Uluslararası Çevre Hukukunun Türkiye’nin Taraf Olduğu Antlaşmalar Bakımından Uyumu ve Sonuçları

Özet

İnsanlık endüstrileşme ile başlayan kalkınma amaçlı girişimlerini çevreyi dikkate almayarak gerçekleştirmiş, çevreyi çıkarcı ve bilinçsizce kullanmıştır. Bu durum çözüm için küresel boyutta iş birliği gerektiren çevre problemlerine neden olmuştur. Çevre sorunlarının insan yaşamını olumsuz etkilemesi ile birlikte yeni çevre politikaları geliştirilmeye başlanmış, sorunların küresel etkileri nedeniyle devletler çok taraflı çevre antlaşmaları aracılığıyla çevrenin korunması kurallarını düzenlemeye çalışmışlardır. Ancak çevrenin korunması konusundaki bu antlaşmaların etkin bir şekilde uygulanabilirliği devletlerin ulusal çevre hukukuna ve antlaşmaların koşullarına olan uyumuna bağlı olmuştur. Bu çalışma, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası çevre sözleşmelerinin içerik bakımından Türk çevre hukukuna uyum sürecini, sistemsel ve toplumsal açıdan, tarihsel biçimde, güncel kanunlar ışığında incelemektedir.

Anahtar Kelimeler: Çevre, Çevre Hukuku, Türkiye, Uyum Süreci, Uluslararası Sözleşmeler

 

Abstract

Humanity has carried out its development initiatives that started with industrialization, ignoring the environment, and used the environment in a self-interested and unconscious way. This situation has caused environmental problems that require global cooperation for solutions. With the negative impact of environmental problems on human life, new environmental policies have begun to be developed, and due to the global effects of the problems, states have tried to regulate environmental protection rules through multilateral environmental agreements. However, the effective applicability of these environmental protection treaties depends on the compliance of the states with the national environmental law and the terms of the treaties. In this study, in terms of the content of international environmental agreements to which Turkey is a party to date the process of alignment of Turkish environmental law are examined systematically and socially in light of historical forms.

Keywords: Environment, Environmental Law, Turkey, Integration Process, International Agreements

 

1. Giriş

İnsanlık varoluşundan itibaren doğa ile etkileşimini sürdürmekte ve bu iç içe geçmiş yaşayış biçimi farklı şekillerde devam etmektedir. Başlarda ne kadar faydanın maksimize edilmesiyle gerçekleşen bir yaşayış süregeldiyse de bu tarz faaliyetlerin olumsuz çevresel etkilerinin artması, devletlerin ve bireylerin bu olumsuzluğu en aza indirgeme gerekliliğini oluşturmuştur. Tam da burada bahsedilen farkındalığın devletler nezdinde oluşması iş birliğini zorunlu hale getirerek insanlığın ortak mirası için beraber önlem alma fikrini doğurmuştur. Toplumsal alanda bu önlemlerin alınabilmesi açısından hukuk düzeni, belirli kuralların devletler tarafından koyulmasını sağlayarak kendi içinde meşru bir zemin oluşturmayı sağlayan en temel araçtır. Bu noktada hukuk düzeninin yaptırım gücü ise bu kurallar bütününün bağlayıcılık kazanmasını ve gerek ekonomik gerek sosyal yaşantının gerçekleştirilirken bu kuralların dikkate alınmasını sağlamaktadır. Uluslararası düzeyde alınacak önlemlerin öncelikli olarak gözetmesi gereken noktalar, devletlerin egemenliği ve eşit olmalarıdır. Bu özelliklere dayanarak devletlerin üstünde olan bir otoriteden söz edemediğimiz sürece, uluslararası hukuk bağlamında koyulan kurallara devletler tarafından uyulacağının kesin olmadığı ve denetim sistemindeki eksiklikten kaynaklı olarak yargı organının da belirsiz olduğu söylenebilir. Buradan çıkabilecek sonuçlardan bir tanesi uluslararası hukuk dalının gelişimini tamamlamamış olduğu ve oluşum sürecinin halen devam ettiğidir (Güneş, 2012). Uluslararası çevre hukukunun doğuşunu değerlendirecek olursak, çevresel sorunların ortaya çıkmasıyla alınan yerel önlemlerin yetersizliği ile beraber devletler uluslararası düzeyde önlemler alma gereksinimi duyarak farklı sözleşmelerle bağlı olma eğilimi içerisine girmişlerdir. Buradan hareketle söylenebilir ki küreselleşmenin bizlere olumsuz getirisi olarak uluslararası alanda farklı devlet ya da şirketlerin gerçekleştirdiği çevresel zararların sorumluluğu mümkün olabilmektedir. Dünya ticaretinin artık çok taraflı ilişkilerle gerçekleştiğini düşündüğümüzde bu durum, ortaya çıkan çevresel kural ihlalinin denetim sorununu da beraberinde getirmiştir. Gelenekselleşmiş kuralların uluslararası düzeydeki sorunları çözmekte yetersizliği, devletlerin mutabık kaldıkları çok taraflı çevre sözleşmelerini yapmaya itmiştir (Epiney, 2001). Dünya genelinde 1970’li yıllarda şiddetini arttıran çevre sorunları, artık devletlerin yerel yönetimlerini aşan ve endüstri toplumunun çevreyi öncelemesiyle çözülebilecek bir evreye gelmiştir. Yerel şekilde alınan hukuki önlemler daha çok yönetim hukuku ve kısmen de özel hukuk normlarından oluşmaktadır (Turgut, 2001). Günümüzde ise çevre hukukuna ilişkin hukuk dallarında yer alan ulusal hukuk bağlamında farklı kurallar öngörülmüş ve sadece yönetim hukuku, özel hukuk açısından değil ceza hukuku açısından da farklı yaptırımlar oluşturulmuştur. Ulusal düzeyde gerçekleşen bu gelişim aslında uluslararası alandaki sözleşmeler paralelinde oluşmaktadır. Devam eden bu gelişim süreci, teknolojinin ilerlemesiyle beraber yeni kurallara ya da oluşumlara gebe olmaktadır.

