Takvimleri sever milletimiz. Milatlar oluşturur durmadan. Saatli Maarif Takvimiyle irfan sahibi olduk nicedir! Bir meşhur 1968 kuşağı vardı, sonraki ise 1975 oldu. Ve dahi 1980 kuşağıdır çıkan sahneye şimdi.
Terör döneminin ıstırabını hem bedenen hem ruhen hissedenler o günleri asla tekrar yaşamak istemeyeceklerdir. O günler gider ve bir daha geri gelmez İnşaallah. Fakat silahlı ve silahsız çatışmaları, zorbalıkları bir tarafa, o günlerde insanların bugünlerde olmayan birkaç güzel ve takdir-i şayan tarafları vardı. İster sağda olsun ister solda…
İnsanlar o zamanlar daha çok okurlardı. Kitap okurlardı, gazete okurlardı, ama okurlardı. Okuduklarını ideolojilerine mermi yapmak için de okurlardı, karşı tarafı çürütmek için de okurlardı, ama okurlardı. Gazeteyi de kitabı da ideolojik beslenme ve psikolojik savunma için okudukları doğrudur, ama okuyorlardı. Hem gazete-kitap okumanın hem de tahsil anlamında okumanın, “okumayan” insanlar gözünde dahi belli bir anlamı ve önemi vardı…
Daha da önemli bir husus vardı o zamanlar. Ki, bugün hemen hiçbir kesimde yok gibidir: Onların saygın ülküleri vardı. O ülküler kendilerini bağlıyor ve kendilerini aşıyordu. Şahsi menfaatler değil, daha büyük, daha yüce gördükleri, uğrunda hem yaşamayı hem de ölmeyi göze alabilecekleri ülkülerdi onlar. Körlükleri biraz da bunandı. Gözlerindeki iris tabakasını kaplayan şeydi o ülküler, ceplerine ve havsalalarına çöreklenen çıkar değil. Öldüler de, hapse de girdiler, sakat da kaldılar. Yarlıgasız yargılarla idam da edildiler. O fıkradaki Laz mantığıyla: “bir onlardan, bir bizden.”
Kendilerini de sorguladılar. Kim içindi yaptıkları? Liderlere niçin bu kadar tabii olmuşlardı? Kimi zaman tereddüt ettikleri meselelerde kendilerinin aslında ne kadar da haklı olduklarını… Ama düdük çalınmış, maç bitmişti… Şimdi kıyıda köşede kalmış bütün emekli hakemler holdinglerin üst kurullarında büyük oyuncular olmuşlardı. Bir bakıma ülkeyi ekonomik olarak da kurtarma çabalarıydı bunlar! Hatta bu emekli hakemden dönme yeni oyunculardan holding sahibi olacak kadar memleket hizmetine kendilerini vakfetmişlerdi.
Ulusu’lu yıllar ve tekrar sultalı demokrasiye geçiş yılları başladı… Özal damgasını vurdu bu yıllara. Hem de nasıl? DPT kökenli olduğu, özel sektör tecrübesi olduğu için askeri hükümetinde bir müddet gözdesi olmuştu zaten… Askerin sivillere askeri tarzda yaptırttığı yeni anayasa yüce milletimin –ki bu zamana kadar askeri idareden de sıkılmışlar, eski günleri bir kere daha muhakeme etmeye başlamışlardı–yüzde doksan iki gibi bir çoğunlukla okumadan, anlamadan hüsn-ü niyet ve hüsn-ü kabulleri ile yürürlüğe soktular…
Özal eski siyasilerin yasakları olması ve askerlerin de metazori işbaşına getirmelerindeki avantajlarını da hesaba katarak siyasete girip ANAP’ı kurdu. Ondan önce Amerika’ya gidip bilgilerini tazeledi ve kilo verip karizmatik ABD başkanlarının usulleriyle nasıl başbakan olabileceğinin notlarını da kafasına kazarak ülkeye dönmüş, hem ülke içinde tanıdıkları hem de ülke dışında özellikle ABD’de irtibatlı olduğu kişileri siyasete çekmeyi başarmıştı…
Vaktiyle MSP’de yapamadığını şimdi daha güçlü bir konumda ANAP’la yapacaktı… Ve Kenan Evren’in bizzat emekli bir asker olan Calp’ı işaret etmesine rağmen, milletimiz Özal’ın o iki elini kafasının üzerinde birleştirerek yaptığı “dört eğilimi” birleştirme rumuzunu hafızalarındaki acılarla yan yana koyarak iyi idrak etti. Seçim sisteminin de yardımıyla Özal başbakan oldu, partisi tek başına iktidar. Özal bir şeyi iyi biliyordu en çok: Ortadoğu’da en az iki bin yıldır yöneten ve yönetilen ilişkisi çoban ve koyun sürüsü metaforuyla anlatılır.
