Çin, son 20 yılda gerçekleştirdiği reformlarla “bölgenin süper gücü” haline geldi. Acaba dünyada da süper bir güç olup ABD’nin hegemonyasını kırabilecek mi? Bunu gerçekleştirmek için büyüyen ekonomi motorunun akaryakıtı olan enerji sıkıntısı ile karşı karşıya iken; nasıl oluyor da ABD’nin karşısında bir Çin Seddi gibi dikilebiliyor? Dünyanın adeta domino etkisine maruz kalırcasına bir durgunluk içerisine girdiği bir dönemde nasıl oluyor da Çin azami bir büyüme gerçekleştiriyor[1]? Acaba Napolyon’un dediği gibi; “Çin uyandı ve dünya mı sarsılmaya başlıyor?” Gerçekten uyuyan ejderha uyandı ve tırnaklarını bilemeye mi başladı? Peki, kime karşı? AB? ABD? Rusya? Yoksa “hepsi” birden mi?
Aslında 1800’lü yıllara[2] kadar dünyanın en büyük ekonomik gücü olan Çin, 1970’lerden sonra gerçekleştirdiği ekonomik ve siyasi değişimlerle beraber dışarı açılma politikası izlemiş, ABD’den sonra dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelmiştir. Çünkü ABD en fazla % 3,5-5 oranında bir büyüme gerçekleştirirken Çin % 7’den daha az bir büyüme gerçekleştirmemiştir[3]. Hatta 20 yıllık ortalama büyüme oranı % 9,5’dir. Öyle ki; 1990-99 yılları arasında Çin % 10,1-10,7’lik bir büyüme gerçekleştirirken aynı dönemde ABD sadece % 3-3,4’lük bir büyüme gerçekleştirmiştir. Bununla beraber 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’de peş peşe yaşanan iflas olayları ve krizler de gelecek birkaç sene içerisinde bu oranların dahi gerçekleştirilemeyeceğini göstermektedir[4].
Bununla beraber 1978 sonrası yapılan reformlardan bazıları var ki çok önemlidir; dışa açılmayla beraber özel firmaların piyasaya girişi, kamu firmalarının artan verimliliği, karlarda sağlanan artış, etkili bir vergi sistemi reformu ve Devlet Ticaret Örgütü’ne giriş gibi. Bu yolla ülkeye yönelik artan güven, doğrudan yabancı yatırları arttırmış ve bu sayede ülkenin hızlı gelişimini devam ettirmek için gerekli olan teknoloji transferini de sağlanmıştır. Öyle ki; 2001 yılında dünya üzerindeki yabancı sermaye yatırımı % 50 azalırken Çin’de % 15 artmıştır. Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesiyle beraber dünya pazarı ile sağladığı yeni bağlantılar sonucunda dünya ticaret hacmi de artmıştır[5].
Daha önce başlayan fakat 1993 yılından itibaren daha hızla devam eden reformlar ( mülkiyet yapısında değişiklik, her coğrafi bölge ve ekonomik sektör için ayrı planlamaların yapılması…) büyümenin ana motorunu oluşturmuştur. Çin, büyümede yavaşlamanın olduğu yıllar olan 1997-2002 yılları arasında bile “büyük olanı tut, küçük olanı bırak[6]” politikası ile bu büyüme seyrini azalsa da devam ettirmiştir.
Çin’in elinde 1,600 milyar doları aşan döviz rezervleri bulunmaktadır. Ayrıca 250 milyar dolarlık Amerikan hazinesi aracı satın alarak ABD finans sektörüne çoktan adapte olmuştur. Hatta ABD’ye, giderek artan ihracatı ile ABD’nin enflasyonunun dengede kalmasını sağlayan yegâne güçtür[7]. Bununla birlikte, Hong Kong ile dört yüz yıllık Portekiz sömürgesi olan Macau’nun ülkeye katılması sonucunda Çin’in hem gücü hem de iştahı artmıştır. Kolları sıvayan Çin sıranın Tayvan’da olduğunu her fırsatta dile getirmektedir. Bu konuda ABD de yeşil ışık yakmıştır.
Çin’in büyümesindeki en büyük engel sınırlı olan doğal kaynaklara karşın artarak artan enerji ihtiyacı gibi durmaktadır. Fakat Çin, son dönemde yapılan doğrudan yatırımlar ve imzalanan ikili antlaşmalar ile bunu da büyük oranda çözmüş bulunmaktadır. Çin’in, Güvenlik Konseyi’nin Sudan’a yönelik uygulamak istediği yaptırımlarda gevşek ve ağır davranmasının en büyük sebebi bu bölgedeki petrol yatırımlarıdır. Hatta Sudan’daki varlığını arttıran ve oradaki birçok petrol varlığının da doğrudan sahibi olan Çin; gerek ABD’yi gerekse AB ülkelerini huzursuz etmektedir[8]. Bu yolla uluslararası piyasalardan daha karlı ve daha güvenli kaynak temin etmeye başlamıştır.