 

2. Uluslararası Çevre Hukukunun Türkiye Bakımından İncelenmesi

İnsan hakları şeklinde nitelendirilen haklar; evrensel, mutlak ve dokunulmaz olarak tanımlanmış ve insana sırf insan olması dolayısı ile verilen haklar bütünüdür (Mutlu, 2011). “Bu hakların temeli, insanlarla yapılan bir sözleşmeden ziyade ahlakilikte yatmakta ve bu ilişki de insan onurunun korunması gereken bir değer olduğu için var olmaktadır[1]. Dünyada pek çok yerde ortak biçimde kabul edilen insan hakları, genel kabulde evrensel olarak nitelendirilmektedir. Çevre hakkı olarak nitelendirilen hak ise üçüncül kuşak haklardan biri olarak konumlandırılmış ve daha kaliteli bir hayat sürmemizi sağlayan hakların arasında yer almıştır. Çevre hakkının 20. Yüzyılda önem kazanmasıyla aslında birincil kuşak haklarımızdan olan yaşam hakkı ile ilişkilendirilmesi pekala mümkün gözükmektedir. Yeni kuşak haklar şeklinde adlandırılan haklardan biri olarak çevre hakkı, dayanışma haklarından biri olarak nitelendirilmiştir.  Bu haklar, birincil haklar gibi bireyi temel almaktan ziyade kolektifliği ön plana alarak halkların ve toplulukların beraber hareket ederek kullandığı haklardan söz etmektedir. Çevre hakkının bu dayanışma hakları içerisinde yer alması, bireyleri aşan ve devletlerin, uluslararası toplulukların müdahalesini gerektiren bir sorun olmasından kaynaklanmaktadır.

Çevre hakkı kavramı da bu sorunun çözümüne ilişkin olarak her insanın sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşamasının onun insan oluşundan kaynaklanan haklarına vurgu yapmaktadır. İnsanın yalnız insan olduğu için sahip olduğu bu haklar, devletler tarafından dokunulamayan ve kısıtlanmaları da şartlara bağlanmış hak grubu, en temelde, kişilerin temel hak ve özgürlüklerine dayanmaktadır.  Çevre hakkı ise kolektif bilinç sonrasında ortaya çıkan ve uluslararası alanda toplumları etkileyen haklardan biridir. Burada aslında bu hak gruplarının ne kadar farklı zaman dilimlerinde, farklı mücadeleler sonucunda elde edilmiş olduğunu kabul etsek bile modern dünyada bu hak gruplarının birbirleriyle bağlantılı olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Bu iç içe geçmiş haklar bütünü kişilerin artık onlarsız yaşayamayacağı ve en temelde de yaşam hakkını etkileyen türden olmaktadır. Hak grubu ayrımlarından ziyade artık temelde yer alan “yaşam hakkı” biçiminde anayasalarda ifade edilen hakkın, diğer haklarla ilişkilendirilerek alt başlıkları olan bir hak grubu haline getirilmesi gerekmektedir. Yaşam hakkı temelde yer almak üzere alt başlıklar biçiminde oluşturulacak olan bu hakların ayrımı, kişilerin sağlıklı yaşamının ancak kanunla kısıtlanabilir şekilde düzenlenmesine olanak sağlayacaktır. Çevre hakkı, ne yazık ki günümüzde devletlerin ekonomik çıkarlarına karşı yenik düşebilmektedir. Oluşan zararların telafisinin mümkün olmadığını bilinerek gerçekleştirilen ekonomik menfaatlerin sonuçları gelecek kuşakları çok daha olumsuz etkileyebilecektir. Çevre sorunlarının oluşumunun modernleşme ve sanayileşme ile beraber arttığı düşünüldüğünde, her geçen gün artmasının olumsuz sonuçlar doğuracağını tahmin etmenin imkansız olmadığını fark etmek özellikle devletler açısından çok daha kolay olacaktır. Devletlerin ise dünyaya ayak uydurma şeklinde gerçekleştirdikleri her adımın gelecek nesillere karşı sorumluluğumuzu hatırlayarak yapmaları gereken birtakım faaliyetlerdir.

1970’li yıllarda çevre sorunlarının dünya genelinde de şiddetli biçimde hissedilmeye başlanmasıyla Türkiye de bu konuda eyleme geçmeye başlamıştır (Mutlu, 2011). 1982 Anayasası çerçevesinde “çevre hakkı” 56.madde ile şöyle ifade edilmiştir: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir”[2]. Devlet ve vatandaşa aktif biçimde görev veren bu madde ile beklenenin aksine vatandaşa sadece kirletmemeyi ödev olarak vermemektedir. Toplum içerisinde aktif biçimde çevrenin korunması rolünü de vatandaşa vererek aslında vatandaşın kendini daha fazla sorumlu hissetmesine neden olmaktadır. Çevre hakkı pek tabi insanların farklı faaliyetleri ile de ilişkili olduğu için farklı maddelerde de buna atıf yapılmış ve farklı faaliyetler yürütülürken çevrenin korunmasının gözetilmesini anayasal düzeyde düzenlenmesini sağlamıştır. Örneğin 1982 Anayasası 23. maddede geçen “…Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak…amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir…” şeklinde ifade ederek çevrenin korunmasını önceleyen bir normla vatandaşların buna riayet etmesi kanun koyucu tarafından sağlanmaya çalışılmıştır. 1983 yılında çıkarılan Çevre Kanunu ise çevreyi tüm insanların ortak malı olarak görmekte ve korunması için de sürdürülebilirlik ilkeleri kapsamında önlemler alınmasını uygun bulmaktadır (Mutlu, 2011). Bu amaç doğrultusunda gerçekleştirilecek çevrenin korunması kavramı, Çevre Kanunu 2. Maddede çevrenin iyileştirilmesi, geliştirilmesi ve mevcut bozulmaların giderilmesi olarak açıklığa kavuşturulmuştur. Burada iç hukuka ilişkin bilgilerden yola çıkarak söylenebilir ki uluslararası düzeydeki sözleşmelerin iç hukuka uyarlanmasında bazı problemler ortaya çıkmakta, çatışmalar meydana gelmektedir. Uluslararası çevreye ilişkin sözleşmelerin iç hukukta yer almasının, uygun bulma kanunu ile mümkün olduğu Anayasada belirlenmiştir. Ancak problemlerin başlıca nedenlerinden bir tanesi, uygun bulunan sözleşmenin onayından sonraki aşamada, toplum tarafından içerisinde bulunan kavramların özümsenmesi, anlamlarının tam ifadeyle zihinlerde oturması ancak bu sözleşmelerin pratik hayattaki karşılıklarının oluşabilmesi ile mümkün olmaktadır (Taze-Güneş, 2012). Aslında bu hem bir süreç hem de toplumsal düzeyde terimlerin ifadesinin nasıl anlaşılması gerektiğinin saptanmasıyla mümkün olmaktadır.  Bu toplumsal kabulün yanı sıra, uluslararası antlaşmaların uyumunun anayasada usulüne uygun konulmuş antlaşmaların kanun hükmü ile eş değerde olduğu belirtilerek konumu belirlenmiştir.  Ancak kanun koyucu tarafından getirilen istisna ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelerin hiyerarşide kanunlar üzerinde olduğu ve çatışma halinde uluslararası antlaşmaların uygulanacağı söylenmiştir. “1982 Anayasası çevre hakkını, ikinci kısımda yer alan ‘Temel Haklar ve Ödevler’ başlığı altındaki üçüncü bölümün ‘Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler’ başlığı altında 56. Madde ile güvence altına almıştır.”[3]Bu bilgiden yola çıkarak söylenebilir ki çevre hakkı temel hak ve özgürlüklerle ilişkilendirilmiş ve bununla beraber normlar hiyerarşisinde kanunun üzerinde, anayasanın altında bir konuma yerleştirilmiştir. Başta birincil hakların kişilerin özgürlük ve temel haklarına ilişkin olan hükümlerinin aslında çevre hakkı ilişkilendirilmesinden yola çıkmış ve bu hakkın da birincil hakların alt başlığı içinde olabileceğini kast etmiş bulunmaktayız. Tarihsel bağlamdan ayrı tutularak kişinin en temel hakkı olan yaşam hakkının uzantısı olarak çevre hakkını görmek artık küreselleşen dünyada oldukça mümkündür. 

