Bölgesel liderlik hedefi ve artık kadim bir proje haline gelmiş olduğunu söyleyebileceğimiz AB üyeliği rüyası nedeniyle Ortadoğu ve Avrasya odaklı olarak şekillenen dış politika algımız, küresel sistem bağlamında değişen dengeleri fark etmemizi ve dış politika paradigmamızı buna uygun olarak yeniden kurgulamamızı engellemektedir. Hâlbuki dünya artık Soğuk Savaş dönemine özgü güç dengeleri çerçevesinde şekillenmemekte ve uluslararası sistem çok kutupluluk yönünde hızlı bir değişim göstermektedir. Bu bağlamda Türk dış politikasını yönlendirenlerin görmesi gereken en önemli gerçeklik, oluşan çok kutuplu sistemik yapı çerçevesinde Doğu ve Güneydoğu Asya’nın artan öneminin farkına varılması ve buna uygun olarak yeni stratejiler kurgulanabilmesidir. Zira Türkiye’nin bölgesel liderlik hedefine olumlu/olumsuz yönleriyle etkide bulunan Suriye Krizi de göstermektedir ki, Asya merkezli küresel güçlerin etkinliği giderek artmakta ve bu güçler kendi coğrafyalarından oldukça uzak bir konumda yer alan bölgesel problemlerle dahi ilgili hale gelmektedirler. Bu bağlamda Türkiye’nin de hem bölgesel liderlik hedefine katkı sağlayabilmek hem de çok kutuplu bir hale gelmiş olan uluslararası sistemin yapısına uyum sağladığını ispat edebilmek için, özellikle Çin, Hindistan, Endonezya ve Malezya gibi Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri ile ilişkilerini her anlamda geliştirmesi ve Doğu/Güneydoğu Asya’yı daha yakından izlemesi gerekmektedir.
Doğu ve Güneydoğu Asya’da yer alan ülkelerden Çin, gerek ekonomik ve teknolojik gelişim hızı gerekse de askeri gücü ile önümüzdeki döneme damgasını vuracak en önemli küresel güç olacaktır. Bugün itibarıyla daha çok ekonomik konularla gündeme gelse de, özellikle bölgesel manada siyasal ve askeri gücünü de göstermekten çekinmeyen Çin, yakın gelecekte ekonomik büyüklük bakımından ABD’yi dahi geride bırakacaktır. BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri olarak, özellikle ABD’nin küresel çıkarlarına katkı sağlaması beklenen kararların alınmasına karşı çıkan ve böylece uluslararası meşruiyet faktörünü ABD ve müttefiklerine karşı siyasal bir silah olarak kullanan Çin’in bu stratejisi, mevcut Suriye Krizi ekseninde bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır. Çin, kasasında bulundurduğu dolar rezervleri ile ABD Ekonomisi’nin iflas etmesini ve dünya finansal sisteminin büyük çaplı bir çöküş yaşamasını sağlayabilecek bir aktördür. Ne var ki, aynı Çin’in artan sistemik gücünün arkasındaki en önemli unsur olan ihracat odaklı ekonomik büyümeyi sürdürebilmesi için, ABD pazarının sağlam durmasına ve hatta büyümesine ihtiyacı vardır. Bu nedenle Çin ile ABD, küreselleşmenin ruhuna da uygun bir şekilde ekonomik manada birbirlerine bağımlı hale gelmişlerdir. Karşılıklı bağımlılık teorisinin en güzel örneklerinden biri, bu iki küresel dev arasında sahnelenmektedir. Zira karşılıklı bağımlılık teorisinin öngördüğü en ileri bağımlılığı ifade eden korunmasızlık durumu Çin-ABD İlişkileri’ni betimlemektedir. Ne var ki, küresel hegemonyasının sorgulanmasından hazzetmeyen ve Çin’in artan siyasal gücünden ürken ABD’nin, bu ülkeye karşı hiç de yabancı olmayan bir stratejiyi uygulamaya koyduğunu görüyoruz. Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı uygulanan ve başarılı da olan “çevreleme” stratejisi bugün itibarıyla Çin ekseninde işleme konmuş durumdadır. ABD’nin Doğu ve Güneydoğu Asya’daki geleneksel müttefikleri olan Japonya ve Güney Kore tarafından Çin’in doğusunda başlatılan bu hamle, iki ülke arasında son dönemde yaşanan ekonomi ve toprak tabanlı krizlere (Dokdo/Takeshima Krizi) karşın başarı ile sürdürülmektedir. Esasen, Japonya ve Güney Kore’nin bugün itibarıyla içerisinde yaşamakta oldukları “refah toplumunun” oluşumunun en önemli nedenlerinden biri, ABD’nin Çin’i çevrelemek ve kontrol altında tutabilmek için bu ülkelere ihtiyaç duymasıdır. Ne var ki, Güney Kore’nin, Çin tarafından desteklenen Kuzey Kore tarafından baskı altında tutulması ve bölgeyle ilişkili bir diğer küresel aktör olan Rusya’nın, ABD ve Çin arasında dengeyi gözeterek kendi bölgesel çıkarlarını korumayı amaçlayan yaklaşımı nedeniyle, hem ABD hem de Çin tarafından “güvenilmez” bulunması, Doğu Asya bağlamında uygulamaya konan çevreleme stratejisini ve bu stratejiye karşı Çin tarafından girişilen bölgesel bir blok yaratma girişimini etkisiz kılmaktadır.
Hindistan, artan nüfusun ve çatışma halinde olan etnik/dinsel grupların yarattığı siyasal ve toplumsal risklere karşın, ekonomik, bilgi teknolojilerine dayalı ve askeri gelişim hızıyla Çin’in ardından gelen en önemli Asya gücüdür. Son dönemde Hindistan ile ABD arasında yaşanan yakınlaşma ise, Hindistan’ın, bölgesel rekabet içerisine girdiği Çin’e karşı üstünlük sağlama girişimi ile ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisine bir müttefik daha katabilme çabasını ifade etmektedir. ABD, çevreleme stratejisini hayata geçirmenin yanı sıra, giderek büyüyen ve çok kutupluluğa eklemlenen iki devi birbiriyle çarpıştırarak kendi hegemonyasını da güçlendirebilmenin peşindedir.
Doğu ve Güneydoğu Asya Bölgesi’nde yer alan ve yaşadıkları süreklilik içeren ekonomik büyüme nedeniyle “Asya Kaplanları” olarak adlandırılan Singapur, Tayland, Malezya ve Endonezya gibi ülkeler ise, genel itibarıyla hem Çin ile hem de ABD ile derin ekonomik ilişkiler içerisine girmiş ülkelerdir. Ne var ki, ABD’nin, Çin sınırında yer alan ya da coğrafi anlamda Çin’i çevreleyen bu ülkeleri kendi çevreleme stratejisine eklemleyerek, Çin’e karşı kullanmak istediğini biliyoruz. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği serbest piyasa ekonomisine tam manasıyla eklemlenmiş oldukları için, ABD ile ilişkileri gayet iyi düzeyde seyreden bu ülkeler, sahip oldukları toplumsal yapılanma ve değerler/kültür iklimi ile de Asya’ya ve Çin’e daha yakın bir görünüm arz etmektedirler. Bu nedenle, bahsedilen ülkelerin ABD ve Çin arasındaki sıkışmış bir görünüm sergileyen siyasal statülerinin bir süreklilik taşıyacağı söylenebilir.
