Özet
Kıbrıs’ın çevresi veya daha genel olarak Doğu Akdeniz Bölgesi’ndeki deniz alanları, doğal kaynaklar ve özellikle geniş petrol ve gaz rezervleri açısından zengindir. Türkiye ile Yunanistan arasındaki kıta sahanlığı sınırlandırma anlaşmazlıkları, Ege’de olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de bulunmaktadır. Kıbrıs adasının iki eşit milleti Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasındaki anlaşmazlıkların yalnızca mülkiyet konusunda olmadığı, bununla birlikte uluslararası hukuk ilkelerinin uygulanması konusunda da sorun olduğunu söyleyebilmekteyiz. Sınırlamalar ile ilgili hükümlerin nispeten belirsiz olması ya da esnekliği aynı düzlemde buluşmayı zorlaştırmaktadır. Bu çalışmada, Kıbrıs adasındaki belirsiz siyasi ortamda eşitlik ve hakkaniyet ilkeleri gibi ve ilgili uluslararası hukuk ilkelerini incelenmiş ve bu ilkeler ile özel durumlar ilgili konular karşılıklı ilişkilerin bağlamında aktarılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Deniz Sınırlaması, Kıta Sahanlığı, Uluslararası Hukuk İlkeleri, Eşitlik İlkeleri.
Abstract
The offshore areas around Cyprus, or more generally in the Eastern Mediterranean Region, are rich in natural resources and particularly large oil and gas reserves. Continental shelf delimitation disputes between Turkey and Greece exist in the Eastern Mediterranean as well as in the Aegean. We can say that the disagreements between the two equal nations of the island of Cyprus, the Turkish Cypriots and the Greek Cypriots, are not only about property, but also about the application of international law principles. The relative ambiguity or flexibility of the provisions on restrictions makes it difficult to meet on the same level. In this study, the relevant principles of international law such as the principles of equality and equity in the ambiguous political environment on the island of Cyprus have been examined, and these principles and issues related to special situations have been tried to be conveyed in the context of mutual relations.
Keywords: Cyprus, Eastern Mediterranean, Maritime Limitation, Continental Shelf, Principles of International Law, Principles of Equality.
Giriş
Bu yüzyılın başlarından itibaren Doğu Akdeniz önemli jeopolitik kimliğini kazanmaya ve Akdeniz bağlamında ayrı bir alt bölge olarak belirgin hale gelmeye başlamıştır. Küresel boyuttaki değişimler ve bölgedeki siyasi gelişmeler sonucunda, uluslararası güç değişimleri ve yeni güvenlik eğilimleri, devletler arası düşmanlık/dostluk paradigmalarının değişmesi ve devletler arası iş birliği için ortak çıkarların ve fırsatların artmasıyla ilgili bir dizi faktörden kaynaklandığı söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında, 2010’lu yıllardaki uluslararası ilişkiler ve güvenlik dinamikleri Doğu Akdeniz’i ciddi manada şekillendirmiş, böylece onu başka bir jeopolitik sıcak nokta ve bölge dışı aktörlerin ilgi alanı haline getirmiştir.
Doğu Akdeniz’in “yeni” güvenlik mimarisi ve bir alt bölge olarak ortaya çıkışı; küresel güç değişimleri ve bölgesel statükoyu değiştiren, güç boşlukları meydana getiren ve Doğu Akdeniz’de daha fazla faaliyet ve devletler arası etkileşime izin veren gelişmelerden etkilenmiştir. Böylece Doğu Akdeniz’de iktidar karşıtlıkları gelişmekte, Türkiye diğer devletlerin şekillendirdiği bölgesel statükoyu yıkmaya başlamakta ve farklı bir güvenlik mimarisi için zorlayıcı diplomasi uygulamaktadır. Ayrıca yeni statükonun ortaya çıkmasının temel nedenlerinden bir diğeri de Türkiye’nin faaliyetleri olarak sayılabilir. Bölgenin uluslararası ilişkiler ve güvenlik konularını belirleme noktasında önemli bir güç olduğunu da söylemek gerekir.
Bu çalışmada uluslararası hukuk ilkelerinin uygulanması konusunda sorun olduğu, sınırlamalar ile ilgili hükümlerin nispeten belirsiz ve esnek olduğu, bu durumun da sorunları çözmeyi zorlaştırdığı anlatılmak istenmiştir. Ayrıca Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin deniz alanları belirlenmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda ilk olarak 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tarihsel süreci kısaca anlatılmış, sonrasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ile ilgili hukuk, eşitlik ve hakkaniyet kavramları ve ilgili uluslararası hukuk ilkeleri incelenmiş ve bu ilkelerle özel durumlar karşılıklı ilişkiler bağlamında anlatılmaya çalışılmıştır. Son olarak ada devleti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin deniz yetki alanlarının nereler olması gerektiği ile alakalı bilgiler aktarılmaya çalışılmıştır.
1. 1960’ta Kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Tarihsel Süreci
1959 Zürih ve Londra Antlaşmalarının kabulünden sonra oluşturulan statü aslında tarafların temel beklentilerini karşılamaktan uzak bir çözüm üretmiştir. Bu özellikle Kıbrıs Rum liderliği için daha çok belirgindir. Nitekim oluşturulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren Makarios’un yapmış olduğu açıklamalardan varılan çözümün Rum toplumunun nihai hedefi olan “enosis”i başarmak için bir ön adım olarak görüldüğü ortaya çıkmaktadır (Aksu, 2008). Makarios’un bu konudaki bakış açısını şu ifadeler çok net ortaya koymaktadır: EOKA’nın özgürlük savaşının destansı niteliği ve ihtişamı milli özgürlük davamızın temel taşı olmuştur. Kurtuluş savaşları hiç bitmezler. Değişen yalnızca biçimidir, yoksa öz ve içerik değil. Zürih ve Londra Antlaşmaları umutlarımıza, beklentilerimize cevap vermekten uzaktır. Öyleyse gelin inançla ülkemizin geleceği için el ele verelim ve 5 yıl önce başladığımız bu çabanın yakında başarıyla sona ereceğine güven duyalım (Bölükbaşı, 2001).
Birleşik Kıbrıs, Kıbrıslı Rumların enosis, Kıbrıslı Türklerin taksim planlarından vazgeçmeyi kabul etmelerinin ardından 1960 Ağustos’unda İngiliz yönetiminden bağımsızlığını kazanmıştır. Anlaşma, Kıbrıs’ın Kabine pozisyonlarını, parlamento koltuklarını ve kamu hizmeti işlerini iki toplum arasında üzerinde anlaşılan bir oranda paylaştıran bir anayasa altında yönetilmesini içermekteydi. Üç yıl içinde Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler arasında idari işlerde gerginlikler baş göstermeye başlamış, özellikle ayrı belediyeler ve vergilendirme konusundaki anlaşmazlıklar hükümette bir çıkmaza yol açmıştır. 1963’te Başkan Makarios, 13 değişiklikle anayasada tek taraflı değişiklikler önermiştir. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler, önerilen değişiklikleri reddetmiş, bunun anayasal anlaşmazlıkları Kıbrıslı Rumlar lehine çözme girişimi olduğunu ve Türk statüsünü devletin kurucu ortaklarından azınlık statüsüne indirgemek ve anayasal statülerini ortadan kaldırmak için bir girişim olduğunu iddia etmişlerdir. Kıbrıslı Türkler, 13 maddeye karşı Kıbrıs Yüksek Anayasa Mahkemesi’nde dava açmış; Makarios, ne olursa olsun mahkemenin kararına uymayacağını açıklamış ve yaptığı değişikliklerin mahkemenin tutumuna karşıt olarak “anayasal çıkmazları çözmek için” gerekli olduğunu savunmuştur. 25 Nisan 1963’te Makarios‘un 13 değişikliğinin yasadışı olduğuna karar veren Kıbrıs Yüksek Mahkemesi’nin kararı, Makarios‘un tedbirlerini tam olarak uygulamayarak anayasayı ihlal ettiğini ve önerilen anayasa değişikliklerini kabul etmeden Kıbrıslı Türklerin hükümetteki görevlerine dönmelerine izin verilmediğini tespit etmiştir. 15 Temmuz’da Makarios, mahkeme kararını görmezden gelmiş ve 30 Kasım’da 13 öneriyi yasalaştırmıştır. 1963’te hükümetin Kıbrıs Rum kanadı, Kıbrıslı Türkleri hükümetten uzaklaştıracak ve nihayetinde Yunanistan ile birleşmeye yol açacak bir politikayı ana hatlarıyla belirleyen Akritas planını oluşturmuştur. Plan, Kıbrıslı Türklerin itiraz etmesi halinde “yabancı güçler müdahale etmeden önce şiddetle boyun eğdirilmeleri” gerektiğini belirtmekteydi. 21 Aralık 1963’te başlayan ve sonrasında Kıbrıslı Türklere yönelik büyük bir Kıbrıslı Rum paramiliter saldırısı ile sonuçlanan toplumlar arası şiddet patlak vermiştir. Süreç içerisinde hükümetin Kıbrıslı Türk üyeleri uzaklaştırılmış, devletin tüm kurumlarını kontrol eden esasen bir Kıbrıs Rum yönetimi yaratılmış, ortaklık hükümeti çökertilmiştir. Sonrasında 28 Aralık 1967’de Kıbrıs Türk Geçici Yönetimi kurulmuştur. 6 Temmuz 1974’te Makarios, Yunan hükümetini Kıbrıs Ulusal Muhafızları’nı bir işgal ordusuna dönüştürmekle suçlamıştır. 15 Temmuz 1974’te, Yunan askeri cuntası ve Kıbrıs Ulusal Muhafızları, Kıbrıs’ta bir Kıbrıs Rum askeri darbesini desteklemiştir. Nikos Sampson, yeni başkan olarak Başkan Makarios‘un yerini almıştır. Kıbrıslı Rum darbeciler “Kıbrıs Yunan Cumhuriyeti”nin kurulduğunu ilan etmişlerdir. Türkiye için 1960 Garanti Antlaşması uyarınca darbe, Kıbrıs Türk halkını korumak için askeri harekât için yeterli bir neden olmuş ve bu nedenle Türkiye, 20 Temmuz’da Kıbrıs’a barış harekâtı düzenlemiştir. Bu gelişme Ağustos 1974’te Kuzey Kıbrıs’ın ilk egemen idari organı olan Özerk Kıbrıs Türk Yönetimi’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. 2 Ağustos 1975’te Viyana’daki müzakerelerde, Birleşmiş Milletler himayesinde toplum liderleri Rauf Denktaş ve Glafkos Klerides arasında bir nüfus mübadelesi anlaşması imzalanmış, anlaşmaya dayanarak yaklaşık olarak kuzeyde yaşayan 196.000 Kıbrıslı Rum ile güneyde yaşayan 42.000 Kıbrıslı Türk yer değiştirmiştir (Oran, 2018; Armaoğlu, 2018; Şener, 2013; Gür, 2021).
Harita 1. Kıbrıs Barış Harekâtı Öncesi ve Sonrası
Kaynak: https://www.pavlos-andronikos.id.au/2ndTurkishInvasion.htm
1975’te ilk adım olarak, Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edilmiş, ancak Kıbrıs Cumhuriyeti (Güney Yönetimi) ve Birleşmiş Milletler tarafından reddedilmiştir. Kuzey tek taraflı olarak 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu, BM tarafından Güvenlik Konseyi’nin 541 sayılı kararı ile reddedilmiştir (Erçakıca, 2017).
2. Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması ve Uluslararası Hukuk
UNCLOS’un 76(1) maddesi kıta sahanlığını “kara topraklarının doğal uzantısı boyunca kıta kenarının dış kenarına veya bir mesafeye kadar karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatlardan itibaren 200 deniz mili ötesine uzanan deniz yatağı ve toprak altı” olarak tanımlamaktadır. Madde 76(3), kıta kenarını kıyı devletinin kara kütlesinin su altında kalan uzantısını içeren ve kaya tabakasını, eğimi ve yükseltiyi tanımlar. 76. maddenin 6. Paragrafı, “denizaltı sırtlarında, kıta sahanlığının dış sınırı, karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatlardan itibaren 350 deniz milini geçemez” biçimindedir. Bu paragrafta “kıta kenarı” terimi, kıta kara kütlesinin tüm su altındaki uzantısını ifade etmektedir. Bir başka deyişle normalde kıta sahanlığı, eğim ve yükseltiden oluşmaktadır ancak bazen sadece kıta sahanlığı ve eğimi ifade etmektedir (Gray, 1993).
2.1. 1958 Cenevre Sözleşmesi Öncesi Devlet Uygulaması
1958’den önce deniz sınırlarının sınırlandırılmasında devlet uygulaması asgari düzeyde olmasına rağmen 1930’daki Lahey Kodifikasyon Konferansı’nda kıyı devletinin deniz yatağı ve toprak altı dâhil olmak üzere karasularının kaynakları üzerinde mülkiyet haklarına sahip olduğu kabul edilmiştir (Gözügüzelli, 2020). Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun (ILC) hazırlık çalışmaları başladığında karasularının ötesindeki deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin tek anlaşma, Paria Körfezi’ne ilişkin 1942 Anglo/Venezuela Anlaşması’ydı. Bu anlaşma türünün ilk örneği olduğu için “sınır oluşturma için herhangi bir genel ilke veya yöntem” geliştirememiş ve “gelecekteki sınırlamalar için potansiyel bir emsal olarak kapsamı oldukça sınırlı” hale gelmiştir (Kuran, 2016).
1945’te ABD Başkanı Truman tarafından yapılan Truman Bildirisi, sınırlandırma kriterlerine yapılan ilk önemli referans olmuştur. Bu bildiride “bir devletin kıta sahanlığı başka bir devletin kıyılarına kadar uzanıyorsa veya komşu devlet olarak paylaşılıyorsa sınır, Amerika Birleşik Devletleri ve ilgili devlet tarafından hakkaniyet ilkelerine göre belirlenecektir”. Truman Bildirgesi’ni diğer devletler tarafından yapılan benzer iddialar izlemiştir. Bazıları kıta sahanlığı kaynakları üzerinde yetki ve kontrol iddiasında bulunurken diğerleri bunlar üzerinde egemenlik iddiasında bulunmuştur (Ying, 2006).
2.2. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi
Truman Bildirisini takip eden yıllar boyunca diğer bazı devletler kıta sahanlığı üzerinde bir tür hak iddiasında bulunmuştur. Kıyı devletlerinin kıta sahanlıkları üzerinde belirli haklara sahip olması gerektiği fikri, 1958 Cenevre Konferansı’nda genel olarak kabul edilmiştir. Konferansta kabul edilen Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, bu hakların kıta sahanlığının kaynaklarını “araştırma ve işletmeye yönelik egemenlik hakları” olmasını şart koşmaktaydı (CSC, Madde 2). Bu olayın kıta sahanlığı doktrininin 1958 yılına kadar uluslararası hukukta sağlam bir şekilde yerleşmesine yardımcı olduğu ve o zamandan beri konumunun zayıflamadığı oldukça açıktır (Gözügüzelli, 2020).
Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, egemen haklara ilişkin konumu nedeniyle özellikle önemlidir. Daha da önemlisi, Sözleşme, kıyı devletinin kıta sahanlığı üzerinde “egemenlik” yerine “egemenlik haklarına” sahip olmasını sağlar. Sözleşme, kıyı devletine tam egemenlik vermemekle birlikte kıta sahanlığının doğal kaynaklarının araştırılması ve işletilmesi için gerekli ve bunlarla bağlantılı tüm hakları ona vermektedir. Kaynaklar bir devletin mülkiyeti, onun egemenlik hakları olarak nitelendirilmiştir. Böyle bir nitelendirme devletlerin çağdaş ihtiyaçlarını yansıtan, uluslararası hukukun kaynağı açısından genel bir ilke olmuştur. Ayrıca denizlerin serbestliği ilkesiyle de uyumludur denebilir.
Daha önce de belirtildiği gibi 1945’te Amerika Birleşik Devletleri, Truman Bildirgesi aracılığıyla, Kıta Sahanlığı üzerinde tek taraflı olarak hak ve yargı yetkisi iddia etmiştir. Bu bildirgeyi takiben ve hidrokarbon kaynaklarının açık denizde araştırılmasına yönelik artan ilgi göz önüne alındığında 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, 6. maddede aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:
- Aynı kıta sahanlığının kıyıları birbirine karşı olan iki veya daha fazla devletin topraklarına bitişik olması durumunda kıta sahanlığının bu devletlere ait sınırları, aralarındaki anlaşma ile belirlenecektir. Anlaşma yokluğunda ve özel koşullar başka bir sınır hattını haklı çıkarmadıkça sınır, her bir devletin karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatların en yakın noktalarından eşit uzaklıkta olan orta hattır.
- Aynı kıta sahanlığının iki komşu devletin topraklarına bitişik olması halinde kıta sahanlığının sınırı, aralarındaki anlaşma ile belirlenecektir. Anlaşma yokluğunda ve özel koşullar başka bir sınır hattını haklı göstermiyorsa sınır, her devletin karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatların en yakın noktalarından eşit mesafe ilkesinin uygulanmasıyla belirlenecektir.
Yukarıdaki hüküm, karasularının sınırlandırılmasıyla ilgili olarak bu tez ile daha önce vurgulanan eşit mesafe/özel koşullar kuralına benzemektedir. Cenevre sözleşmelerinde somutlaşan eşitlik ve özel koşullarla ilgili yukarıda bahsedilen kural yasal argümanların, teknik konuların ve devletlerin görüşlerinin dengelendiği ve dikkate alındığı yıllar süren tartışmaların sonucu olarak meydana gelmiştir. ILC tartışmaları ve taslak maddelere ilişkin yorumlar, deniz sınırlarının sınırlandırılmasında eşitliğin genel bir kural olarak görüldüğünün kanıtıdır. “Makul değişiklikler” kavramı, özel koşulların var olduğu düşünülen her yerde kabul edilebilir olarak görülmüştür. Kural kuşkusuz “oldukça esnek” olarak düşünülmek üzere tasarlanmış ve çok esnek bir şekilde uygulanmıştır (United Nations, 1959).
Sözleşmenin bazı önemli eksiklikleri olduğu gerçeğine dikkat çekmek de önemlidir. Böyle bir kusur, sözleşmenin kıta sahanlığının dış sınırlarını tanımlayan kesin bir parametre ortaya koymayı ihmal etmesidir. Bir diğer eksiklik ise 200 metrelik derinliğin uygulanabilirliği ve kullanılabilirlik kriterlerinin sorgulanabilir olmasıdır. Ayrıca, sözleşmedeki bazı tanımlar biraz belirsiz olduğundan “kıta sahanlığı” ve “Adalar”ın amaçlanan anlamlarını yorumlamak zorlaşmaktadır. Sözleşme, Madde 1’de kıta sahanlığını şu şekilde tanımlamaktadır:
Bu maddelerin amacı doğrultusunda, “kıta sahanlığı” teriminin, atıfta bulunulan hali; “Kıyıya bitişik ancak karasuları alanı dışında kalan denizaltı alanlarının deniz tabanı ve toprak altı, 200 metre derinliğe veya bu sınırın ötesinde, üst suların derinliğinin doğal kaynakların işletilmesine izin verdiği yerlere söz konusu alanlardan, adaların kıyılarına bitişik benzer denizaltı alanlarının deniz tabanına ve toprak altına” şeklindedir (United Nations, 1959).
Sözleşme’nin 1. maddesindeki “işletilebilirlik kriteri” ile ilgili çok sayıda tartışma olduğu görülebilmektedir. Özellikle komşu veya karşı komşu devletlerin birbiriyle örtüşen iddialarda bulunduğu durumlarda argümanlar çok yönlü olmuştur. Ayrıca, Sözleşme’nin 6. maddesi “orta hat” ve “özel durumlar” gibi temel kriterlerin doğasında bulunan karışıklığı da ortaya koymaktadır. Kıta sahanlığının yakınında adaların bulunması da önemli yasal sorunlar doğurabilir. Asıl soru, ana kara kıyılarında veya komşusunun kıyılarında küçük bir adaya sahip olan bir devletin, ana karasından ziyade adacık kıyısının, deniz dibi sınırının komşuya karşı olarak tanımlanması gereken başlangıç noktası olduğunu iddia edip edemeyeceğidir. Sözleşme yalnızca “ada” veya “körfez”in kesin tanımlarını sağlamakta başarısız olmakla kalmamakta, aynı zamanda yukarıda bahsedilen sınırın çizilmesiyle ilgili soruya da yanıt verememektedir.
Anlaşmazlık taraflarının Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olmadığı durumlarda yetersiz ve muğlak kılavuzlar sorunu daha da karmaşık hale gelmektedir. 1958 Cenevre Sözleşmesi hükümlerinin küresel topluluk tarafından uluslararası teamül hukuku olarak kabul edilecek kadar genel olarak kabul edilip edilmediği ve bu nedenle Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olsun ya da olmasın tüm tarafları bağlayıcı olup olmadığı noktasının dikkate değer bir husus olduğunu söylemek mümkündür.
Kuzey Denizleri Kıta Sahanlığı davalarında Uluslararası Adalet Divanı (UAD), 1958 Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan eşit mesafe ilkesinin “temel kıta sahanlığı doktrinine eşlik eden kaçınılmaz bir ilke” haline gelmediğine karar vermiştir. Bu nedenle bu devlet, davranışı sırasında aksini ortaya koyan kanıtlar göstermedikçe Mahkeme, imzacı olmayan bir devletin sözleşme normlarına bağlı tutulamayacağını kabul etmiştir (The North Sea Trials of, 1969).
2.3. 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi Sonrası Devlet Uygulaması
Hukuki ilkeler, tahkimde veya mahkemelerde alınan yaklaşımlara rehberlik etmektedir. Mahkemeler, devlet uygulamasında genel olarak uygulanabilir normlara dair herhangi bir kanıt bulmakta isteksiz davranmışlardır. Bununla birlikte sınırlandırmanın yasal ilkeleri ile devlet uygulamaları arasında karşılıklı bir etkileşim oluşturulmuştur. Devlet uygulamasının tahkimler ve mahkemeler tarafından benimsenen pratik yöntemler üzerinde etkisi olmuştur. Aynı zamanda, hukukta geliştirilen hukuk ilkeleri ve hakkaniyet ölçütleri, müzakere edilen anlaşmalarda devletlerin kabul edilebilir gördüğü şeyler üzerinde eşit derecede önemli bir etkiye sahiptir.
Hukuk doktrininin devlet uygulaması üzerindeki etkisi, Amerikan Uluslararası Hukuk Derneği tarafından yürütülen deniz sınırları projesi tarafından derlenen istatistiklerde kanıtlanmıştır. Kuzey ve Batı Avrupa’da deniz sınırlarına ilişkin 1958 sonrası 13 anlaşmadan 1969’dan önce akdedilen altı tanesi eşit mesafeye dayalıyken 1970’den beri yapılan yedi tanesi nispeten eşitlikçi ilkelere dayanıyordu. Bu nedenle, ilk dönemde hükümetler tarafından benimsenen yaklaşımın 1958 Sözleşmesi’nin harfi harfine yorumlanmasının kontrol ettiği ve 1969’dan sonra müzakerelerde eşit derecede Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davaları ilkesinin hâkim güç olduğunu söylemek mümkündür (Ying, 2006).
Öte yandan devlet pratiğinin içtihat üzerindeki etkisi, belirli kararların ve ödüllerin nedenleri açısından genellikle örtük ve açıklanmamıştır. Bununla birlikte devlet uygulamasının benzerlikler önermede ve mahkemelere aralarından seçim yapabilecekleri çeşitli yöntemler sağlamada etkili olması gerekirdi. Bunun örneğini “yarı etki” için ilham kaynağı olan 1977’de Scilly Adaları’na uygulanan devlet uygulaması verebilmektedir (Merrills, 1980).
2.4. 1982 UNCLOS Sözleşmesi
1982 UNCLOS Sözleşmesindeki önemli bir yenilik, Münhasır Ekonomik Bölge’nin (MEB) oluşturulması olmuştur. Bu sözleşme, kıta sahanlığı hakları ile kara sularının ötesindeki su sütunu üzerindeki hakları birleştirmiştir. MEB ve kıta sahanlığının her ikisi de temel olarak kaynaklarla ilgili alanlar olduğu için, bunların 1982 Sözleşmesi’nde birlikte ele alınması fikri anlaşılabilmektedir. Öte yandan bu iki tabanı ayrı tutmak da önemlidir. Kıta sahanlığının sınırlandırılması 1958 Sözleşmesi’nde zaten incelenmişti. Ancak MEB’in sınırlandırılmasını çevreleyen tartışma yeni bir girişim olmuştu. MEB, klasik doktrin kapsamında jeomorfolojik kıta sahanlığının genişliğinden daha fazla veya daha az olabilen 200 deniz mili genişliğe sahiptir. Bununla birlikte Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca kıta sahanlığının minimum genişliği 200 mildir, yani MEB’den daha az değildir. MEB’siz bir kıta sahanlığı olabilir, ancak kıta sahanlığı olmayan bir MEB olamaz.
Sözleşmenin 76. maddesi, bir kıyı devletinin kıta sahanlığını “kara topraklarının kıta kenarının dış kenarına kadar doğal uzantısı boyunca karasularının ötesine uzanan denizaltı alanlarının deniz tabanı ve toprak altı” olarak tanımlamaktadır. Tanım, 200 deniz mili genişliğinden daha az veya daha büyük olan kenar boşlukları arasında ayrım yapar. Bu mesafeden daha dar kenar boşluklarına sahip olan devletler, bu mesafeyi MEB’e karşılık gelen 200 deniz miline kadar talep edebilirler. 200 deniz milinden daha geniş jeomorfolojik kenar boşluklarına sahip devletler, kenar boşluğunun dış kenarını iki yoldan biriyle çizebilir. Birinci yöntemden sonra devlet, kıta yamacının ayağının denize doğru olan noktaları arasında tortul kayaçların derinliğinin bu noktalar ile kıta yamacının ayağı arasındaki en kısa mesafenin en az yüzde 1’i olduğu kıta kenarı dış sınırlarını çizebilir. Bu öneri İrlanda Formülü olarak bilinir. İkinci yöntem, devletin kıta yamacının eteğinden denize doğru 60 deniz milinden fazla olmayan sınırlar çizmesine izin verir (Prescott ve Schofield, 2005). Marjın fiziksel kapsamına bakılmaksızın, devlet yargı yetkisi (bazı istisnalar dışında) temel çizgiden 350 deniz milinin veya 2500 metrelik izobattan 100 deniz milinin ötesine geçemez (United Nations, 1982).
UNCLOS’un 76. maddesinde ayrıntılı bir şekilde ifade edilmesine rağmen formül önemli ölçüde belirsizliğe yer bırakmaktadır. Bazı bilim insanları, sınırların belirlenmesi için katmanların kalınlığını yeterli ve kesin olarak hesaplamak imkânsız olduğundan sınırları tanımlamak için bir parametre olarak tortu kalınlığının kullanımını ciddi şekilde eleştirmişlerdir. Kıta sahanlığı araçlarının UNCLOS tanımı yetersizdir ve sadece belirli terimler kesin olmamakla kalmaz, aynı zamanda katman kalınlığı formülünün uygulanabileceği ilgili verileri elde etmek ve doğrulamak zordur (Prescott & Schofield 2005).
Ayrıca 1958 Cenevre Sözleşmesi tartışmalı bir şekilde yetersiz ve muğlak olduğundan UNCLOS’taki bazı hükümlerin taslağı hazırlanırken bazı müzakereler gelişmiştir. Bu tartışmalar, “Eşitlik Grubu” ve “Adil İlke Grubu” şeklinde iki karşıt çıkar grubunun varlığını ortaya çıkarmıştır. Eşit Mesafe Grubu, sınırlamanın “genel bir ilke olarak bunun haklı olduğu herhangi bir özel durumu dikkate alarak ortanca veya eşit mesafe çizgisini” kullanması gerektiğini önermiştir. Adil İlke Grubu ise sınırlamanın “hakkaniyet ilkelerine uygun olarak, ilgili tüm koşullar dikkate alınarak ve uygun olan yerlerde adil bir çözüme ulaşmak için her türlü yöntem kullanılarak” yapılması gerektiğini ileri sürmüştür (Antunes, 2003).
UNCLOS Madde 15, 74(1) ve 83(1) sırasıyla kara sularının MEB’in ve kıta sahanlığının sınırlandırılmasını öngörmektedir. Kıta sahanlığı ve MEB’in sınırlandırılmasına ilişkin hükümler aynıdır. Kıta sahanlığı ile ilgili 83(1) maddesi aşağıdaki gibidir (United Nations, 1982):
“Kıta sahanlığının veya MEB’in karşı veya komşu kıyıları olan devletler arasında sınırlandırılması, adil bir çözüme ulaşmak için uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. Maddesinde belirtildiği üzere uluslararası hukuka dayalı bir anlaşma ile gerçekleştirilecektir.”
Geniş anlamda Madde 83(1) ve 74(1) birlikte, sınırlandırmanın nasıl gerçekleştirileceğini belirleyen üç ana yapısal bölümden oluşan bir gövdeyi içermektedir. Öncelikle “anlaşarak” yapılmalı; ikincisi, “Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesinde belirtilen uluslararası hukuka dayanarak” yapılmalı ve üçüncüsü adil bir çözüme ulaşmalıdır. Ne yazık ki UAD Tüzüğü’nün 38. maddesi ayrıntılı bir reçete sunmamaktadır. Daha ziyade itiraz eden devletler tarafından açıkça tanınan uluslararası sözleşmeleri uygulayarak uluslararası gelenekleri göz önünde bulundurarak gelişmiş milletler tarafından tanınan genel hukuk ilkeleriyle kararlara varmak mahkemeye bağlıdır. Kara sularının sınırlandırılmasını ele alan 15. maddenin aksine, yukarıda belirtilen hükümlerin eşit mesafe gibi belirli bir sınırlama yöntemine atıfta bulunmadığına dikkat etmek önemlidir. Açıkça vurgulanan, “adil bir sonuç” elde etmektir. Bu, sınır oluşturucuların, sınırın konumu üzerinde makul bir etkiye sahip olabilecek herhangi bir sayıda olası koşulu ve muhtemelen kullanılabilecek farklı teknik yöntemleri dikkate almalarını sağlamıştır. Bu ilkeye hakkaniyet ilkesi/ilgili koşullar kuralı denir (Ying, 2006).
Deniz hukuku, deniz sınırlarının hangi yöntemle sınırlandırılması gerektiğini belirtmez. Gerçekte taraflar, üçüncü tarafların hakları ihlal edilmediği sürece istedikleri herhangi bir deniz sınırı sınırlama yöntemini kabul etmekte özgürdürler. Bu nedenle, taraflar mutabık kaldıkları veya mahkeme veya başka herhangi bir yasal mahkemenin adil olduğunu düşündüğü sürece kullanılabilecek sınırlama yöntemlerinde bir sınırlama yoktur.
Normatiflik söz konusu olduğunda 83(1) maddedeki formülün sınır tanımlamada bir araç olarak kullanılması, hukuki belirsizliğe neden olabileceği ve anlamsız hale gelebileceğinden bilim adamları tarafından muğlak ve belirsiz olmakla eleştirilmiştir (Oxman, 1982).
Hukuki açıdan gerçek normatif standartların sağlanamaması pek anlaşılabilir değildir ve önemli bir dezavantaj, bir “ilke” olarak eşitliğe yapılan atıflarla örneklenmiştir. Başka bir yorumcunun görüşüne göre 1958’de yapılan öneri nesnellik (eşitlik) ve öznellik (özel koşullar) arasındaki dengeyi korumuştur. Buna karşılık, UNCLOS’ta eşitlik ilkesi de dâhil olmak üzere tüm standartlar “öznel”dir (adil ilkeler, ilgili koşullar). Dahası yeni hüküm açıkça “herhangi bir yöntem” kavramına atıfta bulunarak sınırsız takdir yetkisi vermektedir. Bu şartların getirdiği karışıklık Sözleşme’deki herhangi bir tarafsızlık ölçüsü ile dengelenmemektedir (Antunes, 2003).
UNCLOS’un 83(1) Maddesi, kıta sahanlığı sınırlarının sınırlandırılmasında normatiflik sağlamamıştır. Bu, bizi bir deniz sınırının hakkaniyetli karakterinin nasıl tespit edileceğini sormaya sevk etmektedir. UNCLOS’ta ortaya konan bir hüküm, adaletsiz bir çözümden kaçınılması gerektiğidir. Bu hakkaniyetli çözümlerin elde edilmesinin yolları dolaylı olarak ve “uluslararası hukuk temelinde” ifadesi ile belirtilmiştir. UAD Statüsü‘nün 38. maddesine yapılan açık atıf, uluslararası hukuku uygulamakla yükümlü olan tarafların mahkemelere başvurması gerektiği fikrini pekiştirmektedir.
Bu nedenle mahkemeler, sınırlandırma uygulamalarının gerçekleştirileceği normatif temeli uluslararası hukukta aramakla yükümlüdürler. Adil çözüm arayışlarında, deniz sınırlarının sınırlandırılmasında uygulanacak koşullar ve yöntemler kesinlikle izin verilen ve daha da önemlisi uluslararası hukukun gerektirdiği koşullardır. Madde 83(1)’in yargıçlara “adil bir çözüme yol açması muhtemel” herhangi bir sınırlama formülü, yöntemi veya ilkesini seçme özgürlüğü sağladığı önerisi hâlihazırda ileri sürülmüştür.
UNCLOS’un yürürlüğe girmesi, ardışık anlaşmaların uygulanmasına ilişkin fikri de ortaya çıkarmaktadır. 1958 Sözleşmesi otomatik olarak yürürlükten kalkmayacağından, iki rejim uyumluysa, Cenevre Sözleşmesi’nin uygulanmaması için bir neden yok gibi görünmektedir. Örneğin her iki devlet de UNCLOS’a taraf ise sınırlama Madde 83(1) uyarınca yapılacaktır. Ancak bu hüküm yalnızca elde edilecek sonuca (adil bir çözüme) atıfta bulunduğundan ve belirli bir yöntemin kullanılmasını zorunlu kılmadığından hem UNCLOS’a hem de 1958 Sözleşmesine imza atan taraflar arasında 6. maddenin (eşitlik-özel koşullar kuralı) uygulanıp uygulanmayacağı sorulmalıdır.
UNCLOS’un 83(1) maddesinin adil bir sonuç elde etmek için hangi sınırlandırma araçlarının uygulanması gerektiğine dair bir cevap vermediği ve 6. Maddenin eşitlik-özel koşullar kuralına atıfta bulunduğu tespit edilmiştir. Bu eşitlik belirleme yöntemi, dikkatli olunmasını gerektirir. Özel koşullar kavramı, Madde 83(1)’de yer alan sonuç yükümlülüğünün yerine getirilebilmesi için eşitsizlikten kaçınmayı amaçlayan bir kaçış maddesi gibi bir şey olarak dâhil edilmiştir. Bu nedenle, UNCLOS’taki iki sınırlandırma ilkesi ve Cenevre Sözleşmesi sırasıyla belirli koşullar altında uyumlu olabilmektedir.
Deniz sınırlandırma tarihinin her zaman bir yandan coğrafi ve jeolojik düşünceler ile diğer yandan yasal ilkeler arasındaki gerilim etrafında döndüğünü düşünmek de son derece önemlidir. Özellikle teknik ve hukuki konular geçmişte açıkça ayırt edilememiştir.
3. Ada Devleti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Deniz Yetki Alanları
Akdeniz, kıyı devletlerinin kendi kıta sahanlıklarını ve MEB’i ayırmak için deniz sınırları çizmelerini gerektiren dar ve kapalı bir denizdir. Doğu Akdeniz’in şu anda en çok tartışılan bölüm olduğunu söylemek mümkündür. Kıyı devletleri, deniz sınırlarının olası sınırları konusunda karşıt görüşlere sahiptir. Sınırlandırılmış alanlar üzerindeki anlaşmazlıkların yanı sıra, ikili anlaşmalar yoluyla kurulan sınırlar, ilgili tüm tarafların onayı ile sağlanmamıştır. Bu deniz sınırı anlaşmazlıkları, bir veya daha fazla taraf enerji ile ilgili faaliyetler yürüttüğünde siyasi gerilimin alevlenmesine neden olmaktadır. Hemen hemen her durumda bir kıyı devleti, diğerinin bir hamlesini neredeyse askeri bir çatışma noktasına getirmişçesine yapılan eyleme itiraz etmektedir (Acer, 2021).
Yaşanan gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda ve Ada ya da adalar söz konusu olduğunda deniz sınırlarının belirlenmesi çok daha zor olmakta ve çatışma ortamlarının oluşmasına sebebiyet vermektedir. Devletler, adalara verilecek deniz yetki alanlarının sınırları noktasında uzlaşıya varmakta zorluk çekmektedirler. Adaların, neredeyse tüm deniz sınırlandırma müzakerelerinde anlaşmazlıkların merkezinde yer aldığını söylemek mümkündür. İlgili devletlerin kıyılarının coğrafi konumu ve ilgili kıyı uzunlukları gibi diğer coğrafi özellikler, nispeten daha az karmaşıktır ve çözüm bulmak daha olasıdır.
Doğu Akdeniz’in çevresindeki siyasi koşullar ne olursa olsun, temel olarak adaların, yani Kıbrıs adasının ve Girit, Rodos, Çoban, Kerpe ve Meis gibi Yunan adalarının varlığı nedeniyle deniz sınırlandırması için zor bir bölge olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle bölgedeki devletlerin bu teknik meseleyle ilgili hukuki argümanları, çözümün uluslararası hukuk yoluyla aranması durumunda önem arz etmektedir.
Doğu Akdeniz’deki sınırlandırma, ilgili devletlerin katılımıyla “ilgili veya özel tüm durumlar dikkate alınarak hakkaniyet ilkeleri” uygulanarak gerçekleştirilmelidir. Bu genel eşitlik çerçevesinde Türkiye, Doğu Akdeniz’in yarı kapalı bir deniz olarak kendine özgü coğrafi koşullarına işaret etmekte ve tüm kapalı ve yarı kapalı denizlerde olduğu gibi, Doğu Akdeniz’in ilgili veya özel koşullarına uyulması yönünde vurgu yaptığı görülmektedir.
Türkiye’ye göre Doğu Akdeniz’in dikkate alınması ve önemsenmesi gereken ilk nokta, sınırlandırmada coğrafi faktörlerin hâkim olması gerektiği ilkesine göre, Doğu Akdeniz’de ‘en uzun’ olan Türkiye kıyı şeridinin uzunluğudur. Bu nedenle, daha uzun kıyı şeridi unsuru ve ilgili veya özel bir durum olarak dikkate alınmalıdır. Türkiye’ye göre dikkate alınması gereken ikinci faktör, konumları ve boyutları ile karşılaştırıldığında Yunan adalarının olası bir kesme etkisi ile azaltılmaması gereken Türk anakarasının kıyı projeksiyonudur. Türkiye’nin “Adalar, Doğu Akdeniz’in en uzun kıtasal kıyı şeridine sahip ülkesi olan Türkiye’nin kıyı projeksiyonu üzerinde bir kesme etkisi olamaz” açıklamasında bu oldukça açık bir şekilde görülmektedir. Yunan adaları, yani Girit, Çoban, Kerpe, Rodos ve Meis tamamen göz ardı edilmelidir çünkü kara sularının ötesindeki deniz alanlarının verilmesi, adaletsiz bir sonuç üretecek şekilde Türk ana karasının projeksiyonunun kesilmesine yol açacak ve bu kesinti etkisi Türkiye’ye göre, ilgili anakaralar arasındaki coğrafi dengeyi bozacaktır. Uluslararası Adalet Divanı’nın birçok kararı, deniz alanları oluşturmak için orta hattın aksi tarafında kalan adaları ya tamamen görmezden gelmiş ya da konumları adil bir sınırlamayı bozuyorsa deniz alanlarının sınırlandırılmasında yalnızca kısmi etki vermiştir (MFA, 2020a; 2020b; 2020c).
Girit adasına Türkiye’ye göre kara sularının ötesinde oldukça büyük bir deniz alanı tahsis edilmesi, benzer şekilde coğrafi dengeyi ve eşitliği bozacaktır. Bu, daha küçük ve Türkiye anakarasına daha yakın olan Rodos ve Kerpe adaları için de geçerli olmalıdır. Türkiye, “iki anakara arasındaki orta hattın aksi tarafında bulunan adaların, karasularının ötesinde deniz yetki alanı oluşturamayacağını” ve “deniz yetki alanı belirlenirken kıyıların uzunluk ve yönünün dikkate alınması gerektiğini” açıkça ortaya koymaktadır (MFA, 2020a; 2020d).
Bu noktada Kıbrıs adası farklı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Bahsi geçen bölgedeki diğer Yunan adalarından farklı olarak Kıbrıs, bölgenin başka bir kıyı devletinin adası değildir ve ana kara ülkesinden ayrı bir siyasi oluşumdur. Türkiye, kendi durumuyla ilgili olarak, ilgili kıyı uzunlukları arasında önemli bir fark olduğuna dikkat çekmektedir. Türkiye bu faktörü göz önünde bulundurarak Kıbrıs adasına Türkiye’ye göre daha az denizalanı vermeyi hakkaniyetli görmektedir (Acer, 2021). Bu yaklaşımı hem Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasındaki Sınırlandırma Anlaşması’nda hem de Türkiye’nin kıta sahanlığı olarak belirttiği ve BM’ye sunduğu resmi haritadan da anlamak açıkça mümkündür.
Türkiye’nin yüksek siyasi gerilim yaratan kaynaklarla ilgili faaliyetleri önem arz etmektedir. Mısır ve GKRY’nin 2003 yılındaki Sınırlandırma Anlaşması’nın ardından bu tür faaliyetlere başlamalarına karşılık Türkiye bu kaynaklarla ilgili faaliyetlerini meşru görmektedir. Mısır ve GKRY, Türkiye’ye haklarını korumak için ilgili faaliyetleri başlatmaktan başka seçenek bırakmadan yasa dışı hareket etmişlerdir. Bölgedeki bu tür “yasadışı” faaliyetlere son vermedikleri sürece, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin sahada kendi haklarını fiilen göstermekten ve kullanmaktan başka seçeneğinin kalmadığını söylemek mümkündür (MFA, 2007a; 2007b).
Türkiye’nin kıta sahanlığının sınırlandırılması konusunda resmi yaklaşımı, “Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümü ile ilgilidir ve bundan sonra deniz sınırları müzakereler yoluyla belirlenmelidir” şeklindedir. Ayrıca Türkiye, Kıbrıslı Türkleri ve Kıbrıslı Rumları, dolayısıyla bir bütün olarak Kıbrıs’ı müşterek olarak temsil etmeye kanunen veya fiilen yetkili tek bir merci bulunmadığını ve Kıbrıslı Rumlar, eşit statüye sahip Kıbrıslı Türkler veya Kıbrıs adasının tamamı üzerinde yetki, yargı veya egemenlik iddiasında bulunamayacağını belirtmektedir. Ayrıca Dışişleri bakanı Çavuşoğlu’nun bir açıklaması (2019) da şu şekildedir :
“Ada’nın ortak zenginlikleri üzerinde herhangi bir karar alınırken, Kıbrıs Türklerinin de bu kararların alındığı mekanizmalara dâhil edilmeleri gerektiğini biz en başından bu yana vurgulamaktayız. Kıbrıs Türk makamlarının 2011 ve 2012 yıllarında yapmış oldukları işbirliği önerilerini Rum tarafı geri çevirmiştir. Üstelik GKRY maalesef, hidrokarbon konusunu, Kıbrıs Türkleriyle paylaşması ve birlikte karar alması gereken bir unsur olarak görmemekte; Kıbrıs Türklerinin haklarını çözümden sonra vermek üzere korumaya aldığını iddia etmektedir. Rum tarafı Ada’nın zenginliklerini şimdi pazarlarken ve gelir elde etmeye başlarken, Kıbrıs Türklerinin bu haklardan yararlanmalarını kendilerinin engellediği çözümden sonraya bırakması ne bizim ne de Kıbrıs Türklerinin kabul edeceği bir durumdur. Bu nedenle Kıbrıs Türklerinin hidrokarbon kaynakları konusunda 13 Temmuz 2019 tarihinde yaptığı öneri son derece isabetli ve zamanlı olmuştur. Tam destek verdiğimiz bu öneri, Kıbrıs Türklerinin ve Kıbrıslı Rumların, Ada’nın eşit ortakları olarak, eşit haklara sahip oldukları hidrokarbon kaynakları konusunda, gelir paylaşımı dâhil işbirliği yapmalarını ve bu kaynaklardan eşzamanlı olarak birlikte yararlanmalarını öngörmektedir. Bu önerinin hayata geçirilmesi, yeni bir işbirliği dönemi başlatacak, bölgesel barış, istikrar ve işbirliğinin gelişimine katkıda bulunacak ve Kıbrıs meselenin çözümü için de uygun bir zemin yaratacaktır” (Çavuşoğlu, 2019).
Bu açıklamada da anlaşılabileceği gibi Kıbrıslı Rumlar, adanın Türk tarafının katılımı olmadan Doğu Akdeniz’de ne bölge ülkeleriyle sınırlandırma anlaşmaları imzalayabileceği ne de Doğu Akdeniz’de petrol/doğal gaz arama faaliyetleri yürütebileceğinin mümkün olmadığı anlamı çıkarılabilir. Aksi yönde bir takdir, “Kıbrıs Türk halkının temel ve doğuştan gelen hak ve çıkarlarını ihlal edecektir”. Bu tür anlaşmalar ve davranışlar, “Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumların siyasi eşitlik temelinde takdirine bırakılmalıdır.”
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kabul görmesi halinde ise adanın deniz yetki alanlarını bir bütün olarak ele almak mümkün olmayacaktır. Güney ile Kuzey arasında her iki tarafın sınırları çerçevesinde ayrı ayrı deniz yetki alanları olacaktır. Böyle bir durumda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye, Suriye ve GKRY ile deniz sınırlandırma anlaşmasına gitmesi gerekmektedir. Böyle bir durumda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin muhtemel deniz sınırları belirtilen haritadaki şekilde olacaktır:
Harita 2. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Muhtemel Deniz Sınırları I
Bu bir yaklaşıma göre muhtemel ortaya çıkacak bir deniz sınırlandırma haritası olabilecekken, Adaların tam etkisi olmadığı yaklaşımı ile de ilgili olarak Türkiye, Suriye ve Lübnan ile karşı kıyı komşusu olarak hat belirleyebilirler. Bu durumda ada devletine kendi alanları verilirken ana kara devleti tarafından ada anklav edilerek karşı komşusu ile deniz sınırlandırması yapabilmektedir. Bu seçenekte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye ve GKRY ile deniz sınırlandırma anlaşması yapması yeterli olacaktır. Böyle bir durumda ise ortaya çıkabilecek muhtemel harita ise şu şekilde olacaktır;
Harita 3. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Muhtemel Deniz Sınırları II
Birinci haritada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti biraz daha geniş bir alana sahip olurken, Türkiye için daha az, Suriye için daha fazla alan anlamına gelmektedir. İkinci harita da ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti biraz daha az Türkiye daha fazla, Suriye daha az alan anlamına gelmektedir.
Sonuç ve Değerlendirme
Doğu Akdeniz’deki kırılgan siyasi atmosfer, devam eden deniz sınırı anlaşmazlıklarının bir sonucudur. Bu gerçek, ilgili tüm devletlerin herhangi bir çözüm sürecine ilişkin siyasi, hukuki ve pratik yaklaşımlarını önemli ölçüde etkilemektedir. Gerek Türkiye’nin gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yukarıda özetlenen hukuki argümanları, hem genel olarak Deniz Sınırlandırma Yasası ile hem de onun Doğu Akdeniz’in özel bağlamına uygulanmasıyla ilgilidir. Türkiye genel olarak hem kendisi için hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet için hakkaniyet ilkesi ve adil çözüme güçlü bir vurgu yapmaktadır. Bu açıkça uluslararası teamül hukuku ve 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri aracılığıyla oluşturulan ve ilgili tüm uluslararası hukukta onaylanan ana sınırlama kuralıdır. Türkiye ayrıca, ilgili uluslararası içtihatta tanımlandığı üzere, deniz sınırlarının sınırlandırılmasına ilişkin hakkaniyet ilkelerini de vurgulamaktadır.
Türkiye’nin bu ilkeleri Doğu Akdeniz örneğine uygulama şekli, Türkiye’nin hukuki yaklaşımının birçok önemli yönünü ortaya koymaktadır. Türkiye’nin argümanlarında öne çıkan en önemli faktör olan coğrafi faktör, Türkiye’nin kıyı uzunlukları ile komşularının kıyı uzunlukları arasındaki farktır. Bu, Türkiye’ye göre daha büyük kıta sahanlığı/MEB deniz alanlarının Türkiye’ye tahsis edilmesinde saygı gösterilmesi gereken bir coğrafi faktördür.
Yine deniz hukukuna dayalı olarak Türkiye, Türk anakarasına daha yakın konumdaki Yunan adalarına karasularının ötesinde herhangi bir denizalanı verilmemesi gerektiğini de savunmaktadır. Aksi takdirde, bu, Türkiye anakarasının kıyı projeksiyonlarından kopacak, coğrafi dengeyi bozacak ve kaçınılmaz olarak adaletsiz bir sınırlandırma ile sonuçlanacaktır. Kıbrıs adasının durumu bazı açılardan ayrı ele alınmaktadır. GKRY çeşitli sınırlandırma anlaşmaları imzaladığı ve Ada’nın çevresindeki sular üzerinde eşit haklara sahip olan Türk tarafını görmezden gelen faaliyetler yürüttüğü için, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tüm bu anlaşmaları ve eylemleri hukuken asılsız kabul etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin mevcut durumda ayrı tutulması asla kabul edilebilir bir durum olamamaktadır. Burada iki seçenek ortaya çıkmakta:
- Mevcut durumda tüm adanın haklarından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin faydalanması gerekmektedir.
- İki ayrı bağımsız devlet olarak her iki devlet kendi sınırlarında kendi haklarını kullanmalıdır.
Türk tarafının hariç tutulmasının yanı sıra Türkiye, Ada’nın batısındaki Türkiye’nin kıta sahanlığı/MEB haklarını da ihlal ettiği için özellikle GKRY-Mısır sınırlandırma anlaşmasına ve ilgili faaliyetlere itiraz etmektedir. Kıbrıs adasına kıyı şeridi çok daha kısa olduğu için Türkiye’ye kıyasla kısıtlı deniz alanları verilmelidir. Bu durum bütün bir ada ya da iki devletli bir ada olması durumunda da geçerli olacaktır. Türkiye, tüm bunların nihayetinde Türkiye’ye kendi haklarını ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarını korumak için sınırlandırma anlaşmaları yapmaktan ve kaynaklarla ilgili faaliyetler yapmaktan başka bir seçenek bırakmadığını vurgulamaktadır.
Halit Gür
Deniz Çalışmaları Staj Programı
Editör: Gizem Güven
Kaynakça
Acer, Y. (2021). Turkey’s legal approach to maritime boundary delimitation in the eastern mediterranean sea, Insight Turkey, 23(1), 99-114.
Aksu, F. (2008). Türk dış politikasında zorlayıcı diplomasi. Bağlam Yayınları.
Armaoğlu, F. (2018). 20. Yüzyıl siyasi tarihi. Kronik Kitap.
Bölükbaşı, S. (2001). Barışçı çözümsüzlük. İmge Yayınları.
Cai, Y. (2006). International Law Principles Of Continental Shelf Delimitation And Sino-Japanese East China Sea Disputes. World Maritime University Dissertations, 162.
Cyprus Reconsidered. (t.y.). The second Turkish offensive in Cyprus, 14 August 1974. Erişim Adresi: https://www.pavlos-andronikos.id.au/2ndTurkishInvasion.htm
Erçakıca, M. (2017). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Güvenlik Konseyi kararları ışığında Kıbrıs ve Kosova sorunları, Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 16(1), 161-178.
Gözügüzelli, E. (2020). Uluslararası deniz hukuku. Nobel Yayıncılık.
Gray, D. (1993). Seaward limits of the continental shelf and EEZ: Technical concerns. The Continental Shelf and Exclusive Economic Zone içinde (ss. 19-23).
Gür, H. (2021). Türk-Yunan ilişkilerinde zorlayıcı diplomasi. Paradigma Akademi.
Kuran, S. (2016). Uluslararası deniz hukuku. Beta Yayınları.
Antunes, N. M. (2003). Towards the conceptualisation of maritime delimitation. Brill Publishing.
Merrills, J. (1980). The United Kingdom-France continental shelf arbitration. California Western International Law Journal, 10(2), 314-364.
Çavuşoğlu, M. (2019). Ya Öneriye Uyun Ya da Devam Ederiz. Kıbrıs Postası. Erişim Adresi: https://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-kibris-postasi-gazetesinde-yayinlanan-makalesi.tr.mfa
Oran, B. (2018). Türk dış politikası. İletişim Yayınları.
Oxman, B. H. (1982). The third United Nations Convention on the law of the sea: the tenth session. American Journal of International Law, 76(1), 1-23.
Prescott V., & Schofield, C., (2005). The maritime political boundaries of the world. Martinus Nijhoff.
Şener, B. (2013). Türk dış politikasında güç kullanma seçeneği 1923-2010. Barış Kitap.
The North Sea Trials of 1969, The Principles and Rules of law Applicable (paras. 83-101 of the Judgment).
MFA. (2020c). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliğinin Genel Sekreter’e hitaben 14 Ağustos 2020 tarihli Sözlü Notu, A/74/990.
Sinirlioğlu, F. H. (2020). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben yazdığı 18 Mart 2020 tarihli mektup, A/74/757. Erişim Adresi: https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N20/071/59/PDF/N2007159.pdf?OpenElement
MFA. (2020b). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben 2 Temmuz 2020 tarihli mektubu, A/74/936.
MFA. (2020d). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben 21 Ağustos 2020 tarihli mektubu, A/74/997–S/2020/826.
MFA. (2020a).Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben yazdığı 18 Mart 2020 tarihli mektup, A/74/757.
MFA. (2007a).Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben yazdığı 23 Temmuz 2007 tarihli mektup.
MFA. (2007b). Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi’nin Genel Sekreter’e hitaben yazdığı 8 Ağustos 2007 tarihli mektup.
United Nations. (1982). Convention on the Law of the Sea. Erişim Adresi: https://www.un.org/depts/los/convention_agreements/texts/unclos/unclos_e.pdf
United Nations. (1945). Statute Of The International Court Of Justice. Erişim Adresi: :https://legal.un.org/avl/pdf/ha/sicj/icj_statute_e.pdf
United Nations. (1959). Yearbook Of The International Law Commission (Cilt I). Summary records of the fifth session.
United Nations. (1959). Yearbook Of The International Law Commission (Cilt II). Summary records of the fifth session.