 

3. Türkiye’nin Taraf Olduğu Bazı Önemli Uluslararası Çevre Sözleşmeleri

  • 1972-Stockholm Konferansı

Çevre sorunları, Roma Kulübü Büyümenin Sınırları Raporu’nda (1972) belirlendikten sonra, yine 1972 yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113 ülke, çevrenin korunması ve geliştirilmesi konusunu ilk kez uluslararası alanda Stockholm’de dile getirmiştir. Ekonomik ve sosyal gelişme çevre ile bağlantılı olarak tartışılmıştır. Konferans sonundaki bildirgede, insan-çevre ilişkilerine, insanların çevre üzerindeki olumsuz etkilerine, ülkelerin ekonomik büyüme sorunlarına, yaşam koşullarının geliştirilmesine dikkat çekilmiş, uluslararası örgütler ve hukuk kavramları ele alınmış, küresel iş birliği ve dayanışmanın altı çizilmiştir (Keleş, 2012). Ayrıca gelişmiş ülkelerdeki çevre sorunlarının endüstrileşme ve teknolojik gelişmelerden kaynaklandığı vurgulanmış, kalkınmanın çevreye zarar vermeyecek şekilde olması gerektiğine değinilmiştir. Ancak daha sonra uygulamada yeterli adım atılmamış, çevre konusunda varılan bu uzlaşmalar kağıt üstünde kalmıştır.

  • 1992-Rio Konferansı

Bu konferans uygulamada başarısız kalmış Birleşmiş Milletler Stockholm Konferansı’nı hareketlendirmek için gerçekleşmiştir. BM örgütü 1992 yılında Brezilya’da toplanmış, son yirmi yılın genel değerlendirmesi yapılarak geleceğe yönelik politikaların benimsenmesi amaçlanmıştır (Keleş, 2012).  Dünyadaki kaynakların tasarruflu kullanımı için uluslararası iş birliğinin çok önemli olduğuna vurgu yapılmıştır. Önceki konferanslardan farklı olarak, merkezi yönetimlerin yanı sıra yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve farklı statülerden temsilcilerin de katılımı ile çok sesli ve katılımcı bir anlayış benimsenmiştir (Özmehmet, 2008). Konferans sonucunda 5 belge ortaya çıkmıştır: Rio Bildirgesi, Orman İlkeleri, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Çölleşme ve Mücadele Sözleşmesi (Keleş, 2012). Rio Konferansı’nın önemli sonuçlarından biri “Gündem 21 Eylem Planı” adı verilen, sürdürülebilir kalkınma sorun ve çözüm süreçlerine yerel yönetimlerin de katılımına önem veren kararın alınmış olmasıdır. Böylece 21. Yüzyıl çevre sorunları için de uzun vadeli ve çok sektörlü bir çözüm/korunma amaçlanmıştır.

  • 1997- Kyoto Protokolü

160 Birleşmiş Milletler ülkesi, Japonya’nın Kyoto şehrinde 1992’de imzalanan İklim Değişikliği Sözleşmesi hedefinde, iklim değişikliği ile mücadele amaçlı toplanmıştır. Protokol gelişmiş ülkelerin sera gazı emisyon seviyelerini azaltmaları amaçlanarak imzalanmıştır. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelimin gerekli olduğu konusuna işaret edilmiştir. Protokolü 140’tan fazla ülkenin (39’u sanayi ülkesi) imzaladığı bilinmektedir. Dünya genelindeki sera gazının %36’sından ABD, %21’inden Avustralya sorumlu olmasına rağmen iki ülke de protokolü imzalamamıştır (Erciş, 2016). Türkiye ancak 2002 yılında bu protokole taraf olmuştur. Protokolün ilgili listesinde yer almaması nedeniyle 2012 yılına kadar sayısallaştırılmış herhangi bir yükümlülüğü olmayan Türkiye, daha sonraki dönemler için çalışmalarını sürdürmektedir (Aksu, 2011, s. 21).

 

4. Uluslararası Çevre Antlaşmalarında Uyum Süreci ve Türkiye Açısından Değerlendirmesi

Çok taraflı çevre antlaşmalarının uluslararası çevre sorunlarında, çözüm bağlamında yetersiz olduğu tecrübe edilmiştir. Bilindiği gibi çok taraflı çevre antlaşmalarının asıl sorumluluğu devletlere aittir ve yeterli derecede anlaşılır olmayan, taraf devletlerin koşullarını göz ardı eden çevre antlaşmaların uyumunun, sadece ülkelerin antlaşmaları iyi niyetle imzalamasına bel bağlanılması, sorunların çözülmesi konusunda yapıcı olmayı engellemektedir. Ayrıca ülkelerin antlaşmalarda yer alan doğal kaynakların kullanımı konusundaki sınırlandırmaları egemenlik sorunu olarak algılamaları da sorunların çözümüne engel teşkil etmektedir. Bazı ülkelerin -Türkiye de bu gruba dahil olmak üzere- alt yapı eksikliği gibi sorunları da sürdürülebilir kalkınma önünde yine bir engel olarak durmaktadır. Bu ve benzeri durumlar çok taraflı çevre antlaşmalarının uyumu konusunda sorunlar ortaya çıkarmaktadır.

Bu noktada antlaşmalara uyum sürecinin önemli özellikleri Jacobson ve Weiss[4] tarafından dört kategoriye ayrılmıştır:

  • Problemin Yapısı ve İlgili Faaliyetin Niteliği: Çevre probleminin kendine has özellikleri antlaşmanın oluşturulması ve uygulanmasında büyük ölçüde etkilidir. Çevre sorunlarının karmaşıklığı nedeniyle çözüm sürecine bütünsel yaklaşmak gerekmektedir. Bu süreçte taraf devletlerin yükümlülükleri ve rol dağılımları her ülkenin şartlarına göre değerlendirilmelidir. Sorunun etki alanı, izlenmesi gereken birimlerin sayısı, üretimi, tüketimi, kullanımı ya da ticareti sınırlamaya konu tür ya da maddelerin sayısı da uyum açısından önemli faktörlerdir (Türk, 2016).
  • Anlaşmanın Karakteri: Antlaşmanın içeriği, kapsamı gereğince yapılması gereken eylemler maliyetli mi, yükümlülükler genel mi yoksa özel olarak mı belirlenmeli, antlaşmanın dili açık ve anlaşılır mı, maddeler taraflarca adil bir şekilde mi belirlenmiş, antlaşma finansal ve teknik desteğe ilişkin şartlar içeriyor mu gibi soruları kapsayan faktörler uyum sürecinde yine önemli etkilere sahiptir.
  • Uluslararası Çevre: Medya, sivil toplum, uluslararası örgütler, kısacası uluslararası toplumun belirlenen çevre problemlerine duyarlılığı taraf devletlere bir baskı unsuru olarak yansıyacağı için önemli faktörler arasındadır. Bununla birlikte, devletlerin karşılıklı ilişkileri, güç dengeleri gibi özellikler güvenli bir çözüm ortamı yaratılması açısından uyum sürecinde önemli etkenlerdir.
  • Taraf Devletlere Özgü Şartlar: Taraf bir devletin herhangi bir anlaşmaya uyumu; o devletin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik yapısının bir fonksiyonu olarak değerlendirilebilir (Erciş, 2016). Bu bakımdan çevresel duyarlılığı fazla, hukuk kurallarına bağlı, demokratik yapıda olan, buna bağlı olarak vatandaşların ve STK baskılarının fazla olacağı bir ülkede antlaşmalara uyumun daha istikrarlı olduğu söylenebilir. Ayrıca ülkenin ekonomik yönden gelişmişliği de uyum açısından önemli bir faktördür. Çözümlerin eyleme geçirilmesi konusunda idari yapının kapasitesi de yine önemli bir etkendir. Ayrıca problemin türü ile birlikte devletin fiziki şartları ve coğrafi özellikleri de uyum üzerinde etkili olabilmektedir. Devletin geçmiş çevre politikaları ve tutumu da yine uyum sürecini etkileyen faktörlerdendir.

Türkiye 1970’lerden itibaren çevre antlaşmalarına katılım göstermektedir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi antlaşmaların etkin bir şekilde uygulanması için antlaşmalara taraf olmak yetmemektedir. Etkili bir uygulama büyük ölçüde ilgili ülkenin çevre yönetiminin etkinliğine ve etkinliğin verimi de taraf devletin antlaşmaya uyum derecesine bağlıdır. Türkiye önemli uluslararası çevre antlaşmalarının çoğuna taraf olmuş ve antlaşmaları imzalamıştır. Ancak antlaşmaları uygulamaya geçirme konusunda ulusal mevzuat hazırlamada geç kalmıştır. Ayrıca Türkiye gelişmiş bir ülke ve çevre problemlerinin çözümünde gerekli finansal altyapıya sahip olmadığından, sözleşmelerdeki bazı maddelerin uygulanması konusunda yükümlülüğü olmamış ya da diğer taraf devletlere göre daha geç sorumluluk altına girmiştir. Bu da bütünsel olarak bakıldığında çevre duyarlılığının ulusal alanda her bakımdan etkili bir gündem olmasını geciktirmiştir. Ulusal mevzuata geç giren antlaşma yükümlülüklerinin bile etkili bir şekilde uygulamaya geçilmesi konusunda düzenlemeler yetersiz kalmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi çevre problemleri bütüncül bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Türkiye’de çevre mevzuatlarının diğer sektörlerdeki politika ve mevzuatlarla bütünleştirilememesi de yine bir başka önemli sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu karmaşa idari örgütlenme düzeyinde uluslararası antlaşmaların uygulanması konusunda da dağınık bir yapıya sebebiyet vermekte, yerel yönetimlerin yetkileri finansal açıdan çok sınırlı olmakla birlikte çevre mevzuatı hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaları da görülmektedir.

Bu bilgiler ışığında bir önceki bölümde belirtilen Türkiye’nin imzaladığı önemli uluslararası üç antlaşma, sözleşme veya protokollerinin ulusal alanda sonuçları örnekler ile birlikte tarihsel olarak incelenecektir.

BM Stockholm Konferansı’nın en önemli özelliği ilk defa uluslararası alanda çevre hakkının tanınması ve bundan sonraki raporlara, sözleşmelere veya protokollere zemin hazırlamış olmasıdır. Bunun dışında konferansta daha çok gelişmemiş ülkelerin gelişmiş ülkeleri çevre kirliliği konusunda sorumlu bulması şeklinde bir yaklaşım benimsenmiştir. Bu yüzden Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere çevre alanında çok fazla sorumluluk yüklediği söylenemez. Bu konferansta başlayan çevre akımının Türkiye açısından etkilerine bakılacak olursa, 1982 Anayasasında yer verilen çevre hakkının ilk tanımı ve daha sonra imzalanan Basel Sözleşmesi’nin (1987) bir sonucu olarak “Tehlikeli Atıkların Kontrolü Yönetmeliği’’nin ulusal mevzuata işlenmesi şeklinde olduğu söylenebilir. Böylece Türkiye çevre korunması konusunda küçük adımlar atmaya başlamıştır. Sonraki yıllarda gerçekleştirilmiş olan Rio Konferansı’nın Türkiye’de çevre ile ilgili birkaç önemli sonucu ve etkisi olmuştur. Bunlardan biri sivil toplum kuruluşlarının, yerel yönetimlerin ve vatandaşların iş birliği ve koordinasyonu ile çevre konularına daha fazla katılımlarını sağlamayı amaçlayan “Gündem 21 Eylem Planı” kararıdır. Ayrıca Rio Bildirgesi ve Gündem 21 Eylem Planı’nda belirlenen yükümlülükler çerçevesinde Türkiye’de çevre politikalarına temel oluşturan kapsamlı bir belge olan Ulusal Çevre Stratejisi ve Eylem Planı (UÇEP) oluşturulmuştur. Belirlenen yükümlülükler çerçevesinde oluşturulan Türkiye’nin ulusalda hayata geçirilmesi planlanan politikaları kapsamaktadır. Ancak etkili bir uygulama alanı bulduğu söylenemez. Rio Konferansı sonucunda kararlaştırılan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (1992) Kyoto Protokolü’ne kaynak oluşturmuştur. Atmosferdeki karbondioksit, yani sera gazı birikimlerini azaltmayı amaçlayan bu sözleşme taraf devletleri gruplara ayırarak finansman açısından yardım mekanizması kurmuştur. Türkiye’de EK-II Ülkeler arasında sınıflandırılmış olup EK-I grubunda yer alan ülkelere, iklim değişikliğini önlemek amacıyla finansal ve teknolojik destek sağlamakla sorumlu tutulmuştur. 2005 yılında hazırlanan Kyoto Protokolü, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin uygulama koşullarını belirleyen bir belgedir. Gelişmekte olan ülkeler grubunda olan Türkiye, OECD üyesi olması sebebi ile Ek-1 ve Ek-2 ülkeler arasında yer almaktadır. Bu sebeple 2004 yılına kadar taraf olmamıştır, ancak sözleşmeye taraf olabilmek için “ortak fakat farklı sorumluluk ilkesi” gereğince eklerde gerekli değişikliklerin yapılması yönündeki çabasını uzun yıllar sürdürmüştür (Göktaş, 2016). Bu “özel koşul” tanımlandıktan Türkiye, 2006 yılında Protokolü imzalamıştır. Ayrıca 2010 yılında Meksika’da düzenlenen 16. Taraflar Konferansı’nda Türkiye’nin özel koşullarından dolayı finansman ve teknoloji transferi sağlama yükümlülüğünün bulunmadığı teyit edilmiş ve ülkenin finansman, kapasite geliştirme ve teknoloji transferi imkanlarından yararlanması hususu taraf devletlerce değerlendirilmiştir. Böylece sonraki yıllarda çevre uygulamalarının en önemli dayanağı olan finansman altyapı konusunda Türkiye destek görmüştür. Ancak bu desteklerin her zaman istikrarlı olduğu söylenemez. İstikrarlı bir finansman desteği için Türkiye, belirlenen çevre politikalarının ve yükümlülüklerin uygulanabilirliği konusunda daha güvenilir bir çerçeve oluşturmalıdır değerlendirmesi yapılabilir. 

 

5. Sonuç

Çevre hakkı bağlamını hem tarihsel hem de güncel biçimde açıklamış olduğumuz bu makaleden hareketle söylenebilir ki; toplumların kendilerine hak şeklinde verilmiş olan bu çevre hakkı, devletler ve vatandaşlar arasında ancak bilgilendirme ile sürdürülebilir kılınacak bir noktadan meydana gelmektedir. Güncel mevzuata ilişkin anlatmış olduğumuz bu bilgiler ışığında yaşam hakkı biçiminde nitelendirdiğimiz insan haklarının en temelinde yatan bu hak çeşidinin uzantısı olarak çevre hakkını görmemiz gerektiğini mevzuat temelli bir yaklaşıma dayandırmış bulunmaktayız. Buradan hareketle, uluslararası sözleşmelerin de Türkiye bakımından nitelendirmesini yürürlük kanunları ile iç hukuka aktarımı sırasında çevreye ilişkin sözleşmelerin temel hak ve özgürlüklerimizden “sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı” biçiminde ifade edilmiş olan özgürlük ve bir nevi kaliteli hayat kavramı altında ilişkilendirmiş olduk. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelerin kanun hükmünün üzerinde normlar hiyerarşisinde konumlandırılmasıyla şekillenen bir önem sırası bulunmaktadır. Buradan hareketle hem Anayasa Mahkemesi bağlamında iptal davası açılamaması hem de kanun hükmünün uluslararası antlaşma hükmü ile çatışması halinde uluslararası antlaşmanın istisnalar hariç uygulanması ile sonuçlanacağını söylemiş bulunmaktayız. Ancak belirtilmelidir ki uluslararası hukukun genel anlamda bir sorunu olarak denetim ve yaptırım probleminin burada da etkisini göstermesi ile sadece iç hukuk mekanizmalarının denetimine kalan bir sistem mevzubahis olmaktadır. Bu bağlamda hem denetim hem de uyum sorununa çözüm olacak bir kurul oluşturulması ve hem iç hukuka uyum sürecinin hem de mevzuata uygulanma sürecinin sıkı takip ile çözüleceği oldukça açıktır. Uluslararası alandaki mahkemelerin özellikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin devletler nezdindeki yaptırım mekanizmasının geliştirilmesi gerektiği oldukça açıktır. Devletlerin sivil toplum kuruluşları ile beraber temel hak ve özgürlüklere ilişkin çalışmaları da katılım hakkı olan vatandaşların işin içerisinde yer almasını sağlayarak soruna çözüm getirmesi olasıdır. Devletlere zorlayıcı bir yaklaşım ile gidilerek uluslararası sözleşmelerin uygulanmaya çalışılması kabul edilen yaklaşımlardandır (Tallberg, 2002,  s. 611). Ancak bu yaklaşıma tam anlamıyla katılmanın bazı devletlerin antlaşmaları tam anlamıyla feshetmesi ya da göstermelik bir uygulama ile yürürlükte tutması gibi müdahalesi daha zor durumlara itmesi ile karşılaşılabilecektir. Oysaki meşruluk zeminini yaşam hakkı üzerinden oluşturulan bir temele konumlandırılmış uluslararası sözleşmelerin, devletleri veya uluslararası örgütleri uygulama konusunda ekonomik çıkar ya da şahsi menfaatlerinden uzaklaştıran bir yapı kurması olasıdır. Bu şekilde çevre hakkının hem iç hukuktaki konumu hem de uluslararası konumunun daha iyi hale getirilmesi, Türkiye özeli ve dünya özelindeki uluslararası mahkemeler açısından daha uygulanabilir bir hale getirilmiş olacaktır. Çevre etiğinden de hareketle söylenebilir ki çevre hakkının yaşam hakkı ile ilişkilendirilmesi insan onurunun korunması ile sonuçlanacaktır, bu sonuç ise bizleri aslında sağlıklı bir çevreden yoksun hayatın hiçbir insana layık olmadığı gerçeği ile karşı karşıya bırakacaktır.

