ULUSLARARASI İLİŞKİLER DİSİPLİNİ VE SİYASET FELSEFESİ ALANINDA KAVRAMSAL ÇATIŞMA: ANARŞİZM SORUNU
Özet
Bu çalışmanın temel amacı, uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde sistematik ve bütünsel bir yapının tanımı olarak kullanılan anarşizm kavramı ile kendine siyaset felsefesinde bilimsel olarak yer bulmuş anarşizm kavramının karşılaştırılması ve bundan doğan çatışmanın incelenmesidir. Bu hususta ilk olarak olumsuz anlamda anarşizmin tarihsel sürecine ve bu olumsuz çağrışımı nasıl edindiğine; daha sonra bu olumsuz anlamının uluslararası ilişkiler disiplinine nasıl yansıtıldığına; en son olarak ise anarşizmin iki disiplin arasındaki kavramsal karşılaştırılmasına ve ortaya çıkan çatışmaya bakılacaktır. Bunu yaparken uluslararası ilişkiler disiplininin önemli isimlerinden Kenneth Waltz, Hedley Bull ve Alexander Wendt gibi isimlerin anarşizme bakışından yararlanılacak; siyaset felsefesi için Pyotr Kropotkin, Pierre-Joseph Proudhon ve Mihail Bakunin gibi isimlerin fikirleri temel alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Anarşi, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Felsefesi, Neo-realizm, İngiliz Okulu, Eleştirel Literatür, Kropotkin, Karşılıklı yardımlaşma, Proudhon
Abstract
The main purpose of this study is to compare the concept of anarchism in the discipline of international relations, which is used as the definition of a systematic and holistic structure, with the concept of anarchism, which has been scientifically embodied within the political philosophy and to examine the conflict arising from it. In this regard, first, the historical process of anarchism in the negative sense and how this negative connotation has been acquired; then, how the negative meaning of anarchism has been reflected on the international relations discipline; and lastly, the conceptual comparison and the arising conflict between the two disciplines will be examined. While doing this, it will be benefited from the perspectives of the important scholars in the international relations discipline such as Kenneth Waltz, Hedley Bull ve Alexander Wendt and with regard to political philosophy the main ideas of the important figures such as Pyotr Kropotkin, Pierre-Joseph Proudhon and Mikhail Bakunin will be taken into consideration..
Keywords: Anarchy, International Relations, Political Philosophy, Neo-realism, English School, Critical Literature, Kropotkin, Mutual Aid, Proudhon
Giriş
Uluslararası ilişkiler disiplinine yön veren ana teorilerden biri olan realizmin, uluslararası ilişkilerin yapısına sistematik bir okuma getiren neo-realist versiyonunun en büyük savunucularından biri olan Kenneth Waltz’a göre “uluslararası sistem anarşiktir.” Waltz burada uluslararası sistemin anarşik olduğunu ele alırken klasik realist olan Hobbes’un doğa durumunu referans almaktadır. Hobbes’a göre insan doğası gereği animus dominandi bir varlıktır (Goodwin, 2010, s. 431) ve merkezileşmiş egemen bir otorite olan Leviathan’ın yokluğunda kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin rekabeti ve antagonizmi doğar (Newman, 2012, s. 260), yani kaos ve düzensizlik hâkim olur. Bu çerçevede devletleri uluslararası düzende kendi çıkarları peşinde koşan aktörler olarak ele alan Waltz, uluslararası merkezileşmiş egemen bir otoritenin yokluğu nedeniyle uluslararası düzenin yokluğundan bahsetmektedir. Öte yandan İngiliz okulunun en önemli temsilcilerinden biri olan Hedley Bull ise egemen bir yönetimin yokluğunun düzen olmadığı anlamına gelmediğini savunmaktadır. Ona göre, ortak çıkarlar, kurallar ve kurumlar belirli bir düzenin sürdürülmesini sağlar (Cudworth & Hobden, 2010).
Sistemik bakış açısına sahip olan diğer bir teori olan Complexity (Karmaşıklık) teori, sistemin kendini egemen bir otorite olmadan sürdürülebileceğini savunur iken (Cudworth & Hobden, 2010), Anarşistler, -özellikle Kropotkin’in “karşılıklı yardımlaşma (mutual aid)” teorisi etrafında şekillenen düşünceleriyle türlere olan inancın “doğal”; öte yandan devletin “yapay” bir yapı olduğunu savunan anarşist teorisyenler- toplumun devletten önce geldiğini (Goodwin, 2010) ve düzenin sağlanması için merkezileşmiş egemen bir otoriteye gerek olmadığını savunmaktadırlar (Newman, 2012, s. 263). Bu çalışmada, anarşinin uluslararası ilişkiler disiplini tarafından algılandığı şekliyle “kaos” ve “düzensizlik” anlamına gelmesi ile anarşinin 19. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle bilimsel olarak vücut bulduğu siyaset felsefesindeki doğal düzen algısının karşılaştırılması ve incelenmesi yapılacaktır.