Ülkedeki kimi değişimler Özal’la başladı. Şöyle diyordu Özal: “Anavatan Partisi 20 Mayıs 1983 günü kurularak, memleketimizin siyasi hayatında yerini almıştır. Partimizin sembolü, bal petekleri ile donatılmış Türkiye haritası ve bal arısıdır. ARI çalışkanlığı, PETEK aziz vatanımızın en ücra köşesine kadar mamur hale getirilmesini ifade etmektedir. Milli ve manevi değerlere bağlı, sosyal adaletçi, rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisini esas alan bir parti olarak, programımızda belirtilen bu ilkeler etrafında birleşmeyi sağlayıp, Türkiye’yi ileri ve modern bir ülke haline getirmek en ulvi görevimiz olmalıdır. Bunun için, programımıza inananları, daha önceki siyasi görüşleri ne olursa olsun birliğe ve beraberliğe davet ettik. Aziz milletimiz çekişmenin, kargaşanın ve bölücülüğün hiç bir zaman yanında olmamıştır. Geçmişte şu veya bu şekilde kavgaya itilenler veya kendini kavganın içinde bulanlar muzdariptir. Kırgınlıkların giderilmesine, yaraların sanılmasına, dostluğun, kardeşliğin ve dayanışmanın geliştirilmesinde zaruret vardır. Anavatan Partisi bir hizmet kapısıdır, “Halka hizmeti hakka hizmet” olarak görür. Ülkemiz, insanımızın çalışkanlığı ve kabiliyeti, tabii kaynaklar ve coğrafi avantajlarıyla gelişmişliğin zirvesinde yer almaya layıktır. Bu cennet vatan tarih boyunca Dünya’nın en ileri medeniyetlerini bağrından çıkarmanın haklı gururuna, bu aziz milletle gelişmiş ve medeni olmanın tarihi tecrübesine sahiptir. Milletler arasındaki medeniyet yarışında geri kalmamızın meşru ve makul sebebi olamaz. Milletimize doğru hedefler gösterildiği önüne konulan mânialar kaldırıldığı, birlik ve beraberliğin bozulmadığı müddetçe aşamayacağı engel, çözemeyeceği mesele yoktur.”
Ve ardından ekliyordu:“Memlekete sahip, milletine hizmetkâr ancak yapabileceğini vadeden ve vaadinde mutlaka duran dostluğu, kardeşliği sevgi ve barışı şiar edinmiş bir anlayışla bu vatana en verimli bir şekilde hizmet edebileceğimize ve ülkemizi milletlerarası camiada mümtaz ve layık olduğu seviyeye çıkarabileceğimize inanıyor ve yüce Allah’ın gayretlerimizde bize yardımcı olmasını diliyoruz.”
İnsiyaki olarak ve felsefesine daha inmeden gönlünü kaptırdığı bir serbest piyasa ekonomisinden bahsediyordu Özal. Şanlı halkımın esnafı bunu “istediğin malı, istediğin fiyata sat!” diye anladı. Ve tabii ki beğendi. Eskiden olduğu gibi malların üzerinde alış-satış etiketleri olmayacaktı. Bu liberal ekonomiye aykırı idi. Sonra teşebbüs hürriyeti bunu tamamladı, ama üretim aynı ölçüde hem sınırlı hem de düşük kaliteli kaldı. Canım her şeyi yapmamamız gerekmiyordu ya! İthal edebilirdik…
Ve traş bıçağından muza kadar bir ithalat furyası başladı. Borç yiğidin kamçısıydı nasıl olsa. Zaten ismen var olan ve okullarda sadece çocukların kutladığı “yerli malı haftası” iyice tuluat tiyatrosu malzemesi oldu. Yerli araçlarda zorlayıcı bir şey yoktu… Onları üretenler gene devlete sırtlarını dayayıp dört teker üstünde yürüyen tenekeler olarak hizmet vermeye devam ettiler. Yeni bazı otobüsler de bu arada piyasaya girmeye başladı ve kamyonlar biraz daha farklılaştı, çeşitlendi. Hızlandılar, arabalarla yarışacak kadar hem de…
Din ve vicdan hürriyetinden dem vuruyordu Özal ve yavaş yavaş Demirel’in tabanını kendine kaydırdı. Mütedeyyin kitleler yine bir siyasi Mesih’e kavuşmuşlardı. Tarihten bahsediyordu, Allah’tan yardım istiyordu. Bir büyük maziden bahsediyordu. Türkeş’in tabanı da yorgundu ve Özal fena bir adama benzemiyordu hani. Üstelik eski ülkücü kimi bozkurtlar Özal’ın yuvasına, partisine girmiş ve hüsn-ü kabul görmüşlerdi. Davaya hizmet olduktan sonra mekân da önemli değildi. Ve onlara da hitap ediyordu Özal. Geçmişteki gönül yaralarını ve tedavi olarak önerdiği sosyal adalet ve daha ne olduğu ne adına olduğunu en azından benim anlayamadığım “birlik ve beraberlik” destanını da reçeteye ekleyince, Özal’ın halk irfanında zaten yeri olan arı sembollü partisi eski sol fraksiyonlardan da oy aldı. Uzlaşma olmuştu işte…
Metin Boşnak
Saraybosna Üniversitesi Öğretim Üyesi