Petrol ihtiyacının %60’nı Ortadoğu’dan karşılayan Çin, yine İran içerisindeki çıkarlarını gözetmekte ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer program ile olarak alacağı kararların Güvenlik Konseyi’ne gelmesini engellemektedir. Hatta bu nedenle, İran’a yönelik alınan yaptırım kararlarının çoğunun yumuşak olmasını sağlamıştır. Bunun bir diğer sebebi de elindeki kartları güçlendirmek istemesidir. Sorunlu olsun ya da olmasın, çıkarlarını gerçekleştirmek için girdiği her bölgede özellikle ABD karşıtı olan petrol zengini ülkelerle yakın ilişkiler kurması ABD’nin tahtını sallama isteğini açıkça ortaya koymaktadır. İran, Sudan, Küba, Brezilya, Endonezya, Kazakistan ve Venezüella bu ülkelerden sadece birkaçıdır. Suudi Arabistan[9] bile bu teklife olumlu yaklaşmıştır. Bu açıdan, her ne kadar henüz Çin’in bir süper güç olduğunu söyleyemesek de; küresel bir güç olduğunu söylemek mümkündür.
Enerji iştahı kabaran Çin’in petrol ve doğalgaz alanında Ortadoğu ve Latin Amerika’dan sonra Afrika’ya da el atması manidardır. Çünkü enerji sorununa artık kalıcı bir çözüm yolu bulmak ve kaynakları çeşitlendirmek istemektedir. Bu politikaların temel amacı hem ABD’yi zor durumda bırakmak[10] hem de büyük oranda Amerika’ya bağlı Körfez ülkelerine olan bağımlılığını azaltmaktır. Bunun için Çin yönetimi enerji alanında işletmelerine büyük fonlar ayırmakta, onlara bu alanda sonuna kadar destek vermektedir.
Çin’in kısa vadede en büyük amacı; Orta Asya ile petrol boru hatları bağlantıları kurmak ve bu hatlara İran’ı dâhil etmektir. Bu yolla Hürmüz ve Malacca boğazlarından geçmek zorunda olan deniz ulaşımı yollarının hem kırılganlığını hem de enerji maliyetini asgari düzeye indirmeyi hedeflemektedir. Deniz aşırı menfaatlerini ve artan deniz aşırı ticaret yollarını korumak isteyen Çin’in donanmasını yapılandırması bunun en büyük kanıtıdır. Bunun farkında olan İran ise Amerika’ya karşı en büyük kozu olan Çin’e yaklaşmaktadır. Aslında nükleer enerji üzerine gelişen ABD-Rusya yakınlaşması da buradan okunmalıdır. Çünkü tek başına ne ABD Ortadoğu’da ne de Rusya Orta Asya’da Çin’e karşı duramayacağının farkına varmış ve bazı konularda birleşme kararı almışlardır. Çünkü 2050 yılına gelindiğinde nüfusu azalan Rusya, nüfusu gittikçe artan Çin tarafından yutulma tehdidi ile karşı karşıyadır[11]. Aynı şekilde ABD de 2050 yılında iki katına çıkan Latin Amerika nüfusu karşısında “Latinleşme” tehlikesi ile karşı karşıyadır.
ABD’nin, Çin’in bu gelişimini engellemesinin önündeki en büyük engel; ABD’nin bu genişlemeyi sert gücünü kullanarak, başka ülkelerin topraklarını istila ederek uluslar arası topluma karşı yapmaya çalışmasıdır. Buna karşın, Çin’in bunu yumuşak gücünü kullanarak, ulusların egemenlik haklarına saygı duyarak yapmasıdır[12]. Bu başarının temel mimarları hiç şüphesiz; Çin’in istikrarlı hükümetleri, Çinli teknokratların sabırlı stratejik planlamaları ve dışarıdan ülkeye giren ve giderek artan doğrudan yabancı yatırımlardır
Bunların yanı sıra Çin halkı 2. Dünya Savaşı’nda çektikleri sıkıntılardan dolayı Yahudi halkına büyük ilgi duymaktaydı. Fakat son zamanlarda ABD içindeki Yahudilerin de desteği ile İsrail yönünde kararlar alınmaya çalışılmaktadır. Fakat bunun önündeki en büyük engel yine Çin’dir. Çünkü Çin’e göre o bölgede alınacak böyle bir karar Ortadoğu’da istikrarsızlık yaratacak ve enerji güvenliğini tehlikeye atacaktır. Bu yüzden Çin, İsrail lehine alınacak kararlara her ne şekilde olursa olsun direnmektedir.
Çin yükselen bir güçtür. Bunun en büyük göstergelerinden biri Çin’in iki yıl önce BM Güvenlik Konseyi tarafından “Doğu Türkistan Hareketini” terörist örgütler listesine ekletmeyi başarmasıdır. Öyle ki bununla yetinmeyen Çin, ABD’nin geri adım atarak Tayvan’a destek vermemesini de sağlamıştır. Bununla beraber, en büyük başarılarından birisi hiç kuşkusuz toprak anlaşmazlıklarını barışçıl yollarla çözmesi ve çözmeye çalışan taraflara aracı olarak yardım etmesidir. 1960’lı yıllarda Nepal, Moğolistan ve Afganistan ile olan sınır sorunlarını bu çerçevede çözmüş, son yıllarda ise Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan sınır sorunlarını ortadan kaldırmıştır. Ayrıca ABD-Kuzey Kore diyaloğunu başlatmaya namzet olduğunu da her ortamda vurgulamaktadır[13].