1. OLUMSUZ ANLAMDA ANARŞİZM
19. yüzyılın ortaları ile yükselen hümanizm ve romantizm akımlarıyla beraber bilim dünyasına adım atan Anarşizm, her zaman insanlar tarafından “kaos”, “şiddet”, “terör”, “düzensizlik”, “karışıklık” ve bunun gibi birçoğu ile algılandı. Hiçbir zaman fikirlerini ve ideallerini etkili bir şekilde aktarma yolu bulamayan anarşistler, otobüs duraklarına ve demiryolu hatlarına çizdikleri grafitiler ve attıkları sloganlar ile tanındılar. Çember içindeki ‘A’, sloganları olan “Anarchy is order; government is civil war” – Anarşi düzendir; devlet iç savaş – cümlesinden gelmektedir ve 1848 yılında öncü anarşistlerden Fransız Pierre- Joseph Proudhon tarafından icat edilmiştir (Kinna, 2005, s. 5).
Tarih boyunca Anarşizm, tuhaf bir şekilde hep olumsuz çağrışımlarda bulunan bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Kinna’ya göre, liberalizm, bağımsızlık ve özgürlüğün; sosyalizm, birlik ve dayanışmanın; muhafazakarlık, yerleşik veya alışılagelmiş yaşam biçimlerinin muhafazasının ideolojileri olarak – hatta faşizmin bile kelime kökeni olarak fascio yani Roma otoritesinin sembolüne atıf – olumlu ve pozitif bir çağrışıma sahip iken diğer yandan anarşizm, tarihsel olarak da popüler kültürde de her zaman eğer şiddetli düzensizlik değilse düzeni yıkmak anlamına gelen, politik tartışmalarda tehlikeli fikirleri aşağılamak için kullanılan bir terim olarak kullanılagelmiştir (Kinna, 2005, s. 6). Buna karşılık Anarşizmin kökleri Fransız Devrimi’nin altında yatmaktadır. Bu devrim ve savaş döneminde taleplerini ekonomik temelli olarak iş ve ekmek sağlanması üzerinden oluşturan bir grup engarés(fanatikler), devrimin fırsatçılarına karşı çıkarak devrime ve herhangi bir otoriteye karşı olduklarını göstermişlerdir. Bu fikirler devrimden yaklaşık 50 yıl sonra Proudhon’u çok etkilemiş ve 1840 yılında “What is Property?” kitabını yazarak özel mülkiyetin hırsızlık olduğunu savunmuş ve anarşizm terimini özgürlükçü ve eşitlikçi fikirlerini tanımlamak için kullanmıştır (Kinna, 2005, s. 6-7). Diğer yandan George Woodcock ise anarşizmin kelime kökeni olan ‘anarkhos’a atıfta bulunarak aslında anarşinin “yönetim olmadan” ya da “kimsenin yönetimi (the government of no one)” anlamına geldiğini ve anarşinin sosyal yıkımdan ziyade ilerleme ve uyumlu bir iş birliği önerdiğini savunmaktadır. Öte yandan Woodcock, anarşinin kökeninden gelen bu anlamının eşitliğin doğal muadili olduğunu, sosyal bölünmelere ve sivil çekişmelere son vermeyi amaçladığını vurgulamaktadır. Bu nedenle bazı anarşistler 19. yüzyılda, ‘an’ ve ‘arşi’ hecelerinin arasına tire koyarak kelimenin antik çağdan türeyen bu anlamına ve diğer daha iyi bilinen alternatifler olan monarşi (the government of one) ve oligarşi (the government of few) karşıtlığına vurgu yapmak istemişlerdir (Kinna, 2005, s. 8).
Dönemin diğer anarşist filozoflarından biri olan Rus Michael Bakunin ise anarşiyi “düzensizliğin düzeni” olarak tanımlamış ve terime pozitif bir anlam yüklemiştir (Kinna, 2005, s. 8). Bir diğer Rus anarşist olan Kropotkin ise anarşizme doğal yaşamdan uyguladığı bilimsel bir bakış açısı katmış ve “karşılıklı yardımlaşma” teorisini ortaya atmıştır (Goodwin, 2010). Alexander Berkman anarşinin ne olmadığı üzerinden anarşiyi tanımlarken “düzensizlik”, “kaos”, ve herkesin herkese karşı savaştığı barbar bir topluma geri dönüş olmadığının altını çizmiştir. Cardiff tabanlı anarşist medya grubu ise anarşinin kaos, yıkım ve ölüm ile hiçbir ilgisi olmadığını, anarşistlerin bomba taşıyıp kadınları dövmediğini vurgulamışlardır (Kinna, 2005, s. 9). Bunca çabaya rağmen görmekteyiz ki tarih boyunca anarşizm olumsuz anlamından bir türlü kurtulamamış, insanlarda her zaman kötü bir çağrışım ve izlenim bırakmıştır. “Özgürlük” kavramı herkesçe pozitif bir etki bırakır iken bunun tersine asıl özgürlüğü isteyen anarşizmin kolay bir şekilde kötü bir olgunun çağrışımı olarak kendini göstermesi anarşinin sorunlu bir kavram olarak varlığını sürdürmesine neden olmaktadır.
2. ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ANARŞİZM
Uluslararası ilişkiler disiplininde realist paradigma iki temel unsur üzerine odaklanmaktadır: güç ve hayatta kalma. Bu iki temel unsur üzerinden şekillenen Kenneth Waltz’un sistem teorisinde anarşi, uluslararası ilişkilerin tanımlayıcı ve düzenleyici prensibi haline gelmektedir. Waltz, uluslararası siyaset için bütüncül bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu düşündü ve bütün politik sistemlerin oluşumunu 3 temel unsura indirgedi: Düzenleyici prensip, aktörlerin karakteristik özellikleri ve bu aktörler arasındaki gücün dağılımı. Waltz’a göre bu 3 temel unsurdan belirleyici olan sistemin düzenleyici prensibinin ne olduğudur. Çünkü aktörler bu sistemin yapısına göre kendi karakteristik özelliklerini belirler ve sonuç olarak sistem içerisinde gücün nasıl paylaşılacağı ortaya çıkar. Bu çerçevede ele aldığımızda Waltz’a göre sistem ya egemen bir otoritenin altında hiyerarşiktir ya da egemen bir otorite yokluğunda anarşik. Bu bağlamda onun en temel varsayımı, anarşinin sadece “iktidarın yokluğu” anlamına gelmediği; aynı zamanda “şiddet oluşumu” ile ilişkili olduğunu ileri sürmesidir (Cudworth & Hobden, 2010, s. 400). Bu nedenle anarşi, Waltz’a göre, hem uluslararası ilişkilerin düzenleyici ve tanımlayıcı prensibini oluşturmakta hem de sistemin belirleyici aktörleri olan devletlere, Hobbes’un doğa durumundan esinlendiği bu sistem içerisinde, kendi çıkarı peşinde koşmayı, hayatta kalmayı ve “kendi kendine yeterli olmayı (self-help)” şart koşmaktadır. Aksi halde devlet, sistem içinde kendi çıkarı peşinde koşan diğer bir devlet tarafından yok edilecektir. Tüm bunların ışığında Waltz tarafından anarşi, klişeleşmiş anlamı olan “kaos” ve “düzensizlik” anlamlarıyla ilişkilendirilmiştir ve sadece iki kutuplu sistem içerisinde belirli bir hiyerarşik düzen ile stabilize edilebilir (Cudworth & Hobden, 2010, s. 401).
Diğer önemli bir husus ise anarşinin nasıl algılandığı ile ilgilidir. Anarşi “düzenin yokluğu” olarak görülebileceği gibi sadece “egemen bir iktidarın yokluğu” olarak da görülebilir. Egemen bir iktidarın olmayışı uluslararası sistemi düzenleyen ve işlemesini sağlayan kurumların ve yasaların olmadığı anlamına gelmemektedir. İngiliz okulu anarşi kavramına bu şekilde daha ‘ılımlı’ bir açıdan yaklaşmakta ve yönetici egemen bir gücün olmamasının düzen olmadığı anlamına gelmeyeceğini savunmaktadır. Bu okulun en önemli temsilcilerinden biri olan Hedley Bull’a göre ortak çıkarlar, kurallar ve kurumlar belirli bir düzenin sürdürülmesi sağlamaktadır. Bir diğer önemli temsilci olan Watson ise uluslararası sistem için sarkaç (pendulum) benzetmesi yaparak kenarlarda bulunan iki süper gücün sistemin sağladığı çekim ile gücü onlardan alarak ortada birleştirdiği bu sayede birçok hegemonun bulunduğu sistemde uyumun sağlandığını öne sürmektedir. David Lake tarafından ise anarşinin, Waltz’un ileri sürdüğü gibi, sistemdeki aktörlerin birbirinden farklılaşmadığı anlamına gelmeyeceği ve nihai egemen bir güç olmadan da bu aktörler arasında hiyerarşi (farklı güç ilişkileri) oluşabileceği ve bu hiyerarşinin de düzeni sağlayabileceği savunulmaktadır (Cudworth & Hobden, 2010, s. 401-402).
