Deutsche Welle tarafından 2020 yılında hazırlanan USA vs China: The New Cold War On The Horizon adlı belgesel, DW Uluslararası Baş Editörü Richard Walker’ın anlatımıyla günümüzün iki süper gücü ABD ve Çin arasında yaşanması muhtemel yeni tip bir Soğuk Savaş riskini, bunun altında yatan sebepleri, olası senaryoları ve bu konuda yapılması gerekenleri konu edinmektedir. Belgeselde Çin Uzmanı DW muhabiri Melissa Chan, Çin ve Küreselleşme Merkezi’nin başı Wang Huiyao, Ulusal Asya Araştırma Bürosu kıdemli üyesi Nadège Rolland, Avrupa Parlamentosu Çin Delegasyonu Başkanı Reinhard Bütikofer ve eski Avustralya başbakanı Kevin Rudd gibi uzman isimlerle röportajlar bulunmaktadır.
Belgesel objektif bir gözle Çin-ABD çatışmasını incelemektedir. Çin’in 21. yüzyıldaki yükselişini 20. yüzyıldaki ekonomik politikalarına bağlar. ABD’nin ise 11 Eylül olaylarından sonra girdiği düşüş trendini gösterir. Belgesel günümüzde güç dengesinin Çin’den yana olduğunu ima eder gibi görünmektedir; fakat bunun yanında Çin’in insan hakları ihlallerinden ve otoriter yapısından söz etmeyi de ihmal etmez. Belgeselde çizilen olası Soğuk Savaş senaryosunda tüm bağlarını koparan ve kendi etki alanlarına çekilen bir ABD ve Çin profili görürüz. Günümüzde Çin ve ABD ekonomilerinin ne kadar iç içe geçtiği düşünülürse bu senaryo pek gerçekçi durmamaktadır. Ancak yine de muhtemel Soğuk Savaş senaryoları düşünmek izleyiciye farklı perspektifler kazandırabilir.
Çin-ABD çatışması, incelenmeye günümüzden başlanır. 2020 başlarında oldukça iyi olduğu gözlenen ABD-Çin ilişkileri koronavirüs Amerika’yı vurmaya başlayınca gerginleşir. Trump, Çin’i koronavirüs pandemisinin asıl sorumlusu olarak öne çıkarır. Amerika’nın Çin’i suçlama stratejisine karşılık Çin de Amerika’yı suçlamaya başlar. Belgesel günümüz dünyasının iki süper gücünün doğrulanmamış komplo teorileri üzerinden birbirlerine saldırmaları tuhaflığını gözler önüne sermektedir. Bu stratejinin nedeni muhtemelen ortak bir düşman yaratarak halkın odağını devletlerin koronavirüsle mücadeledeki yetersizliğinden başka yönlere çevirmektir. Fakat bu stratejinin doğurduğu, Trump yönetiminin Dünya Sağlık Örgütü’nden fonlarını çekmesi gibi, ciddi sonuçlar vardır. Amerika’nın pandemiyle mücadelede küresel liderliği üstlenmemesi, Çin’i dünyada bu boşluğu doldurmaya iter. Bunun yanında Amerika’nın Çin’e ne kadar bağımlı olduğu da pandemi sayesinde ortaya çıkmış ve bu da ayrışma politikasının konuşulmaya başlanmasına sebep olmuştur. Trump Çin ile bütün ekonomik ilişkileri kesmenin Amerika’nın yararına olacağını savunurken Çin böyle bir durumun yalnızca Çin’in yararına olacağını ve asıl Amerikan şirketlerinin zarar göreceğini söyler. Oysaki ayrışma söz konusu olursa iki tarafın da yadsınamayacak derecede zarar göreceği açıktır.
Çin’in ABD’ye rakip olabilmesinin asıl sebebi Deng Xiaoping’in 1970’lerde başlattığı pragmatik ekonomik program olarak görülmektedir. Öyle ki Xiaoping gücünü kaybettikten sonra bile ekonomik büyüme devam etmiştir. Özellikle 1997’de, Hong-Kong’un Çin’e geri katılmasıyla Çin, dünya ekonomisine katılmaya başlamıştır. 21. yüzyılda Çin, küresel bir güç olma yolunda ilerlerken Amerika’nın bu konuda geri kalmaya başladığı görülür. 2001 yılında Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne katılıp ekonomisini büyütürken, Amerika 11 Eylül saldırıları sonrası, yıllarca bitmeyecek bir savaşın içine girer. 2008’de Çin, Pekin Olimpiyatları sayesinde ilgi odağı olmuşken Amerika’da Lehman Kardeşler’in batması Büyük Buhran’dan beri yaşanan en kötü finansal krizi daha da içinden çıkılamaz bir hale getirir. Çin ekonomisi dünyayı bu krizden toparlamada büyük bir rol oynayacak, ABD Çin’e büyük miktarlarda borçlanacaktır. Güç dengesinin zamanla nasıl değiştiği belgeselde açık bir şekilde görülmektedir. Xiaoping sayesinde güçlenmeye başlayan Çin ekonomisi artık başka ülkeleri kendine borçlandırabilecek bir konuma gelmiştir.
2013 yılında, yeni Başkan Xi Jinping’in “Çin Rüyası”, pragmatik ekonomik programından çok daha iddialı bir programa geçildiğinin habercisidir ve Çin’in otoriter yapısının ekonomik başarısını sağladığını ima etmektedir. Bir Kuşak Bir Yol Projesi ise Çin’in bugüne kadarki en iddialı projesi olacaktır. Bu proje Çin’in altyapısını Asya, Avrupa ve Afrika’ya bağlamayı hedeflemektedir. Hem gelişmekte olan hem de yönetişim ve insan haklarıyla ilgili transparan olmayan ülkeler, milyonlarca dolarlık yatırımlardan yararlanabilecektir. Çin bu programıyla beraber aslında ekonomik büyüme için Batı stili bir demokrasiye sahip olmak gerekmediğini göstererek kendi yönetim şeklini pazarlamış olur. Yüzden fazla ülkenin projeye katılması, bu ülkeleri Çin’e bağımlı hale getirerek Çin’e çok büyük bir küresel etki alanı kazandıracaktır. Bunun yalnızca finansal değil politik sonuçlar da doğuracağı aşikârdır. Çin projeye katılan ülkelere karşı ekonomik bir koza sahip olacağından, bu ülkeler Çin’in politikalarına karşı gelemeyeceklerdir. AB ve NATO ülkelerinin de projeye katıldığı göz önüne alınırsa Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nin Çin’in gücünü bir hayli artıracağı öngörülebilir. Çin’in gücünü artırdığı bu dönemde, ABD’nin yaşadığı federal hükümet krizi göze çarpar. Kongrenin fikir ayrılıkları sebebiyle karar alamamasından dolayı federal hükümet bir süreliğine kapatılmıştır. Bu olay yıllarca süren savaşların ve finansal krizin kongre içindeki kutuplaşmayı bile ne denli artırdığını meydana çıkarmıştır.
2016 yılına gelindiğinde ABD’deki kutuplaşma iyice artmış ve Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle sonuçlanmıştır. Trump’ın seçim konuşmalarında hep Çin ile alakalı konuştuğu görülmektedir. Çin’in ABD’den faydalandığını düşünen Trump, Çin ile bir ticaret savaşı başlatır. Günümüzde bu ticaret savaşı sürmektedir. Çin’in ekonomik büyümesi devam etmekle birlikte askeri alandaki gücü de artmıştır. Fakat bu gelişmelerin yanında Çin’de politik anlamda bir açılım görülmemektedir. Çin’in Hong-Kong’daki demokrasi yanlısı gösterilere karşı sert tutumu ve Müslüman Uygurlara uyguladığı insan haklarına aykırı, baskıcı, reformist ve asimile etmeye yönelik politikaları bunu kanıtlar niteliktedir. Jinping, Çin’in otoriter sistemini sıkılaştırmış ve kendi gücünü pekiştirmiştir. Hem Trump’ın hem de Jinping’in açıkça milliyetçi liderler olmaları söylemlerini etkilemekte ve iki ülke arasındaki ilişkileri iyice germektedir. Bu gerginlik ülkelerin içe kapanmak zorunda kaldığı koronavirüs dönemiyle birleşince yeni tip bir Soğuk Savaş ihtimali izleyiciye uzak gelmeyecektir.
Elbette Sovyet Rusya ve ABD arasında yaşanan Soğuk Savaş’ın günümüzde yaşanması küreselleşmenin boyutu sebebiyle pek olası değildir. Çin-Pakistan ekonomik koridorunu korumak için Pakistan askeri güçlerinin kullanılması Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesini korumak için askeri güce başvurabileceğinin bir göstergesidir. Çin’in proje üyesi Hint Okyanusu ülkelerinde bulunan deniz üsleri, ABD ile eski stil Soğuk Savaş çatışmasına girebileceği bölgeler olarak değerlendirilmektedir. Fakat ABD ve Çin arasında eski tarz bir Soğuk Savaş olabilmesi için aralarındaki ekonomik ve finansal ilişkiyi tamamen kesmeleri gerekmektedir. ABD ve Çin ekonomisi adeta birbirinin içine geçmiş vaziyette bulunduğundan ayrışmaları oldukça zordur. Yeni tip bir Soğuk Savaş, yalnızca ABD ve Çin’in ticaret savaşı ve koronavirüs etkisiyle ekonomik ve politik bağlarını kopardığı ve kendi etki alanlarına çekildiği bir senaryoda mümkündür. Bu senaryo, en çok tarafını seçmek zorunda kalacak olan batılı değerlere sahip ama Çin ekonomisine dayanan AB’yi zorlayacaktır. Kevin Rudd, böyle bir durumda en mantıklı tutumun stratejik denge veya yumuşama sağlanana dek küresel yönetişim kurumlarını işlevsel tutmak olduğunu savunur. Bu liberal bakış açısı zaman zaman faydalı olmakla birlikte kurumlardaki temsilciler farklı görüşlere sahip olduğunda karar alma mekanizmalarının kilitlenebildiğini yok saymaktadır. Bundan daha verimli çözümler üzerine düşünmekse seyirciye kalmış gibi görünmektedir.
TARA KOLCUOĞLU
Çin Çalışmaları Staj Programı