Öte yandan, özellikle ABD öncülüğünde petrol ihraç eden ülkelere uygulanan devamlı ambargolar ve düzenlenen müdahaleler günümüzde keskin bir şekilde hissedilen petrol fiyatları ve enerji krizinin asıl sebebini oluşturmaktadır. Bu açıdan ABD kendi elleriyle kendi mezarını kazmakta, hegemonyasını aşındırmaktadır. Çünkü ABD ve Çin 2030’lu yıllardaki petrol tüketimi dünya petrol tüketiminin % 80’ini oluşturacaktır. Ve oranları neredeyse bugünkü gibi yarı yarıya olacaktır. Bu açıdan çatışmadan çok işbirliğine gideceklerdir. Bu ise dünyanın kutup sayısının ikiye katlanması demektir; ABD ve Çin.
Kimileri onu yükselen güç olarak tanımladı, kimileri ise bölgesel bir güç; ama o daha şimdiden “süper bir güç” olacağını kanıtladı. Ekonomik büyüme oranları, dünya ticaretinde artan ağırlığı ve dünyanın temel sorunu olan enerji güvenliğine şimdiden kavuşması bunun en büyük kanıtıdır. Çünkü “uyuyan dev çoktan uyanmış ve ininden çıkmıştır!”
Deniz TÖREN
Hacettepe Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
[1] 2008 yılı küresel finansal krizde Türkiye’de dâhil olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin ekonomileri ortalama % 3 daralırken Çin ekonomisi %9 oranında pozitif bir büyüme sağlamıştır.
[2] Bu yıllara kadar büyük bir ekonomi olmasını sağlayan unsur, ekonomisini dev yapan ve ticaretin akışının sağlandığı tarihi “Baharat ve İpek Yolları’dır.”
[3][3] Çin Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yaptığı bir çalışmaya göre; ülkenin % 7’nin altında gerçekleştirdiği bir ekonomik büyüme sonucunda işsizlik ve enflasyonun ortaya çıkacağı saptanmıştır.
[4] Bugünkü durum bunun bir kanıtıdır.
[5] Bundan en çok faydalanan ve büyük bir refah sağlayan ülkeler hiç kuşkusuz sanayi malı ihracatçısı olan AB ülkeleridir.
[6]Ülkenin dış âleme açıldığında küçük işletmelerin rekabet edemeyeceği, bu yüzden büyük işletmelerin desteklenmesi gerektiği prensibine dayanmaktadır.
[7] Bunun en büyük sebebi satımlarını Çin Yuan’ı yerine Amerikan Doları üzerinden yapmasıdır. Bunun sonucunda, gerektiğinde Amerikan Merkez Bankası küçük meblalarda para arzı ile dengeyi sağlamakta, bu ise enflasyonun doğmasına engel olmaktadır.
[8] Sudan’ın ikiye ayrılması ve son Libya müdahalesini bu açıdan yorumlamak mümkündür. Çünkü Ömer El Beşir yönetiminde Batı’ya güvenmeyip, neredeyse tüm kaynaklarını Çin’e pazarlayan Sudan, ikiye bölünerek Çin’in Sudan’ın enerji kaynaklarına girişi geçici bir süreliğine önlenmiştir.
[9] Bunda 11 Eylül sonrası özellikle ABD’de yükselen İslam düşmanlığı büyük rol oynamıştır.
[10] Çin’in, 2001-2002 yılları arasında sadece sınır sorunlarının çözümü alanında başlayan Sangay İşbirliği Örgütü’nün etkinlik alanını siyasi, ekonomik ve enerji alanlarında genişleterek ve Rusya ile işbirliğine giderek Orta Asya bölgesinde de Amerika’yı sınırlandırmaya çalışması bunun en büyük kanıtıdır.
[11] Çin, Rusya’nın seyrek nüfuslu ve Çin’e komşu olan güney doğu bölgesindeki bazı topraklarını kendisine bedeli ile teslim edilmesi teklifini yaparak bunu Rusya’ya belirtmiştir. Rusya ise dışarıdan gelen ve kendi topraklarında çalışmak isteyen Orta Asya Cumhuriyetleri’nde yaşayan Rus kökenli vatandaşlarını o bölgeye yerleştirmeye başlamıştır. Bu ise tehdidin boyutunu gözler önüne seriyor.
[12] Ülkeleri ABD’nin Afganistan ve Irak’ta çeşitliği bahaneler ileri sürerek yaptığı gibi istila etmemesidir.
[13] Çin, Kuzey Kore-Amerika anlaşmazlığını giderecek tek aracı ülke konumundadır.