Siyasi bir ilke olarak düzen, dengeli ve öngörülebilir ve hepsinden önemlisi kişisel güvenliği emniyet altına alan davranış biçimlerini ifade eder. Evrensel bir değer taşısa da çok farklı iki anlamı beraberinde getiren düzen kavramı, çok yaygın olarak, siyasi otoriteyle ilişkilendirilir ve ancak bir yasa sistemi ile ‘’yukarıdan’’ zorlanarak elde edilebileceği düşünülür.
Bu yüzdendir ki, yasa ve düzen kaynaşmış bir tek kavram haline gelmişlerdir. Düzeni eşitlikle ve sosyal adaletle ilişkilendiren diğer bir görüşe göre ise düzen, istikrar ile güvenlik, işbirliği ve karşılıklı saygı sayesinde, doğal yollarla ‘’aşağıdan yukarıya’’ meydana gelebilir.
Yaygın görüşe göre, devletlerin anarşik sistemi içinde düzen kavramı, birlikte yaşamanın minimum şartları olarak ele alınmaktadır. Hedley Bull daha sonraları düzeni, insanların bireysel ya da gruplarla ilişkilerinde belirli amaç ve değerlerle desteklenen sosyal hayatın düzenlenmesi olarak tanımlamaktadır. Bu tanımda da belirleyici olan, düzenin sınırlayıcı ve minimum düzeyde olmasıdır. Dünya düzeninin bu yorumunda, uluslararası sosyal yaşamın temel hedeflerini sürdürme konusunda belirleyici olan davranış kalıpları ve anarşik devletler toplumunun içinde gelişen kurumlar ve kuralların genel bir çerçevesi üzerinde durulmaktadır. Bu bağlamda sınırlandırılmış ve kırılgan toplumların üç temel hedefi bulunmaktadır; devletler toplumunun kendini koruması, tek tek devletlerin kendi bağımsızlıklarını sürdürmeleri ve devletler ve toplumlar arasındaki savaş ve şiddetin denetlenmesi -ama ortadan kaldırılması anlamında değil.
Bu bakış açısında, devletler arası işbirliği ve uluslararası kuruluşlardan beklenen ise, evrensel barışı sağlamak değil, sadece birçok bağımsız ülke arasında kaçınılmaz olarak ortaya çıkan çatışmaları yatıştırmak olmaktadır. Bu bağlamda devletlerin topyekun bir savaş ve nükleer silah çağında -varlığını sürdürmek anlamında- zararın nasıl en aza indirilebileceği üzerinde durulmaktadır; bu anlamda uluslararası sosyal düzenin temel hedefi devletlerin varlığını sürdürmeleri ve birlikte yaşamlarıdır. Bu çoğulcu bakış açısını gerçekleştirmek için ise devletler sisteminde; büyük güçler, güç dengesi, diplomasi, caydırıcılık ve benzeri uygulamaların olduğu görülmektedir.
Düzen kavramının bu dar manada ele alınması soğuk savaşın gergin ideolojik ve jeopolitik çatışmalarının bir yansıması olmuştur. Ancak, gücün ve çıkarların yapısı, eşitsizliğin boyutu, kültür ve değerler sisteminin ayrılığı ve kullanılan politik dilin sertliği birçok çatışmanın çözümünü zorlaştırmış hatta imkansız hale getirmiştir. Dünya politikası farklı sosyal ve politik ideallerin arasındaki mücadelenin alanı olmuştur. Bu sınırlı düzen kavramı ve adalete zoraki ilginin ilk nedeni, güç politikasının karamsar bakışından sürdürülebilir işbirliğinin politik zorluklarından kaynaklanmaktadır. Ancak ikincisi ise, küresel ve uluslararası toplum karşısında paylaşılan değerler ve ortak görüşün varlığına yönelik kuşkular olmuştur. Dünya toplumu oluşturmak açısından başlanılan her girişim, dinsel açıdan, sosyal organizasyon açısından, kültürel ve ahlaki açıdan köklü farklılıklarla karşılaşmıştır.
Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından, uluslararası toplumun oluşturulmasında, adaletin daha fazla genişletilmesine yönelik, buna paralel olarak da insan haklarının uygulanması yönünde bir artış olduğu görülmektedir.
Adaleti temel alan yaklaşıma göre, ikisi de tek başına toplumları ideal düzene ulaştıramayacağı için, hem özgürlüğün hem de eşitliğin temel ilke olarak bir arada kabul edilmesi gerekir. Bu nedenle özgürlük ve eşitliği kapsayacak ve ideal düzeni sağlayacak başka bir temele ihtiyaç vardır. O temel de, klasik anlamda, ‘’herkese hak ettiğini vermek’’ anlamına gelen adalettir. Uygulamada sosyal-hukuk devlet anlayışını ortaya çıkaran bu anlayışa göre hukuk, devletin temeli olmalı, düzen ise hukuka göre gerçekleşmelidir. Çünkü insan, özgürlüğü sayesinde kendini gerçekleştirir ve yaratıcı olur. Bireyin siyasette (düşünce, ifade), dinde (inanç), ve ekonomide (girişim) olabildiğince özgür kılınması gerektiğini savunan bu düşüncenin savunucuları Liberalistler, bireyciliği, özgürlüğü, hukukun üstünlüğünü, serbest piyasa ekonomisini, birey karşısında devlet gücünün sınırlandırılmasını temel alarak ideal düzene ulaşılabileceğini savunur. Böyle bir düzende özgürlük, bireyin çalışma, düşünce ve yaratma özgürlüğü şeklindedir.
Herkesin kanun önünde aynı haklara sahip olması anlamındaki eşitliği temel alan ve liberalizme tepki olarak ortaya çıkan sosyalist yaklaşıma göre ise ideal bir siyasal düzen, eşitlik temeli üzerine kurulmalıdır. Liberalizmin ekonomideki uygulaması ve kapitalizmin yarattığı gelir dağılımındaki adaletsizlikle, zengin daha zengin, fakir daha fakir olmaktadır. Sosyalizm ise sınıfsız, eşit, ideal bir toplum düzeni oluşturmak için özel mülkiyetin ortadan kalkması ve üretim araçlarının devlet tekelinde toplanması gerektiğini savunur. Böylece sermayeyi temsil eden işveren sınıfı ile emeği temsil eden işçi sınıfı arasındaki gelir dağılımı adaletsizliği ortadan kalkacak ve tüm insanların eşitliğine dayanan sınıfsız ideal bir toplum düzeni kurulabilecektir.
Ancak yaklaşımların farklılığına rağmen, sosyal düzenin ve devamlılığın üzerine kurulu olduğu maddi ve manevi unsurların sürdürülebilirliği ve korunması için sosyal ve siyasal bir düzenin zaruri olduğu temel bir siyasal bilgidir.
Ayşegül Yıldırım
TUİÇ Stajyeri
Kaynakça
1) Bacık, Gökhan, Anarşi, İstikrar ve Meşruiyet, Köprü Dergisi, Bahar 2006, 94. Sayı;
2)http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=756
3) Heywood, Andrew, Siyaset, Kavramlar: Düzen, s.491, Adres Yayınları, Temmuz 2012
4) TEKEL, Suna, Küreselleşme, Uluslararası Düzen ve Adalet
5) Yıldırım, Ömer, Düşünce PLATFORMU, http://www.felsefe.gen.tr/siyaset_felsefesi/ideal_bir_duzenin_olabilecegini_kabul_edenler.asp