Bir diğer bütüncül teori ise sistemi organik bir yapı olarak ele alan complexity (karmaşıklık) teorisidir. Sistemleri, kendi kendini yönetme, doğrusal olmama, açıklık ve birlikte evrim (co-evolution) yapılar olarak 4 grup altında inceleyen karmaşıklık teorisi, sistemlerin autopoiesis yani kendi kendilerini üreten, tanımlayan ve düzenleyen yapılar olduğunu ileri sürmektedir (Cudworth & Hobden, 2010). Burada özellikle ilerleyen bölümlerde ele alacağımız Kropotkin’in “karşılıklı yardımlaşma” teorisi ile sistemsel bir benzerlik söz konusudur. Complexity teorisi, devletleri, sistemle ve birbiriyle ilişki içerisindeyken değişmeyen birer katı “bilardo toplarına benzeten” realist yaklaşımı (Prichard, 2012, s. 97) eleştirmekte ve sistemlerin yapısal özelliklerinin sistem dışındaki faktörler hesaba katılmaksızın modellenebilen ve kendi kendini düzenleyebilen bir yapı olduğunu savunmaktadır. Bu sistemlerin kapalı yapılar olduğu ve başka sistemlerle ilişki içerisinde olmadığı anlamına gelmemektedir aksine bu etkileşim önemlidir fakat belirli bir sistem diğer sistemlerden (devletlerin kendi içindeki egemen sistem) bağımsız olarak kendi içindeki parçalarının etkileşimi dikkate alınarak incelenmelidir. Bu nedenle complexity teori, uluslararası sistemde düzenin sağlanması için Waltz’un gerekli gördüğü egemen bir “dünya devletini” reddetmektedir (Cudworth & Hobden, 2010). Bir diğer önemli husus ise complexity teori doğrusal olmayan bir uluslararası sistem yaklaşımı izlerken, Waltz’un görüşleri bunun tersine lineer (doğrusal) bir çerçevede ilerler. Yani Waltz için iki kutuplu dünya oldukça stabil bir yapıya sahip olacak iken çok kutuplu yapı görece daha az stabil olacaktır. Complexity teori ise bifurcation yani “çatallanma (iki kola ayrılma)” yaklaşımı ile sistemin doğrusal olmayan sonuçlar doğuran bir yapıya sahip olduğunu savunur. Yani sistemlerin hangi doğrultuda ilerleyeceğini tahmin etmek çok güçtür ve gideceği her zaman birden fazla yön mevcuttur. Örnek olarak Soğuk Savaş uluslararası sistem için bir çatallanma noktası iken Waltz’a göre bu sistemin içindeki bir değişiklik iken complexity teoriye göre sistemin değişik bir yapıya bürünmesi anlamına gelmektedir. Son olarak, geleneksel çizgideki IR teorisyenleri “negatif geri bildirim” üzerine odaklanır iken complexity teori sistemin “pozitif geri bildirim” ile geri tepmelere yol açtığını savunur. Özellikle Morgenthau ve Waltz gibi realist teorisyenler sistemin her zaman güç dengesi ile kendi denge noktasına ulaştığını savunmaktadırlar. Korunan bu güç dengesi herhangi negatif bir geri bildirim aldığında güç dengesi tekrardan savaşlar ve değişen ittifaklar sonucu ortaya çıkacaktır. Öte yandan complexity teori pozitif geri bildirimlerin sistemi denge noktasından çok daha öteye götürdüğünü savunur. Örneğin 1980 yılında ABD, Sovyetler Birliği ile Afganistan’da savaşmak için El Kaide örgütünü desteklemiş daha sonra ise o örgüt kendi topraklarında 11 Eylül’e sebep olmuştur; bu durum da sistemin geri tepmesine ve yeni bir sistem yapısının oluşumuna neden olmuştur (Cudworth & Hobden, 2010).
Waltz ve Bull (Neo-realizm ve İngiliz okulu) anarşizmi aynı realist okulun sahip olduğu iki farklı bakış açısından incelerken, uluslararası ilişkiler disiplininin eleştirel literatürü (liberal düşünceden feminist ve Marksist düşünceye) tarafından incelendiğinde; anarşizm, çoğu zaman olması gereken ve aşılabilen bir olgu olarak ifade edilmektedir (Prichard, 2012, s. 98). Liberaller anarşinin uluslararası ilişkiler alanındaki merkezi rolünü sorgularken, çağdaş dünya düzeninde aktörler arasındaki karşılıklı bağımlılığın (interdependence) anarşinin yerini aldığını savunmaktadırlar. Ayrıca çağdaş küreselleşmiş dünyada yerel ve uluslararası ayrımının ortadan kalktığını savunan liberaller, realist teorisyenlerin ortaya koyduğu iç – dış egemenlik ayrımını bu yönüyle eleştirmektedirler. Diğer yandan Marksistler, uluslararası sistemin anarşik yapısını kapitalist modernleşmenin yegâne özelliği olarak görmektedirler ve kapitalizm aşıldığı takdirde anarşinin de aşılacağını savunmaktadırlar. Feministler tarafından ise, uluslararası sistemin anarşik yapısını dünya siyasetinin tarih boyunca süren bir özelliği olarak görmenin dünya düzeninin ataerkil uygulamalarını zımnen onaylamak anlamına geldiği; bu nedenle uluslararası sistemin anarşik yapısının patriyarşik yapıyı sürdürdüğü ve eğer birinin üstesinden gelinirse diğerinin azalacağı savunulmaktadır (Prichard, 2012, s. 98). Alexander Wendt önderliğinde ise inşacı düşünürler, anarşinin, devletler tarafından nasıl algılandığı ve tanımlandığı ile ilgili olduğunu savunurlar. Wendt’in meşhur “anarchy is what states make of it” sözü bu anlama gelmektedir ve anarşinin algılandığı şekliyle yapısının ve mantığının değişebileceğini savunmaktadır. Burada inşacıların fikirlere verdikleri öncelik ile idealist bir uluslararası ilişkiler yaklaşımı sürdürdükleri savunulabilir (Yalvaç, 2011). Bu noktada Waltz’ın önderliğindeki Neorealist düşünürlerde sistemi temel alan ve devletlerin bu sistemdeki anarşik yapıya göre davranışlarının şekillendiği yaklaşımı hakimken inşacılarda ise devletlerin kimliklerinin, ortaklaşa paylaşılan normlar ve birbirleriyle etkileşimi ile belirlendiği yaklaşımı hakimdir. Yani devletlerin kimlikleri yapı tarafından dayatılması ile ortaya çıkmaz aksine birbirleri ile olan etkileşimi sonrası öğrenme süreci ile ortaya çıkmaktadır (Yalvaç, 2011). Fakat yeni bir bakış açısı getirse de inşacı yaklaşımın da diğer ana yaklaşımlar gibi “devlet merkezli” olduğu söylenebilir. Öte yandan Yalvaç’a göre, Wendt’in görüşlerinin bu hususta özgün yanı, uluslararası sistemin onu devletlerin nasıl algıladığı ile ortaya çıktığını savunurken bunu işbirliği ile bağdaştırmamasıdır. Yani devletler bu sistemi çatışma olarak algılayabileceği gibi işbirliği olarak da algılayabilmektedir (Yalvaç, 2011, s. 81).
Postmodernistlerin anarşiye bakışını inceleyecek olur isek, daha söylemsel ve kimlik sorunlarına odaklı bir yaklaşımın karşımıza çıktığı söylenebilir. Özellikle Waltz’un Vestfalya ve sistem odaklı tarih üstü anarşizm anlayışına karşı, postmodernistler, anarşinin, modernizmin bir toplumsal biçimi olduğunu savunurlar (Yalvaç, 2011, s. 83). Bu hususta en önemli postmodern eleştiri Richard Ashley tarafından ortaya konur. Egemenlik kavramının iç-dış okumasını sorgulayan Ashley, anarşi kavramının her zaman hiç sorgulanmayan egemenlik paradigmasına dayandığının eleştirisini yapar. Ashley’e göre bu noktada, iç egemenlik olarak anladığımız, devletin içerisinde sağlanan egemenlik ve düzenin dışarıdan gelen “anarşik” tehlikelerden korunması anlayışının yarattığı güvenlik sorunlarına odaklanma söz konusudur. Bu nedenle Ashley bu başat ve devlet odaklı egemenlik paradigmasına karşı çıkmaktadır (Yalvaç, 2011).
Son olarak ise sömürgeci sonrası anlayışın anarşiye bakışını ele alacak olursak, ilk olarak eleştirel güvenlik yaklaşımları dikkat çekmektedir. Bu hususta geleneksel güvenlik çalışmalarının eksikliğine dikkat çeken eleştirel güvenlik yaklaşımı, büyük devletler arasındaki anarşinin yarattığı güvenlik sorunlarına odaklanan geleneksel güvenlik çalışmalarının, devlet dışı aktörlerden kaynaklanan güvenlik sorunlarını (terörizm vs) açıklayamamasına odaklanmaktadır. İkinci olarak ise sömürgeci sonrası yaklaşım, batı hegemonyasının eleştirisine odaklanır. En önemli temsilcilerinden biri olan Edward Said’e göre bütün sistem ve kavramlaştırma batı odaklı “ötekileştirme” içerir ve batının emperyalizmi sonucudur. Yani Said’e göre uluslararası sistemin de anarşik okuması batının çizdiği kavramlar üzerinden yaratılmış sömürgeci bir anlayışa sahiptir (Yalvaç, 2011).