Gerek Çin, gerekse de ABD’nin Doğu/Güneydoğu Asya’daki en önemli müttefikleri olan Japonya ve Güney Kore’nin ekonomik gelişiminin sağlanabilmesi noktasında stratejik bir değer taşıyan Malacca Boğazı’nın kontrolü hususu bölgesel ve hatta küresel dengeleri etkileyebilecek en önemli faktörlerden biridir. Hint Okyanusu ile Büyük Okyanusu birbirine eklemleyen ve dünyanın en kalabalık ülkelerinden Çin, Hindistan ve Endonezya’yı deniz yoluyla birbirine bağlayan bu boğaz, statü itibarıyla Süveyş ve Panama kanallarına benzemektedir. Ancak Malacca Boğazı’nın Çin, Hindistan, Japonya, Güney Kore, Malezya ve Endonezya gibi küresel aktör statüsüne erişmiş ya da erişmek üzere olan aktörlerin ekonomik gidişatını etkileyebilecek en önemli unsur olması, bu boğazın stratejik ve küresel değerinin daha bölgesel bir görünüm arz eden Süveyş ve Panama’dan fazla olmasını sağlamaktadır. ABD, bu boğaza kıyısı olan ya da boğazı kontrol eden aktörler ile ilişkilerini müttefiklik seviyesine yükselterek Çin’in ekonomik gidişatını doğrudan etkileyebilmeyi amaçlamaktadır. ABD’nin katkılarıyla kurulmuş olan ve genel itibarıyla Avro-Atlantik İttifakı ve müttefiklerinin çıkarlarını ve sistemik hegemonyasını Asya bağlamında kurumsallaştırmayı amaçlayan APEC (Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü), Çin’i de içeriyor olmasına karşın, Doğu ve Güneydoğu Asya ekseninde Avro-Atlantik İttifakı’nın sistemik hegemonyasını kurumsallaştırmaya çalışan en önemli örgüt konumundadır. Çin, bu örgütün işleyişini yakından izleyebilmek için APEC’e üye olmuştur. Yine Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN) de, özellikle Malacca Boğazı ve çevresindeki ülkeleri kapsayan örgütsel yapısı ile gerek ABD, gerekse de Çin tarafından kullanılabilecek bir kurumsal yapı öngörmektedir.
ABD’nin son dönemde Arakan Müslümanlarına yapılan zulümler ile gündeme gelen Myanmar başta olmak üzere Çin Hindi’nde yer alan ülkeler ile Malezya ve Endonezya ile gelişen ilişkileri, Çin’i güneyden çevreleme ve Malacca Boğazı’nı tutabilme girişimlerinin önemli bir parçasıdır. Malacca Boğazı’nın ABD ve müttefiklerince tutulması girişimi, Çin’in yaşam alanına bir müdahale olacağı için, bu ülkenin yıllardan bu yana sürdürdüğü ekonomik gelişim odaklı dış politika stratejisinden uzaklaşmasına ve çatışmayı, “barış içinde bir arada yaşama” jargonuna üstün kılmasına neden olabilecek önemli bir kırılma noktasıdır. ABD’nin NATO müttefikleri ile birlikte Afganistan’a düzenlediği operasyon ve bu bölgeyi kontrol altına alma girişimi, Pakistan ve Orta Asya Cumhuriyetleri nezdinde girişilen siyasal yakınlık kurma ve askeri üs elde edebilme hamleleri ve Asya bağlamında girişilen renkli devrim girişimleri tamamıyla Çin’i ve hatta çok kutupluluk yanlısı tutumu ile bilinen Rusya’yı, Asya bağlamında kontrol altına alabilmeyi ve Avro-Atlantik İttifakı’nın sistemsel hegemonyasını güçlendirmeyi amaçlayan girişimleri olarak görülmelidir.
AB üyeliği ve Ortadoğu merkezli bölgesel liderlik hedefine kilitlenen ve özellikle Arap Baharı ekseninde Suriye’de yaşanan sistemik kırılmaya saplanıp kalmış bir görünüm sergileyen Türkiye’nin, büyük resme bakmayı öğrenmesi ve Doğu/Güneydoğu Asya’ya kaymış olan uluslararası sistem eksenli hegemonya-çok kutupluluk mücadelesini görebilmesi gerekmektedir. Zira bugün Ortadoğu ve Geniş Karadeniz Havzası (Kafkaslar, Balkanlar ve Kuzey Karadeniz) odaklı olarak yaşanan çatışmalar, Asya odaklı sistemik çatışmanın birer yansıması olarak ortaya çıkmaktadır.
Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü