Yapım Yılı: 2002
Yönetmen: Lukas Moodysoon
Tür: Dram
Sovyetler’in yıkılmak üzere olduğu, toplum, ekonomik yapı, ahlak gibi özgürlük ve refah içinde yaşayan bir halkın sahip olması gereken her şeyin Rusya’nın soğuk ve gri havasında yok olduğu ve insanların yaşamlarını idame ettirebilmek için önlerine çıkan bütün fırsatları, özellikle de daha önce en büyük düşmanları olan ülkelerindeki sistemi yıkıp kapitalist düzen getirmek için uğraşan ABD’yi en kolay, en iyi çıkış noktası olarak gören insanların sefalet içindeki hayatlarını anlatan bu film dram kategorisinin hakkını sonuna kadar veren cinsten.
Filmin başrollerinde; annesi tarafından ABD’de yaşayan sevgilisiyle yeni bir hayat kurmak üzere 16 yaşında parasız pulsuz terk edilen Lilya ile ailesi tarafından hiç sevilmeyen, istenmeyen çocuk olan 14 yaşındaki Volodja’nın bir araya gelerek aralarında kan bağı olmaksızın gerçek bir aile gibi yaşam mücadelesi verişlerini izliyoruz. Bu iki çocuğun başlarına gelen ve bitmek bilmeyen kötü şeyler, kendi aileleri tarafından bile istenmeyişleri, insanlara insan gibi yaşayabilmek için hiçbir fırsat tanımayan ülke şartlarına rağmen karşılaştıkları bütün hayal kırıklıklarına cevaben – belki çocuk olmalarından – içlerinde halen umut besleyebildiklerini, güçleri kalmadığında ise inançlarına sığındıklarını görüyoruz.
Filmde çocukların başlarına gelen kötü gerçeklerle onları mutlu eden hayallerinin çoğu sahnede art arda sunulmuş olması izleyiciyi ekrana daha da sıkı bağlarken bir yandan da insanın psikolojik yapısı üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Sovyetler ’deki bunaltıcı kolektif düzenden kurtulmaya çalışan halkın, kapitalizmin egoist taraflarını bir kurtuluş olarak görmesini filmdeki ikiye ayrılan karakterler üzerinden inceleyebiliriz.
Ailesi tarafından reddedilen bu iki çocuk eski düzende kendi bildikleri gibi, hayalini kurdukları bir aile ortamını kendi aralarında yaratmak istiyor fakat maddi imkânsızlıklar sebebiyle bunu normal yollardan gerçekleştiremeyeceklerini görüyor ve sonunda onlar da tıpkı kendilerini daha iyi bir hayat umuduyla terk eden ailelerinin tercih ettiği yollara başvuruyorlar. Diğer kutupta ise empati kurmanın oldukça güç olduğu fakat hislerini, düşünce yapılarını anlamlandırabilmek için içerisinde bulundukları sefalet ortamını göz önünde bulundurulması gereken ve kendilerine yük olmaması için çocuklarından bile vazgeçen ebeveynleri görüyoruz. Onların umudu tamamen yeni düzen üzerine kurulmuş ve insan olarak yaşamaya yönelik talepleri, daha güzel bir hayata dair çabaları geçmişten gelen bütün bağlarını koparmak üzerine kurulu…
Lilya Forever, sosyal bilimler alanında birden çok konuya malzeme verebilecek kadar nitelikli bir film. Ancak bizim konumuz olan psikolojik açıdan ele alırken en çok dikkat çeken bağlam “umut , umutsuzluk, hayal kırıklıkları” ve bu birbirine zıt duyguların aslında birbirine ne kadar da yakın olduğu fikridir. Dünyaca ünlü psikolog Robert Plutchik’in duygu çemberinde de gördüğümüz gibi; bu zıt duygular zaten birbirinin tamamlayıcısıdır ve çok yoğun yaşandıklarında da davranışlarda da oldukça belirgin seyir gösterirler. Filmde oldukça yoğun ve sıklıkla yaşanan bu iki zıt duygu ana karakterimiz Lilya’da başına gelenlere verdiği tepkiler üzerinden çok daha kolay gözlemlenebilmektedir. Örneğin, beş parasız kalıp yiyecek bir şeyler almak için gittiği markette parası yetmeyip istediği her şeyi alamadığında hayal kırıklığını kasiyere gösterdiği agresif tavırlar ve kavgacı yaklaşımıyla çok net görüyoruz. Tam aksi duruma örnek olarak ise yanlış yollardan da olsa para kazandığında markette aynı kasiyere bu kez daha sempatik, kibar yaklaştığını görüyoruz.
Ailesi tarafından evden kovulduğu için sokaklarda yaşayan, bulduğu boş bir kola kutusunu top gibi kullanıp gün boyunca bununla basketbol oynayan Volodja’yı ise Sartre’nın fenomenolojik psikoloji çerçevesinde duyguları açıklarken kullandığı anahtar kavramlar olan “dönüştürmek”, “sihir” ve “zor” kavramları ile değerlendirmek mümkündür. Volodja Lilya’dan 2 yaş küçük fakat ondan çok daha önce evsiz kalmış, sokaklarda Rusya’nın can alıcı soğuğunda bulduğu bir köşede yatıp sabah yine basketbol potasına vakit geçirmeye gelen, okula gidip eğitim alabilmek bir yana çoğu zaman karnını doyurabilecek yemek dahi bulamayan bir çocukken hayatın gerçekleriyle daha erken tanışmış ve aslında Lilya’ya oranla daha mutsuz ve daha umutsuz bir çocuktur. Fakat ailelerinin terk etmesinden sonra türlü talihsizlikler sebebiyle arkadaşları tarafından da dışlanan bu ikili kimseden görmedikleri ilgi, sevgi ve bağlılığı birbirinde bulmuş, bu da kendilerini umutsuzluğa sevk edecek duygularını kafalarında kurdukları hayallerle yani Sartre’nin deyimiyle “sihir” yoluyla “zor” olanları “dönüştürme” ve hayatı yaşanabilir hale getirmelerini sağlamıştır.
Filmde umut ve umutsuzluğun çocukların yaşantısı ve duygu değişimlerinden çok net gözlemlenebildiğini daha önce ifade etmiştik. Ailelerinden hiçbir zaman iyi bir tutum veyahut yardım görmeyen bu çocuklar filmin başında çok daha agresif ve umudu tükenmiş kendilerini uyuşturucu, alkol ve sigaranın kollarına bırakmayı en kolay kaçış olarak görürken birbirlerine gösterdikleri sevgi ve çok basit de olsa birlikte kurdukları hayaller doğrultusunda kalpleri yeniden kolayca umutla dolabilmektedir. Bu iki çocuğun halen güzel şeyler hissedebilmesini sağlayan, birbirlerine duydukları bağlılık birbirilerini intihar etmekten vazgeçirmelerini de sağlamıştır.
Ancak Lilya’nın para kazanabilmek için ne yazık ki ülke şartlarında kendisini satmaktan başka çaresi olmadığı düzende başına gelen aksiliklerin ardından karşısına birden çıkan bir erkeğin şefkatli, korumacı yaklaşımı ve tıpkı daha önce annesine yapıldığı gibi Lilya’ya da daha güzel bir hayat, daha iyi ekonomik koşulların vaat edilmesi ile Lilya da tıpkı annesinin yaptığı gibi Volodja’yı arkasında bırakıp İsveç’e gitmeye karar verir. Gerek Lilya’dan kopmak istememesi gerek ona duyduğu bağ ve sevgi dolayısıyla yine terk edileceğini öğrenen Volodja tıpkı Lilya’nın terk edildiği gün gibi agresifleşir ve Lilya’ya hoşça kal bile demez, kaçarak uzaklaşır. Lilya’nın gitmesinin ardından ise bulduğu ilaçları içerek hayatına son verir. Burada, yaşadıkları hayal kırıklıkları ile dolu hayatın içinde halen güzel bir gelecek için umut edebilmelerinin tek kaynağının birbirlerine duydukları sevgi ve hissettirdikleri güç olduğunu görüyoruz.
Lilya tarafında ise başına şimdiye dek Volodja’nın sevgisi dışında hiç iyi bir şey gelmemesine rağmen birden karşısına çıkıveren adama bile güvenmesinin nasıl büyük bir boşluk içerisinde olduğunu ve karşısına çıkan ilk dala tutunma arayışını görüyoruz. Sonuç olarak, işler yine Lilya’nın umduğu gibi gitmeyip kendisine şefkat ve ilgi göstererek bağlayan adam tarafından da İsveç’te bir insan kaçakçısına satılınca şimdiye dek vazgeçmediği ve her akşam bıkmadan dualar ettiği, İsveç’e giderken dahi ufacık bavulunda getirdiği İsa resmini yumruklayıp yere atan Lilya inancını yitirmiş, birazcık mutlu olabilmek için Volodja’yla daha önce oynadıkları bir oyunu/ hayali kendi başına canlandırmaya çalışır. Fakat artık tek başınadır ve yalnızca hayallerle teselli buluyor ama her şey durmaksızın kötü gitmeye devam ediyordur. Sonunda bir şekilde insan tacirinin elinden de kaçma fırsatı yakalayan Lilya, özgür olduğu ilk gün kendisini bir köprüden atarak hayatına son verir. Çünkü artık tek başına yaşadığı bu vahşi dünyaya dair umudu kalmamıştır. Tek beklentisi ise; hayatına son vererek, daha önce sevgiyi bağlılığı tattığı Volodja’yı tekrar görebilmektir.
Tüm bu anlatılanlar toparlanacak olursa; Lilya Forever filmi umut ve umutsuzluk eşiğini çok iyi yansıtmakta. Plutchik’in duygu çemberinde de işlediği gibi birbirinin zıttı olan duyguların aslında birbirine en yakın duygular olduğunu net örneklerle göstermektedir. Ayrıca duyguların, Sartre’nin de tanımladığı gibi bir ilinti değil, insanın hayatını idame ettirebilmesi için anlamlı ve amaçsal olduğu da gözlemlenebilmektedir.
Seda Şahaner
Psikoloji Çalışmaları Staj Programı