3. ANARŞİZM ÜZERİNE KAVRAMSAL KARŞILAŞTIRMA
Olumsuz anlamda algılanan anarşizmin ne olduğu ve uluslararası ilişkiler disiplini tarafından bu terimin nasıl kavramsallaştırıldığını yukarıda inceledik. Bu bölümde ise anarşizmin 19. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle bilimsel olarak asıl temelinin atıldığı siyaset felsefesindeki kavramsal anlayış ile uluslararası ilişkiler disiplinindeki anarşizm anlayışının farkları incelenecektir.
En temel anarşist ontolojik iddia ile başlamak gerekirse anarşistlere göre toplum, devletten önce gelmektedir (Goodwin, 2010). Anarşistler toplumu insanlık hakkında her şeyin en iyisi olarak görmekte iken (işbirliği, karşılıklı yardımlaşma, sempati, dayanışma, girişim ve kendiliğindenlik sağladığı için); devleti, önceden var olan toplumların üzerine empoze edilmiş yapay bir sosyal kurum olarak görmektedirler. Bu noktada özellikle Darwin’in evrim teorisine atıf yaparak, anarşizme bilimsel bir yaklaşım getiren Kropotkin’in önemi oldukça fazladır. Rus asıllı olan Kropotkin, Sibirya’da geçirdiği askerlik sürecinde insanların zorlu çevresel koşullara karşı nasıl bir dayanışma içinde olduklarını fark eder. Bundan oldukça etkilenen Kropotkin, doğal yaşamda türdeş canlılar arasındaki işbirliğinin, Darwin’in izlerini takip eden Malthus’un savunduğunun aksine tür içi rekabetten daha önemli bir rol oynadığını vurgular. Bu dayanışma ve işbirliğini “karşılıklı yardımlaşma” olarak terimleştiren Kropotkin 3 temel unsur üzerine kendi teorisini dayandırmaktadır (Goodwin, 2010):
- Organizmalar kendi çevresine karşı mücadele içerisindedir, bireysel olarak diğer organizmalara karşı değil;
- Organizmalar bu çevrenin zorluğu ile baş edebilmek için işbirliği yapmaya yönelirler;
- Egoizm, hayatta kalmak için işbirliği zorunlu hale gelince, zararlı bir hal alır.
Kropotkin devletin “doğal” bir yapı olarak ele alınmasını eleştirir ve devletin bütün fonksiyonlarının muhafaza edilmesinin dizginsiz ve dar görüşlü bireyciliği desteklediğini ve bu derece bireyselliğin tek kaynağının “devlet” olduğunu savunmaktadır (Goodwin, 2010). Kısacası, Kropotkin’e göre sosyallik, karşılıklı mücadele kadar doğanın bir yasasıdır ve insanın tür içinde karşılıklı yardımlaşmasıyla “doğal” düzeni ortaya çıkarır. Kropotkin’e göre, bu doğal düzen içinde herhangi bir otoriteye gerek olmadığı gibi bu otoritenin kaynağı da yapaydır. Bu hususta Anarşizm ile complexity teorinin bazı ortak noktaları olduğu savunulabilir. Her ikisi de herhangi egemen bir otorite olmadan sistem içerisinde kendiliğinden bir düzen sağlanabileceğini savunmaktadır. Complexity teori için bu self-organization yani öz-örgütlenme iken Anarşistlere göre Kropotkin’in “karşılıklı yardımlaşma” teorisidir (Cudworth & Hobden, 2010).
Siyaset felsefesinde anarşizmi ele alan bir diğer önemli teorisyen ise Pierre- Joseph Proudhon’dur. Proudhon kendini anarşist olarak tanımlayan ve uluslararası politikaya anarşist bakış açısı sunan ilk düşünürdür (Prichard, 2012). Kropotkin gibi o da “karşılıklılık – mutualizm” teorisi ile dikkat çekmektedir. Proudhon’a göre bireyler de gruplar kadar dokunulmazdır. Ne bireyin grup üzerinde ne de grubun birey üzerinde hakimiyet kurma hakkı vardır. Bunun sonucu olarak devletin toplumun içindeki bütün grupları domine etme hakkı bulunmamaktadır. Grupların nasıl oluştuğuna dikkat çeken Proudhon, bireylerin birlikte hareket ederek grupları oluşturduğunu fakat bu grupların bireyselliği öldürmediğini söyler. Bireyler bu grupların içinde yok olmaz aksine amaçsız hareket edemeyecek grupların karakterini oluştururlar. Proudhon’a göre bireylerin oluşturduğu bu gruplar da bireyler kadar dokunulmaz ve kutsaldır (Prichard, 2012, s. 101). Yani otonom olmak zorundadırlar ve bu durum politik topluluğa dinamizm katar. Güç bu noktada kaçınılmazdır fakat olumsuz anlamda değildir. Grupların birbirleri üzerinde uyguladıkları güç, realist paradigmanın da savunduğu gibi gereklidir. Güç, Proudhon’un uluslararası sosyal teorisi için merkezi bir konumdadır (Prichard, 2012, s. 102). Realistlerin savunduğu güç dengesi unsuru gibi Proudhon da gruplar arasında ortaya çıkacak güç değişiminin, düzenin devamlılığını sağlayacağını savunur. Fakat Proudhon, realistler ile güç konusunda şu hususta ayrışmaktadır: Rekabet ve düşmanlık yıkıcı olduğu kadar üretkendir de (Prichard, 2012, s. 103). Bu, gruplar arasındaki sosyal düzenin sağlanması ve sürdürülmesi için asıl gerekli olan şeydir ve egemen bir otorite tarafından sınırlandırılması gerekmez. Adalet, ortaya çıkan bu sosyal çatışmaya içkindir (Prichard, 2012). Proudhon’un teorisinde “karşılıklılık” kendine bu noktada yer bulmaktadır. Ona göre, ihtiyaçlara, yetkinliklere ve kapasitelere göre tüm yetkiler yatay olarak gruplar arasında bölünmesi gerekiyordu. Fakat gruplar arasında kesinlikle bir hiyerarşi mevcut olmayacak; bütün gruplar kendi doğal otonomluğunu birbirlerine karşı eşit bir şekilde koruyacaktır. Bu nedenle federalizm Proudhon tarafından bir noktaya kadar desteklenmekte ve çözüm olarak görülmektedir. Bu sayede birbirleri arasında tamamen eşit olan gruplar ‘anarşi’ içinde kendi otonom yapılarını koruyabilir, ilişkilerini birleştirebilir ve herhangi bir merkezi yapının kısıtlamasına maruz kalmazlar (Prichard, 2012). Özellikle belirtmek gerekir ki Proudhon’un federalizm savunması gönüllü sözleşmelere ve anlaşmalara dayanmakta; kesinlikle merkezileşmiş gücü ve hiyerarşiyi reddetmektedir.
Bir diğer Rus anarşist teorisyen olan Bakunin ise “otonom siyasi eylem” üzerinde durmaktadır. Bakunin’e göre asıl siyasi eylem, devletin dışında ve devlete karşı ortaya çıkandır. Kolektif anarşist olarak tanınan Bakunin, insanların kolektif olarak örgütlenerek devletin ve onun her türlü kurumunun reddedilmesini ve devletin kavrayışının ötesinde siyasetin ne anlama geldiğinin araştırılmasını savunur (Newman, 2012, s. 278). Ona göre siyaset kendi başına otonom olmadığı sürece hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bu nedenle Bakunin, uluslararası siyasetin realistlerin iddia ettiği gibi “anarşik” olmadığını aksine siyasal ve ekonomik elitlerin etrafında şekillenmiş düzenli ve yapılandırılmış bir sistem olduğunu savunmaktadır.
Yukarıda uluslararası ilişkiler disiplini ve siyaset felsefesi tarafından anarşizmin kavramsal olarak nasıl ele alındığının genel bir çerçevesi çizilmeye çalışıldı. Fakat ilk olarak iki disiplin üzerinden kavramsal karşılaştırma yaparken dayandıkları temel argüman ile ilgili bir sorunla karşılaşılmaktadır: devletin varlığı. Uluslararası ilişkiler disiplininde anarşizm tanımı yapılırken devletin var olduğunun kendiliğinden kabulü ile bir sonuca ulaşılmaktadır. Devletin varlığı ve kendi içerisinde egemen olduğunun sorgulaması yapılmamaktadır. Devlet vardır ve en önemli aktör olarak uluslararası toplumda anarşik bir yapıyı oluşturmaktadırlar. Yani burada ön koşul olarak devletin varlığının ve olması gerekliliğinin kabulü söz konusudur. Diğer taraftan ise anarşistler, devletin varlığını en baştan itibaren reddetmektedirler. Onlara göre her türlü “otorite”, “egemen iktidar” ve türevleri kabul edilemez. Siyasi otoriteyi yok etmeye çalışarak bunun yerine toplumun ahlaki otoritesini koymaya çalışmaktadırlar (Newman, 2012). Yani anarşistler tarafından devletin varlığı bir ön koşul olarak kabul görmediğinden dolayı, bu kavramsal çatışma için, dayandıkları temel argümanlar açısından en baştan farklılaşmaktadır diyebiliriz.
İkinci olarak ise anarşizm, anarşistler için sadece ‘mutlak otoritenin yokluğu’ anlamına gelmemektedir; insanlığın en yüce ve nihai etik hedefidir. Yani burada toplumsal ahlak anlayışı arayışı vardır. Bu açıdan anarşizm, anarşistlere göre “kozmopolit” bir ahlak anlayışıdır. Yerel ve uluslararası ayrımı yapılmaz iken aksine anarşistler için sadece insan ve toplum söz konusudur. Öte yandan uluslararası ilişkiler disiplinine bu durum devletlerin birbiriyle ilişkiler sonucunda ortaya çıkan uluslararası toplumun siyasi yapısıdır. Herhangi bir ahlak anlayışı veya bir hedef söz konusu değildir. Anarşizm sadece uluslararası ilişkileri/toplumu tanımlayan ve düzenleyen bir yapıdan ibarettir.
Son olarak ise iç ve dış egemenlik kavramları üzerinden bir çatışma söz konusudur. Bu noktada iki önemli isim karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Richard Ashley’ göre asıl sorun, uluslararası ilişkilerde anarşi kavramının tanımının hep devletin içerde egemen olduğunun kabulü üzerinden yapılmasıdır. Fakat ona göre, devletlerin içinde de bu düzen ve egemenlik sağlanmış değildir ve bu sorgulanmalıdır. Diğer önemli bir isim ise realist olan Carl Schmitt’dir. Scmitt uluslararası boyutta çoğulculuk ve farklılaşmayı dünyanın yeni düzeninin devamı için gerekli görürken devletin içerisinde bunu reddetmektedir (Newman, 2012). Peki devletin sınırları içerisinde tek bir otorite gerek görülür ve çoğulculuk reddedilir iken devletin sınırlarını aşan ve onların da birer aktör olduğu uluslararası yapı içerisinde neden çoğulculuk ve farklılaşma gerekli görülmektedir? İşte anarşistlere göre bu çoğulculuğu ve farklılaşmayı asıl kısıtlayan ve yapay olan ‘devlet’ kavramı ile ayrılan bu sınırlardır.
Sonuç
Vestfalya ile ortaya çıkan modern devleti merkezine alarak var olan sistemi güç dengesi, kaos, düzensizlik ve anarşi gibi tarih dışı modern kavramlarla açıklamaya çalışan uluslararası ilişkiler disiplini uluslararası sistemin bu yapısını tek değişmez gerçek olarak görmektedir. Buna karşılık ise 19. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle kendine olumlu bir anlam kazandırmaya çalışan, ideolojilerini ve görüşlerini bilimsel bir çerçeveye oturtmaya çalışan anarşistler ise insanın doğasına ve ahlak anlayışına olan inançları ile devlet ‘yapay’ ve tarih dışı bir varlık olarak görmektedirler. Anarşik toplum, anarşistler için, işbirliği olan, barış içinde bir arada yaşayan, eşitliğin ve serbest çağrışımın olduğu bir toplum anlamına gelirken; uluslararası sistemi anarşik bir yapı olarak adlandıran realistler için, anarşi, probleme yol açan özgürlük ve eşitlik durumudur. Hobbes’un Leviathan’ın yokluğundaki doğa durumunda ortaya çıkan, herkesin birbiriyle eşit ve özgür olduğu bir ortamdan beslenen kaos ve düzensizlik egemen bir otoriteye ihtiyaç gerektirirken, anarşistlere göre herkesin birbiriyle eşit ve özgür olduğu bu doğa durumu düzenin kendiliğinden sağlanması için asıl gerekli olandır.
BURAK KOÇ
ANARŞİZM OKUMALARI STAJYERİ
KAYNAKÇA
- Cudworth, E., & Hobden, S. (2010). Anarchy and Anarchism: Towards a Theory of Complex International Systems. Millennium: Journal of International Studies, 399-416.
- Goodwin, A. (2010). Evolution and Anarchism in International Relations: The Challenge of Kropotkin’s Biological Ontology. Millennium: Journal of International Studies, 417-437.
- Kinna, R. (2005). Anarchism: A Beginner’s Guide. Oxford: Oneworld Publications.
- Newman, S. (2012). Crowned Anarchy: Postanarchism and International Relations Theory. Millennium: Journal of International Studies, 259-278.
- Prichard, A. (2012). Anarchy, Anarchism and International Relations. R. Kinna içinde, The Continuum Companion to Anarchism (s. 96-108). New York: Continuum International Publishing Group.
- Yalvaç, F. (2011). Uluslararası İlişkiler Kuramında Anarşi Söylemi. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 71-99.