımlarıyla karşılık bulmuş 05 Kasım 1995’te santral tekrar işletmeye açılmıştır. Metsamor’un tekrar işletmeye açılması, her türlü teknik eksikliğe rağmen nükleer tehdit karşısında güvenliği bir kenara iterek bir anlamda insanlığa karşı da çok önemli riskleri alarak alınmış siyasi bir karardır. Neticede nükleer enerji ülkelerin bir biçimde idari ve teknik olarak karar verdikleri, bunu da siyasi kararlılıkla uyguladıkları bir konu olsa da nükleer enerji özellikle risk bağlamında tüm insanlığı etkileyen sonuçlar doğurabilmektedir. Her türlü nükleer güvenlik önleminin açık, net ve katı biçimde ortada olduğu günümüzde özellikle komşumuz olan ülkelerdeki nükleer tehditlere başta ülkemizin, kamuoyunun ve dünyanın dikkati ivedilikle çekilmelidir.
Doç. Dr. Hamit PALABIYIK
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Biga İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi