Uluslararası güvenlik teorilerinin irdelenmesi, uluslararası güvenlik disiplininin ortaya çıkışını bilmekle başlamalıdır. Feodal bir yapıdan, merkeziyetçi bir güç olgusunu temel alan yeni bir yapıya geçilmesi, yani ulus-devletin ortaya çıkması Avrupa’da farklı bir çağ başlamasına sebep olmuştur. Ulus-devlet kavramı bağlamında incelenen sınır-otorite ilişkilerinin ortaya çıkışı Westphalia (Vestfalya) anlaşmasına dayanmaktadır. 19. Yüzyılda Hegel’in katkılarıyla ulus-devlet kavramı sistematik bir hal almış. Güvenlik olgusu geçtiğimiz 50 yıldan bu yana uluslararası ilişkiler disiplininin odak noktalarından biri olmuştur. 1919 ve sonrasında uluslararası ilişkiler disiplini ortaya çıkmıştır. Avrupa’da olan güç eksenli savaşlar, bilimsel çalışmaları bu yönde çalışma yapmaya yönlendiren sebepleri oluşturmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla çalışmalar kesilse de, savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yeni bir dünya düzeni, ekonomilerin çökmesi ve diğer değişimler siyaset bilimini oldukça beslemiştir.
Özellikle Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında muazzam bir önem kazanmış; uluslararası arenanın şekillendirici öğesi olmuştur. Savaş ve barış konuları, güçler dengesi, silahlı kuvvetler, askeri kontrol ve silahsızlanma konuları yoğun bir şekilde tartışılmıştır. Güvenlik konusu 1919’dan bu yana ilgili disiplini oldukça meşgul etmiştir. 1940’lar itibariyle dünya ABD ve SSCB’den oluşan iki kutuplu dünya düzenine geçmiştir. Bu 2 bloktan oluşan uluslararası sistemde güvenlik meseleleri devlet odaklı algılanmaktaydı. Bu iki gücün birbirlerini nasıl alt edecekleri ve güçlerini nasıl en yüksek noktaya ulaştıracakları önemli sorular arasındaydı. Bu bağlamda söz etmeden geçemeyeceğimiz kavram “mutlak güç” (absolute power) kavramıdır. Yani taraflardan birinin gücünü ve etkinliğini artırması, diğer tarafın etkinliğinin azalmasına ya da tamamen yenilmesine sebep olmaktadır.
Elbette ki takip eden yıllarda ilgili disiplin “göreceli kazanç” (relative gain) kavramı üzerine de açıklamalar getirmektedir. Bu kavramda bir tarafın kazanması, diğerinin de kesin olarak kaybetmesi durumu yoktur. Her iki taraf da aynı anda bir şeyler kazanabilir ya da kaybedebilir. Bu kavramla birlikte ortaya çıkan yeni güvenlik anlayışı devletin üzerine kurulmaya başlanıyor ve askeri odaklı oluyor. 1940’larda ki durumu bu şekilde özetleyebiliriz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkiler oldukça değişmiştir. Öncelikle dünya iki kutuplu bir hal almış; ABD ve Sovyetler Birliği olarak iki süper gücün egemenliği söz konusu olmuştur. Bir önceki dünya savaşı sonrasında uluslararası arenayı kontrol eden İngiltere ve Fransa, ayrıca mağlup olan Almanya, İtalya ve Japonya’nın kendilerini toparlamaları oldukça uzun bir zaman almıştır. Sovyetler Birliği’nin devlet politikasını bir ideoloji ile temellendirmesi de ideoloji kavramının uluslararası ilişkilere girmesine neden olmuştur.
Soğuk Savaş dönemi öncesinde genellikle ulusal güvenlik anlayışından söz edilirken, Soğuk Savaş dönemi boyunca bu anlayış ulusal güvenlikten uluslararası güvenlik anlayışına doğru bir evrim süreci geçirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın daha uzun süreli sonuçlarından da bahsetmek gerekirse; savaş sonrası dönemde sömürgelerin tasfiyesi gündeme gelmiş; uluslararası arenadaki aktörler çoğalmıştır. Ayrıca daha önce Avrupa politikasının içerisinde adları geçen diğer bölgeler ve ülkeler -Asya, Afrika ve Latin Amerika- 20’inci yüzyılın ortalarından sonra uluslararası ilişkilerde bağımsız aktörler olmaya başladılar.
Soğuk Savaş dönemi devam ederken-1950’lerde- “caydırıcılık teorisi” (deterrence theory) ortaya çıkmıştır. Bu teori bir askeri stratejiyi de temsil ediyor denilmektedir. Nükleer güç kavramının ortaya çıkması ve uluslararası sisteme girmesiyle ilişkilerde bir değişiklik oluyor. Nükleer güç kullanımı sırasında sadece düşman olunan taraf zarar görmeyeceğinden; yani düşmanın yanı sıra doğal hayatın ve sivillerin de tahribatı durumu ortaya çıkabileceğinden çok dikkatli olunmalıdır. Bu tahribat olasılığının iyice anlaşılmasından sonra ilgili disiplinde caydırıcılık teorisi işlenmeye başlamıştır. 1970’e kadar uluslararası ilişkiler disiplini caydırıcılık teorisi üzerine yoğunlaşmıştır.
1970’lerdeki detant denilen (ülkeler arasında huzur- uluslararası ilişkilerde rahatlama) yumuşama dönemine girildiğinde yaygın olan, egemen olan görüş uluslararası güvenlik olgusu olmuştur. Bu dönemin sebebi olarak da uluslararası düzenin hem Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasındaki nükleer güç dengesine; hem de NATO ve Varşova Paktı’nın askeri gücüne bağlı bir denge kurulması görülüyordu. Yani uluslararası düzende ortaya çıkan bir güçler dengesi uluslararası ilişkilerde bir durağanlık yaratmıştı. Yani devletlerin kendi güvenlik arayışları, uluslararası alana da bir istikrar getirmişti. 1991’den bu yana da güvenlik olgusu Soğuk Savaş dönemindeki realist perspektiften uzaklaşmaya başlamıştı. Bunun nedenleri realist açıklamaların yetersiz kalışı ve yeni ortaya çıkan uluslararası politikanın gündemini kabul etmemek konusunda ısrarcı olmasıydı. Klasik yaklaşımın bu yeni düzeni açıklamakta yetersiz kalması, yeni yaklaşımların askeri güç temelinde yapılan geleneksel açıklamalardan daha çok tercih edilmesi durumunu ortaya çıkarmıştır. Elbette ki Soğuk Savaş dönemi şartları göz önünde bulundurulduğunda yapılan klasik açıklamaların tamamen askeri gücü referans noktası olarak kabul etmesi anlaşılır bir durumdur. Fakat insanlığa büyük zarar gördüğü alanlardan bahsetmemekteydi: yoksulluk ve çevresel problemlerle mücadele, vb.
1990’lar ile birlikte güvenlik anlayışı değişmiştir. Berlin Duvarı’nın yıkılması ile birlikte devlet güvenliği anlayışına karşılık “güvenlik hali” (security state) olarak adlandırılan yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Yani bundan sonra güvenlik konusunda incelenmesi gereken tek aktör devlet olmaktan çıkacak; devletin yanı sıra birey ve çevrenin de durumu göz önünde bulundurulacak.
Uluslararası güvenlik kavramı tarihsel bir perspektif içerisinde incelendiğinde, uğradığı değişiklikler açıkça görülmektedir. Bu kavramların değişime uğraması hem etki alanlarını hem de kavramların oluşturduğu sonuçlarını yeniden düşünmemizi sağlamaktadır. Güvenlik olgusu uluslararası ilişkilerin ana nedensel mekanizmalarından birisi olmakla birlikte; bugün gelinen noktada bu güvenlik olgusunun ve onun parametrelerinin geçmiş algılamaları arasında farklılıklar görünmektedir. Bu sunumun temel amacı uluslararası güvenlik kapsamına giren sorunların geleneksel, modern ve post-modern süreç içerisindeki durumunu analiz ederek, çok perspektifli bir bakış açısı sunmaktır.
Realizm:
Öncelikli olarak realist perspektife baktığımızda, uluslararası ilişkilerin devletlerarası ilişkiler olarak sınırlandırıldığını görüyoruz. Devletler haricinde bir aktör yoktur. Devletler doğal bir düzen içerisinde, daha güçlü olanın egemen olması mantığı (rule of jungle) üzerine kurulan bir düzende var olmaktadırlar. Bunun doğal bir sonucu olarak da her devlet kendi gücünü en yüksek noktaya çekmeye çalışmaktadır. Aksi takdirde var olması ve güven içinde yaşaması mümkün olmayacaktır. Devletin kendisi esastı ve onun dışındaki tüm güç potansiyelleri tehdit olarak görülmekteydi. Özellikle 1940’lı yıllarda egemen olan anlayış bu idi. Bu noktada ortaya bir sorun çıkmaktadır: Bir devlet gücünü arttırırken, o devletin tehdit olarak gördüğü diğer devletler de gücünü artırıyor. Bu hızlı güç artışı da güvensizlik (security dilemma) ortamını yaygınlaştırıyor ve tedirginliği tırmandırıyor. Burada insan doğasına yapılan atıflarla, uluslararası alanın çatışmacı olması durumuna da meşruiyet kazandırılma çabası vardır. Realistler uluslararası işbirliğinin etkin bir sistem yaratmayacağını iddia etmektedirler. Realistlere göre her devlet eşittir, sistem bu denkliğe göre işler ve hiçbir aktör diğerlerine bir şey dikte edemez. Realist görüş içinde de iki farklı yaklaşım söz konusudur:
Defansif (Savunucu) Realizm (Defensive Realism): Burada yapılanma tehdit algısı üzerindedir. Yani sistemi dengede tutan, aktörlerin birbirini ne kadar tehdit olarak algıladıklarına bağlıdır. Her aktör de gücünü yok etmeye değil, olası tehditlere karşı önlem almaya sarf etmektedir.
Ofansif (Saldırgan) Realizm (Offensive realism): Burada temel amaç aktörün gücünü sürekli artırmasıdır. Tehdit algısı bir kenara bırakılmıştır.
Özellikle belirtmek isterim ki, özellikle iki kutuplu sistemlerde aktörler birbirini alt etme kapasitesine sahiptir. İkisi de ordu ve zenginlik bakımından iyidir.
Liberalizm:
Liberalizmde, realizmde olduğunun tersine insan doğasının iyi yönüne vurgu vardır. Ayrıca işbirliği ve dayanışma kavramları önem arz etmektedir. Liberalistlere göre devletler tek başlarına var olmaya çalışmaktansa, örgütlenmelidirler. Böyle bir ortam tam bir güvenlik oluşturur. Burada güvenlik ikilemi (security dilemma) eleştirisini bir kez daha hatırlamakta fayda vardır. Özellikle Kantçı (Kantian) yaklaşıma baktığımızda uluslararası sistemin sadece devletler tarafından oluşturulduğu ve savaşlar üzerinden açıklandığı bir anlayışın bırakılması gerektiği önerilmektedir. Kantçı yaklaşıma göre demokrasinin yaygınlaşması, yani toplumun karar alma sürecine etkin katılımı siyasal sistemlerin çatışmacı yapısının azalmasına yol açacaktır. Dolayısıyla demokrasilerin oluşturduğu bir sistemde savaş kararı alınması da zorlaşacak, hatta tamamen engellenebilecektir.
Buradan hareketle uluslararası sistemin sadece insanların eline bırakılmaması gerektiği sonucu da çıkartılabilir. Gelinen bu noktada uluslararası örgütlerden bahsedilebilir. Eğer bu örgütler sistemi düzenleyecek kurallar bütünü yani bir üst otorite oluştururlarsa çatışma engellenebilir. Birleşmiş Milletler ile birlikte liberaller güç kazanmaktadırlar. Bu üst otoritenin, birbirini düşman kabul eden aktörlerdeki güvenlik kaygısını azalttığını iddia etmektedirler.
Fakat liberallere getirilen en büyük eleştiri Irak saldırısı örneği üzerinden oluyor. Burada liberal görüşün gerçekliklerden koptuğu fakat Irak saldırısı ile birlikte bu romantizmin bittiği söyleniyor.
Marksizm:
Marksistlere göre liberaller ve realistler devlet üzerinden açıklama yapmaktadırlar fakat bu yeterli değildir. Eleştirel bir açıklama getirmektedirler. Güvenlik ile ilgili açıklamalarda devletleri referans alan uluslararası ilişkiler açıklamalarından kaçınmışlardır. Marksistlere göre uluslararası alandaki çatışmayı yaratan sınıfların oluşturulmasıdır. İnsan öncelikli olarak temel ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlar.
Kopenhag Okulu:
Kopenhag ekolünde çıkış noktası siyaset felsefesidir. Yani ontolojik ve epistemolojik yaklaşım var. Gerçek nedir, kim için gerçektir ve kaynağı nedir? Frankfurt ve Kopenhag ekolleri özellikle bu soruları gündeme getirmektedirler. Burada temel mesele güvenlik algısının gerçekten var olmayan fakat yaratılan bir algı olması iddiasıdır. Yani güvenlik algısı bağlamsaldır (contextual). Güvenlik algısının genel-geçer bir tanımı olmamakla birlikte, içinde bulunulan duruma göre, tehdidin nasıl algılandığına göre değişir. Bu nedenle güvenlik kavramı bu kavramı kimin, hangi nedenle oluşturduğu gibi soruların cevaplarından sonra irdelenebilir. Yani bağlamsal güvenlik algısı, sadece bir amaca yönelik oluşturulmaktadır. Buna biz sosyal yapılandırmacılar (social constructivism) denen bu yaklaşıma göre güvenlik ihtiyaç duyulduğunda oluşturulan bir olgudur. Örneğin, Türk-Yunan eğitim sistemlerine baktığımızda, tarih kitaplarının aynı olgular üzerinden birbirini suçladıklarını görürüz.
Kopenhag ekolü güvenlik algısını sektörlere ayırmakta ve ona sistematik bir açıklama getirmektedir. Bu ekole göre 5 temel sektör vardır: çevre, toplum, siyaset, ekonomik ve askeri sektörler. Bunların belirlenmesinde önemli olan tehdidin neyi ya da kimi hedeflediğidir –yani kastedilen hedeftir (referent object). Örneklerle açıklamak gerekirse, çevre sektöründe tehdit edilen doğadır; toplumsal sektörde farklı kimliklerin tehdit olarak algılanması olabilir. Sektörler arasında da karşılıklı bir bağımlılık olduğu unutulmamalıdır. Örneğin göç konusunda devletin her sektörünü ilgilendiren bölümler vardır ve bunlar beraber incelenmelidir.
Uluslararası ilişkilerde ele alınan güvenlik stratejileri geleneksel anlayıştan farklı olarak çeşitlilik göstermektedir. İşte bu noktada; Kopenhag Okulu’nun önemli temsilcilerinden olan Barry Buzan’ın güvenlik kavramına getirdiği yeni ve eleştirel bakış ile birlikte; ulusal ve uluslararası güvenlik arasında yer alan “bölge” düzlemini ve “bölgesel güvenliği” tanımlamaya çalışacağım.
Bölge Tanımının Gelişimi:
Geçirdiği evreler nedeniyle farklı disiplinlere ve kriterlere göre farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Politik, sosyal, coğrafi ve ekonomik açıdan pek çok parametrenin karşılıklı ilişkisinden çıkan sonuçlara göre değerlendirilmektedir. Bölgenin sınırlarının neler olduğu ve içeriğinin nasıl doldurulduğu hala bir tartışma konusudur. Kopenhag Okulu uluslararası güvenlik çalışmalarında “bölge”yi farklı tanımlamaktadır. Bölgenin ulusal güvenlik ve uluslararası güvenlik stratejileri arasında kalan bir düzlem olduğunu belirtmeliyiz. Bu 3 dinamik birbirleriyle etkileşim halindedir ve karşılıklı bağımlılık yüksektir.
Bölgesel güvenlik ilişkileri, diğer değişkenlerden bağımsız olarak göreceli özerk bir alan şeklinde ele alınıp, sonuçları devlet ve sistem düzeyinde tanımlanmaktadır. Devletlerin fiziksel ve ideolojik güç analizleri bölgesel güvenliğin anlaşılması açısından çok önemlidir. Tarihsel süreç içerisinde üretilmiş bölgesel motiflerinin ve modellerin; bölgesel ve büyük güçler tarafından nasıl algılandığı ve bu güçlerin birbirleriyle ne şekilde ilişkide oldukları bölgesel dinamiklerin değişimi ile yakından ilgilidir. Buzan’ın da belirttiği ve gibi uluslararası sistem ve devlet düzeyindeki sistem analizi ulusal güvenlik meselelerinin anlaşılması için önemli olmakla birlikte; bölgesel güvenlik alanında yer alan değişimler genellikle önemsenmemekte hatta bir veri olarak kullanılmamaktadır.
Kapsamlı çalışmalarda; bölgesel düzey analizi yapılmaktadır. Devletlerin birbirleriyle olan ilişkileri ve bölgesel güç olan devletlerin uluslararası arenada oynadıkları rol ile ilgili araştırmalar yapılmaktadır. Realist görüşe göre bölgesel güvenlik düzlemini sisteme dahil edilmemektedir. Devletlerin birbirleriyle kurduğu örgütler, bölgesel işbirlikleri ve uluslararası örgütlenmeleri tanınmamaktadırlar. Devletlerin anarşik sistemdeki mücadelesi onlar için önemlidir. Bölgesel güvenlik çalışmaları, liberaller ve eleştirel okul tarafından çalışılmaktadır.
Güvenlik kapsamında “bölge” Avrupalı devletlerin ortaya koyduğu güç dengesi teorisine referans verilerek açıklanıyordu. Çünkü Avrupalı devletler büyük güçler ve o güçlerin oluşturduğu taraflar çerçevesinde bölgesel gücü tanımlıyordu. Fakat bu bölgesel güç; kendi fiziksel veya siyasi gücünden dolayı değil, uydusu olduğu büyük devletlerin politikalarına bağlılığı ile belirleniyordu. Örneğin; Danimarka ve İtalya coğrafi olarak güvenli bir konumda olmalarına rağmen; o dönemdeki şartlar dâhilinde bölgesel güvenlik alanı içerisinde kendilerini aynı tarafın içerisinde bulmuşlardır.
Bölgenin ve bölgesel güvenliği yeniden tanımlandırılması üzerine yapılan çalışmalar ile daha erken analizlerde görülen; bölgeleri sadece güvenlik ekseninde değerlendiren yorumlar eleştirilmektedir. Bölgesel güvenlik Kopenhag okuluna göre; salt coğrafi güvenlikten çok daha detaylı bir kavramdır. Bölgesel güvenlik devletler arasındaki dostluk ve düşmanlık ilişkilerinden ortaya çıkmaktadır. Şüphe ve korku bölgesel güvenliğin oluşmasında etkilidir.
Ulusal ve uluslararası bölgelerin güvenlik kaygıları ve konuları birbirleriyle bağlantılı olarak değişmektedir. Bölgesel değişiklikler ulusal algıları değiştirmektedir. Bu parametreler etkileşim içerisindedir. Bölgesel düzlemdeki aktörler ve tehditlerin değişirken diğer aktörlerin sabit kalması beklenemez. Bölgesel güvenlik algısında; Karl Deutch’ın “güvenlik toplulukları” kavramını görebiliriz. Güvenlik toplulukları ve bu topluluğu oluşturan devletler “biz” kimliğini oluşturmaktadırlar. Özellikle; liberal anlayışın genelinde hâkim olan anlayış; devletlerin birbirleriyle örtüşen hayati çıkarları olduğudur. Bu hayati çıkarları korumak ve maliyeti azaltmak için devletler birbirleriyle örgütlenmektedirler. Savunma sisteminin geliştirmesi, enformasyon ve teknolojinin paylaşılması alanında devletlerin bölgesel güvenliğin de yaratılmasına katkı sağlayacak çalışmaları vardır. Deutch’ın işaret ettiği diğer bir kavram “spill over effect”tir. Bir alanda başlayan işbirliği diğer alanlara da yansır ve önlenemez bir etki oluşturmaya başlar. Karl Deutch’a göre; Avrupa Birliği bir güvenlik topluluğudur. Biz kimliğinin ve ortak değerlerin içselleştirilmesi ile birlikte; ortak bir güvenlik alanı oluşturulmuştur.
NATO savunma örgütü; aslında bir bölgeyi temsil etmektedir. Coğrafyası ve belli sınırları yoktur ancak bölgesel güvenliğe hizmet etmektedir. Ancak bu bölgesellik bir coğrafyadan ve bir güvenlik algısından çok ötede bir anlayıştır. NATO ekseninde bir araya gelen ülkeler belli bir dünya görüşünü, serbest piyasa ekonomisi ve uluslararası topluma ait olan devletleri temsil etmektedir. Böylece bir güvenlik toplumu ve bir bölgesel güvenlik tanımı oluşturulmuştur. Geliştirilmiş ortak güvenlik duygusu ve biz kimliği ülkelerin birbirleriyle çatışmasına izin vermez. Örneğin; Türkiye- Yunanistan ilişkileri gerilimli dönemler geçirse de bu ülkeler arasında sıcak çatışmalar yaşanmamıştır.
Kopenhag Okulu; bölge tanımını yaparken güvenlik toplumundan (security community) yararlanıyor. NATO örneğinde olduğu gibi esas mesele; bölgesel güvenlik kavramı ideolojik olarak kurumsallaşan NATO’da şekilleniyor. Coğrafi yakınlığın ötesinde Kopenhag ekolüne göre; bölgenin rastgele bir tanımı yoktur. Bölge tanımının yapılabilmesi için ortak noktaların olması, güvenlik önceliklerinin ve güvenlik dinamiklerinin örtüşmesi gerekmektedir. Bu unsurlar devletlerin arasında bir bağlayıcılık ve bağımlılık yaratmaktadır.
Bölgesel Güvenlik ve Güvenlik Kompleksi:
Bölgesel güvenliğin tanımlanması ile birlikte; güvenlik kompleksi kavramı daha önemli hale gelmiştir. Güvenlik kompleksinin oluşması için en önemli kriterler şu şekilde belirlenmiştir. Öncelikle; devletler arasında ortak bir tehdit algısının olması gerekmektedir. Bu tehdit algısı karşılıklı olarak bağımlılığı olan devletlerarasında bir işbirliği sağlayacaktır. Güvenlik açısından kompleksin içerisinde yer alan devletler arasındaki dostluk ve güvenlik ilişkileri önemlidir. Kurulan güvenlik komplekslerini oluşturan dinamikler zaman içerisinde ve uluslararası aktörlerin bölgelere etkilerine göre de değişebilmektedir. Örnek olarak; Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve Amerika’nın 2 süper güç olarak ortaya çıkması fakat daha sonra bu güçlerin karşısında alternatif olarak bulunan Çin, Hindistan gibi güçler yeni güvenlik kompleksleri içerisinde yer almışlardır.
Güvenlik kompleksi meselesinde; coğrafi yakınlığın esas olduğunu ama olmazsa olmaz bir kriter olmamaktadır. Kompleks içerisinde yer alan devletlerin ihtiyaçlarının birbirlerine paralel olması ilk kıstastır. Örneğin; Kürt meselesinde; Türkiye- Suriye- Irak hattı içerisinde yer alan bölge; bu meseleye farklı açılardan bakmaktadırlar. Henüz netleşmiş ve sınırları çizilmiş bir tanım yoktur. Bölgesel güvenlik kavramını incelemek için birtakım ilişkilerin olması gerekiyor, uzun dönem dostluk- düşmanlık ilişkileri gerekiyor, bölgedeki devletler ya ortak tehdidi algılayacaklar ya da başka birilerini düşman olarak görecekler. Uluslararası arenada bazen devletlerarasında ortak tehdit, ortak düşman algısı olmasa da tarihsel çatışmalar devletlerin güvenlik kompleksi oluşturmasına neden olmaktadır.
Bölgesel güvenliğin önemli olduğu coğrafyalarda; güvenlik kompleksinin oluşturulmasının ana hedefi; devletleri işbirliğine teşvik ederek; çatışmaların azaltılmasını sağlamaktır. İleride göreceğimiz ASEAN örneğinde de bu şekilde bir güvenlik kompleksi oluşturularak, bölgesel çatışmaların azaltılması sağlanmıştır. Kompleksin ortaya çıkmasını hızlandıran bazı faktörler vardır. Güvenlik kompleksi dediğimiz yapı; dinamik ve dıştan gelen etkilere karşı tepki vermektedir. Kompleks içerisinde ülkeler birbirinden farklı olarak diğer devletlerin ortak güvenliklerini etkileyen anlaşmalar yapabilirler.
Kopenhag Okulu; bir devletin aynı anda birden fazla kompleks içerisinde yer alabileceğini savunur. Çünkü ülkelerin paylaştıkları güvenlik ihtiyaçları çeşitlilik göstermektedir. Özellikle küreselleşme ile birlikte artan farklı tehdit kaynakları devletleri bu işbirliklerine yöneltmiştir. Güvenlik ilişkileri içerisinde sınır çatışması sorunu için en makul çözüm; tekrardan güvenlik kompleksinin oluşturulmasıdır. Devletler; ulusal güvenliklerini tehdit eden bir düşmana karşı; daha üst düzlemde bir koruma sağlıyorlar. Güvenlik kompleksine girilen andan itibaren; her devlet ortak güvenliği sağlayan bir yapının parçası haline gelmektedir. Sadece devletin kendi ulusal güvenliğinin maksimizasyonu değil; ortak platformun bütününün çıkarları önemli hale gelmektedir.
Güvenlik kompleksi; içerisinde yer alan devletlerin güçlerine göre düzeyi değişmektedir. Yüksek güvenlik kompleksi; bir süper güçle birden fazla devletin bir araya gelmesi ile oluşan bir yapıdır. Soğuk Savaş dönemi şartları ve NATO’nun kurulma sürecinde bu bağlamda değerlendirebiliriz. Alçak güvenlik kompleksi; gelişmekte olan bir kavramdır. Daha küçük devletlerin bir araya gelmesi ile oluşturulan yapılardır. Buzan’a göre; küçük devletlerin ulusal güvenlik stratejileri izlemekten sakınmaları gerektiğini ve daha üst bir düzlemde güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaları gerekmektedir. Reel dünyada takip edilen güvenlik politikaları, ulusal ve uluslararası güvenlik stratejilerinin bir karışımı görünümündedir. Dolayısı ile bütünlükçü bir güvenlik anlayışından bahsedilebilir. Nitekim pek çok ülke, ulusal güvenlik stratejilerinin uluslararası güvenlik stratejisine bağlı olduğunu kabul etmektedir. (Buzan 1991)
Güvenlik kompleksi; üye devletler için çok güçlü sembolik bir anlamı olmaktadır. Ortak metinler imzalanır, kurumsal diyalog alanları yaratılır ve kompleksin değerleri deklare edilir. Üyelerin güvenlik ihtiyaçları, ortak değerleri ve birbirleriyle olan bağımlılık ilişkileri garanti altına alınmaktadır. Uluslararası rejim olarak da güvenlik kompleksinin prensipleri önemlidir. Uluslararası rejimlerin korunması ve saygı gösterilmesi düşüncesi; devletlerarasında çıkan sorunların çözümü için güvenlik kompleksini oluşturmaktadır.
Kopenhag ekolünün realistlerle anlaştığı nokta: uluslararası sistemin kuralsız ve düzensiz olduğudur. Bu sistemin teminatı güvenlik kompleksleri ile sağlanmalıdır. Bölgesel güvenliği tehdit eden kaynaklara karşı oluşturulan güvenlik kompleksleri barış oluşturulması ve barışın korunması açısından önemlidir. Güvenlik kompleksi yaklaşımı; Soğuk Savaş sonrası dönemi güvenlik problemlerini açıklamak için faydalı olmaktadır.
Bölgeselcilik Üzerine Tartışmalar:
Bölgesel güvenlik ve bölgesel çatışma kavramları günümüzde iç içe geçmiştir. Louis Kriesberg; tüm uluslararası çatışmaların temelinde bölgesel bazı anlaşmazlıkların ve güç çatışmaların var olduğunu savunur. Bölge ve bölgeselcilik tanımı da özellikle ikinci dünya savaşından sonra gelişmeye başlamıştır. Bjorn Hettne’nin tanımladığı “yeni bölgeselcilik teorisi” bölgeselcilik anlayışına yeni bir boyut getirmiştir. Eskiden bir bölge diğer bölgelerde oluşturulan gücün bir parçasıydı. Yeni bölgeselcilikte ise bölgelerin kendi başlarına güçleri ön plandadır. Aynı coğrafyayı paylaşan devletler, sivil toplum ilişkileri, sosyal ilişkilerin gücü, meşruiyet, kapasite ve ortak kültürel değerler yeni bölgeselciliğin vurguladığı kavramlardır.
Bölgeselciliğin kademeleri coğrafi birlik, karışık sosyal bağlar, bölgesel kurumların oluşumu, bölge halkları arasındaki paylaşım ve bölge devletine dönüştür. Bölgecilik belli zamanlarda ve yerlerde artarken; yine aynı zaman ve yerlerde azalabilir. Sabit bir ilerleme ve değişim görülmemektedir. Bölgeselcilikle ilgili farklı görüşler de vardır. Peter Katzenstein; bölgeselcilikte; coğrafi faktörleri reddetmektedir. Sosyal ve bilişsel inşaya çok önem verir ve bunların değiştirilebileceğini savunur. Devletlerin birbirinden farklı olmalarına rağmen; ortak özelliklerini ön plana çıkarttıkları takdirde; birlikte ortak işler yapabilirler. Örneğin; İtalya ve Türkiye; her iki ülke de NATO üyesi ve NATO şemsiyesi altında ortak işler yapmaktadırlar. Diğer bir örnek; ABD, Avustralya, Birleşik Krallık ve Kanada örneğidir. Farklı devletler olmalarına rağmen pek çok ortak değere sahiptirler.
Bölgesel güvenlik ve bölgeselcilik ile ilgili diğer bir görüş de kurumsalcılara aittir. Kurumların, işbirliklerinin uluslararası sistemde var olan anarşiyi azalttığını düşünmektedirler. Kurumsalcılara göre; ekonomik ve politik çıkarlar en az askeri hedefler ve ihtiyaçlar için önemlidir. Bölgesel güvenliğin sağlanmasında da bölgesel işbirlikleri ve bölgesel kurumlara ihtiyaç vardır.
Uluslararası güvenlik çalışmaları içerisinde; bölgesel güvenlik tehditleri; çok boyutlu tehditler, ülkeler arası problemler, göç hareketleri, çevre sorunları, etnik milliyetçilik ve düşük yoğunluklu savaşlardır. Bununla birlikte dünyanın çeşitli yerlerinde bölgeselcilik artmaktadır. Örneğin; Avrupa ve Asya- Pasifik bölgesinde çeşitli bölgesel işbirlikleri kurulmaktadır. Avrupa’daki bölgeselcilik; Soğuk Savaş döneminde NATO, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği gibi kurumsallaşmalar nedeniyle hızla artmıştır. Ronald Rumsfeld; Irak işgaline destek veren NATO’cu AB ülkeleri için yeni Avrupa, diğerleri için ise eski Avrupa diyerek, yeni Avrupa’yı yeğlediğini belirtmiştir. Ortadoğu’da ise; devletler arasında var olan problemler ve yoğun çatışmalar yüzünden çok fazla bölgesel politika yapılamamaktadır.
ASEAN Deneyimi:
Bölgesel güvenlik ve bölgesel güvenliğin yönetilmesinde önem bir örnek olarak karşımıza çıkan; ASEAN(Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği) sayesinde üye ülkeler arasında; başarılı ekonomik ve politik bir entegrasyon süreci yaşanmıştır. Açıkça olmasa da güvenlik konularındaki işbirliğini arttırma çabalarında bulunulmuştur. Bölgesel bir güvenlik alanı ve bölgesel güvenlik kompleksi oluşturmak için çalışmanın başında gereken kriterlerden bahsedilmişti. ASEAN örneğinde ise ana iddia örgütün başarılı bir şekilde kurulduğu ancak üye ülkelerin değişen ve farklılaşan çıkarları ile büyük güçlerin bölgedeki etkinliğinin örgütün başarılarını kısıtlamasıdır. İşlevleri, üyeleri ve amaçları açısından global örgütlerden farklılıklar gösteren ve bölgesel bir örgüt olan ASEAN Asya bölgesinde var olan önemli bir devletlerarası yapılanmadır.
ASEAN kurulduğu ilk günden bu yana; belli başlı büyük güçlerin etkisinde kalmıştır. Örgüt üyeleri genel olarak gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırılmaktadır. Coğrafyası ve sahip olduğu bölgesel önem nedeniyle ASEAN dış tehditlere açık bir örgüt haline gelmiştir. Güneydoğu Asya Birliği Ülkeleri, 8 Ağustos 1967 tarihinde Endonezya, Malezya, Filipinler, Singapur ve Tayland bir araya gelerek Bankok Deklarasyonu’nu yayınlayarak ASEAN’ı kurduklarını ilan etmişlerdir. ASEAN’ın kuruluş amaçlarının başında; sosyal ve kültürel işbirliğinin sağlanması, bölgede istikrarlı yapıların oluşturulması ve ekonomik işbirliği için hem siyasi hem de güvenli bir alan şekillendirilmesi hedeflenmiştir. Bölgesel güvenlik alanında da ASEAN, Soğuk Savaş sonrasında Asya- Pasifik hattında kurulması muhtemel bir güvenlik koridoru oluşturmaktadır. Bölge ülkeleri üzerinde olan Çin tehdidi ve iç karışıklıklar da örgütün hassasiyetleri arasındadır.
ASEAN üyeleri 1992 yılında ekonomik ve siyasal işbirliğinin bölgesel bir bütünleşmeye yönelmesi amacı ile Singapur anlaşmasını imzalamışlardır. Bu anlaşma ASEAN’ın uluslararası güvenlik ve bölgesel işbirliği alanında tanınmasını sağlamıştır. Dünya arenasında önem kazanan bir örgüt haline gelmiştir. Siyasal ve askeri alanda üye ülkelerin işbirliği içerisinde bulunmaları ASEAN’nı etkin bir aktör olarak ön plana çıkarmıştır. Bu anlaşmadan iki sene sonra; Singapur Deklarasyonu ilan edilmiştir. Deklarasyon ASEAN’ın siyasi amaçlarını ortaya koymakla birlikte ASEAN bölgesel forumu oluşturulmuştur. Bu forum ile Asya- Pasifik bölgesi ile ilişkilerin geliştirileceği fikri onaylanmıştır. 1995 yılında diğer bir işbirliği anlaşması olan Bankok Deklarasyonu’nu yayınlanarak ASEAN üyelerinin “Dostluk ve İşbirliği Antlaşması” ile birlikte “Güneydoğu Asya Nükleer Silahlardan Arındırılmış Bölge Antlaşması” imzalayacaklarını uluslararası kamuoyuna duyurmuşlardır.
Güneydoğu Asya Birliği Ülkeleri’nin ortak bir platformda bulunması ve bölgesel işbirlikleri ile birlikte başarılı anlaşmalara imza atmalarını etkileyen önemli bir prensibin olduğu bilinmektedir. “Asean Way” denilen bu ilke uzlaşmaya dayanmaktadır. Üyelerin bazı konularda birbirlerinden farklı çıkarları da olsa ortak bir zeminde karar verme süreçleri vardır. Birbirlerini ikna edene kadar tartışmalar sürer ve en sonunda üyelerin üzerinde uzlaştıkları bir karar ortaya çıkmaktadır.
ASEAN’ın tam olarak istenilen başarıyı gösterememesinin iki önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi; örgütün kendi üyelerinden kaynaklanan sorunlar, diğeri de dış faktörlerdir. Özellikle üye ülkelerin dış müdahale konusunda izledikleri farklı tutumlar birliğin ortak kararlar almasını engellemiştir. Örgütü olumsuz yönde etkileyen dış aktörler Amerika ve Çin’dir. İki güçlü ülkenin Asya- Pasifik bölgesindeki rekabeti bölgedeki güvenlik dengelerinin iyileştirilmesi amacıyla, Amerika’nın bölgeye askeri güç göndermesi Çin’i harekete geçirmiştir. Bölgedeki etkileşimde büyük güçlerin rolü, bireysel olarak ülkelerin diğer büyük güçlerle ilişkisi ve kendi çıkarlarını daha ön planda tutmaları ASEAN’ın güçlü bir bölgesel örgüt olması önündeki engellerdir.
Sonuç:
Sonuç olarak uluslararası ilişkilerde güvenliğin boyutu değişmiştir. Ulusal ve uluslararası güvenlik stratejilerinin zayıf kaldığı noktada bölgesel güvenlik kavramının ön plana çıktığını görmekteyiz. Bölgeye özgü çatışmaların ve sorunların uluslararası stratejik işbirlikleri ile çözümünden farklı olarak; bölge düzeyinde belirlenmiş askeri, siyasi ve ekonomik işbirliği anlaşmaları ile bölgenin güvenliği sağlanabilmektedir. Çatışma alanı olarak tanımlanan bölgelerdeki devletlerin birbirlerine olan bağımlılıkları sorunların çözümünde etkili olabilmektedir. Bu devletlerin sahip oldukları ortak tehdit ve ortak güvenlik çıkarları ile oluşturdukları güvenlik komplekslerinin nihai sonucu daha istikrarlı bir bölgedir. Uzun dönem devam etmiş dostluk ve düşmanlıkların etkileri bu güvenlik komplekslerinin oluşmasında etkili olmuştur. ASEAN örneği; bölgesel güvenliğin amaçlanması yolunda önemli bir inisiyatiftir. Ancak bölge dışı bazı güçlü aktörlerin bölgedeki çıkarları ve istekleri örgütün işlevini olumsuz anlamda etkilemiştir. Ayrıca üye ülkelerin gelişmekte olan ülkeler olması da örgütü dışa açık ve savunmasız bir hale getirmektedir. Uluslararası anlaşmazlıkların ve problemlerin temelinde bölgesel bir takım faktörlerin ve sebeplerin yer aldığınız düşündüğümüzde, bölgesel güvenlik alanlarının oluşturulması ve bir kurumsal kimlik kazandırılması sonucu çok önemli olmaktadır. Kopenhag Okulu ve temsilcileri tarafından güvenlik kavramı yapısal ve kurumsal öğelerle açıklanmıştır. Bölgesel güvenliğin başarılı olabilmesi için oluşturulan örgütler güvenlik ihtiyacı ile birlikte siyasi, ekonomik ve sosyal bir entegrasyonu da sağlayarak bölgelerinde bir direnç noktası oluşturmaktadırlar. Uluslararası güvenlik ve ulusal güvenliğin arasında var olan bölgesel güvenlik düzlemi iyi entegre olmuş ve dış tehditlere kapalı bir alanda var olmaya çalıştığı sürece başarılı olacaktır.
Çiğdem OK
Bahçeşehir Üniversitesi