Makedonya, İngiltere ve Fransa ortak yapımı olan, Makedonyalı yönetmen Milço Mançevski’nin hayatından izler taşıdığını belirttiği ve 1994’te gösterime giren ilk uzun metrajlı filmi olma özelliği taşıyan Yağmurdan Önce, Birleşmiş Milletler tarafından 1993 yılında tanınan Kuzey Makedonya’nın uluslararası alanda sesini duyurmuş ilk filmi olmuştur. 1995 yılında birçok ülkede yılın filmi seçilmiştir.
Yugoslavya’nın parçalanması ve Bosna Savaşı’nın da etkisiyle karşıt görüşlü gruplar arasında gerilimin hakim olduğu Makedonya’yı ve bu gerilimin yansımalarını üç kısımda üç farklı aşk hikayesi ile izleyiciye aktaran Mançevski, silahlı çatışmaları ve bunların içerisindeki dinsel ve etnik nedenleri de seyircinin içselleştirmesini sağlayacak şekilde yansıtmaktadır. Filmin bölümleri “Sözler”, “Yüzler” ve “Fotoğraflar” başlıkları ile seyirciye sunulmaktadır.
“Sözler” kısmında karşımıza Ortodoks bir dağ manastırı, sessizlik yemini etmiş Makedon bir keşiş ve Müslüman bir Arnavut kızı çıkmaktadır. Makedon bir çeteden kaçan Arnavut kızı Zamira, keşiş Kiril’in odasına saklanır ve bir süre sonra, manastırdaki papazlar tarafından bulunur. Kiril, manastırdan uzaklaştırılmasından sonra sessizlik yeminini bozar fakat Zamira ile hala iletişim kuramaz zira birbirlerinin dilini anlamamaktadırlar. Buna rağmen, aralarında oluşan bağ ve bundan doğan ‘aşk’, seyirciye başarılı şekilde yansıtılmaktadır. Kiril ve Zamira kaçmaya devam ederken yolları Zamira’nın büyükbabası ve onun çetesi tarafından kesilir. Bir Makedon ve bir Arnavut’un bir arada olması, halihazırda gergin ve çeteleşmiş bir ortamda olmaları nedeniyle, büyükbabanın öfkesine sebep olur ve onun Kiril’i kovmasıyla sonuçlanır. Nitekim Zamira’nın Kiril’in peşinden gitmeye çalışması ise filmin ‘anlatmak’ ve ‘göstermek’ istediği hususlardan birine nokta atışı yapar. İki genç insanın birbirlerini sevgi ile koruması ve aynı dili konuşmasalar bile tehlikenin farkında olup birbirlerine sahip çıkmaları sonucunda ortaya çıkan aşk, vahşice yok edilir.
Filmin ikinci bölümü “Yüzler” ise seyirciyi savaş ve gerilim ortamından çıkarıp Londra’nın göbeğine bırakır. Bir ajansta editör olarak çalışan Anne, Anne’nin sevgilisi ve aynı ajansta fotoğrafçı olarak çalışan Pulitzer ödüllü Aleksander ile Anne’nin boşanmayı düşündüğü eşi Nick ikinci kısmın ana karakterleri olarak karşımıza çıkar. Memleketi Makedonya’ya yerleşmeyi isteyen Aleksander, Anne’e bu teklif ile gittiğinde Anne böyle bir şey yapamayacağını, Londra’daki hayatını bırakamayacağını söyler. İlerleyen sahnelerde, eşi Nick ile bir restoranda yemek yiyen Anne, eşine boşanmak istediğini belirtir. Aslında burada ikinci bölümün vurucu kısımları, arka planda sahnelenmektedir. Garsonlardan biri ile tartışan bir müşteri, kavga çıkardığı için mekandan kovulur. Sonraki dakikalarda bu kişinin geri dönüp makineli tüfek ile restoranı taraması ağır çekimde izleyiciye sunulurken, hayatlarında böyle bir şiddet olayına hiç yaklaşmamış veya yaklaşmayacağını düşünen insanların hayatlarını kaybetmesi, akıllara şu soruyu getirir:
“Savaş, terör eylemi veya sağlıksız psikolojide olan birinin bulunduğunuz mekanda olay çıkarıp herkesin ölümüne sebep olması… bütün bunların nedeni ne olursa olsun, nerede yaşarsak yaşayalım, şansa yaşıyoruz diyemez miyiz?”
Savaşın kazananının olmaması ve Yağmurdan Önce’nin bizlere sunduğu sahnelerin aslında çok da uzak bir geçmişte yaşanmadığı gerçeği, şiddetin türünden ziyade ne sıklıkta ve hangi ortamlarda olabileceğinin ayırdına varmamız açısından önem arz etmektedir. Kültürel değişikliklerin, kötü bir ruh halinin veya minik anlaşmazlıkların bile insanların birbirlerinin canına kastetmesine sebep olabildiği gerçeği, en saf haliyle seyirciye aktarılmış ve yüzümüze tokat gibi çarpılmıştır.
Filmin üçüncü kısmı olan “Fotoğraflar”, Makedonya’ya, yurduna, dönmüş Aleksander’in oradaki ailesi ile uyum sürecini aktarmaktadır. Aleksander’in çocukluk arkadaşı, Arnavut olan Hana’nın izini bulmaya çalışması ve Hana’nın köyüne gitmesi filmin en kritik noktalarındandır. İkisi arasındaki bağ, filmin ilerleyen dakikalarında izleyiciyi yine sorgulamaya itmektedir. Dostluk, hatta aile bağlarının dahi etnik ve dinsel farklılıklar karşısında bir hiç olması, kişilerin kendi aralarındaki ilişkilerinin koca bir topluluğu çatışmaya sürükleyebilmesi gibi olaylara ekran karşısında seyirci kalmak, insan doğasını sorgulattığı kadar yüz kızartmakta ve insanlığın, yaşanılan toprakların geçmişi ile talihini sorgulatmaktadır.
Filmin ‘döngüsel’ bir şekilde işlemesi de zamanın asla ölmediğini izleyicilere hatırlatmaktadır. Şu anda, bulunduğumuz yerde, yaklaşık 30 yıl önce yaşanan bir insanlık dramının ufak bir kısmını kurgu halinde izleyebiliriz ve buna ekranlarımız karşısında sadece ‘seyirci’ kalabiliriz fakat o topraklarda bu acı hala belleklerdedir.
DİLARA NESRİN BULUT
Balkanlar Staj Programı