Çok taraflı çevre antlaşmaları uluslararası hukukta da bilindiği gibi taraf devletler üzerinde bağlayıcı niteliklere sahiptir. Ancak bu bağlayıcılık “iyi niyet” ilkesinden kaynağını aldığı için antlaşmalara uyma zorunluluğu tarafların insiyatifine bırakılmaktadır. Süregelen devlet sınırları içerisindeki doğal kaynakların kullanımının egemenlik anlayışı içerisindeki tanımı ve meseleye devlet-üstü çevre ahlakı değil, içişleri meselesi olarak yaklaşılması çevre antlaşmalarına uyum konusunda zorluklar çıkarmaktadır. Çevre problemlerinin küresel sonuçlarının olması ve herkesi etkilemesi, çevre sorunları çözümlerine aslında çok boyutlu yaklaşılması gerekliliği de yine uyum süreçlerinde uygulamaya geçme konusundaki gecikmeleri açıklar niteliktedir. Bu çok boyutlu çözümlerin finansal olarak da altyapı gerekliliği yine bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Yine uyum sürecini zorlaştıran başka faktörler arasında bilimsel bilgi eksikliği sayılabilir. Bilimsel bilgi eksikliği, ekonomik ve politik çıkarların ağır basmasına neden olmakta ve etkili kanunlar yerine gevşek hukuki düzenlemelere sebep olmaktadır (Türk, 2016). Farklı çıkar ve önceliklere sahip çok sayıda devletin ortak bir amaç çerçevesinde uzlaşıya varmasını sağlamak son derece güçtür. Ancak bu sorunların aşılabilmesi yani tarafların antlaşmalara daha iyi uyum sağlamalarını gerçekleştirebilmek için anlaşmaların, tarafların yükümlülüklerini yerine getirmesini sağlayacak tarzda formüle edilmesi gerekmektedir. Olası uyum zorluklarının ve uyum sürecinde zorluklar yaşanacak alanların açık bir şekilde tespiti/analizi ile bu sorun büyük ölçüde aşılacaktır. Ayrıca kısa vadeli çözümler yerine uzun soluklu çözümler yaklaşımı her devlet tarafından benimsenmeli, çevre konuları uluslararası hukukta alışılagelmiş kurallar nezdinde düzenlenerek veya tanımlanarak bağlayıcılık niteliği güçlendirilmelidir. Ancak antlaşmalara uyum sağlanması devletler tarafından daha fazla gündeme getirilmektedir. Çünkü uyum sorunu taraflar nezdinde daha fazla probleme neden olmakta ve aslında uluslararası hukukun gücünü zayıflatmakta ve bu da başka konularda sorunlara sebebiyet vermektedir. Bu yolda küresel ve bölgesel örgütleri, sivil toplum kuruluşlarını güçlendiren ve vatandaşların çevre konularına olan duyarlılığını artırmayı amaçlayan girişimler veya projeler düzenlenmektedir.

Çalışmada da belirtildiği gibi Türkiye taraf olduğu çevre antlaşmalarına uyum konusunda birçok alanda sorun yaşamaktadır. Kurumsal yapıdaki eksiklikler ve ekonomik koşullar etkin bir çevre politikasının uygulanmasına imkân tanımamıştır (Keleş, 2012). Buna bağlı olarak toplumda çevresel bilinç düzeyinin yeterli düzeyde gelişmemiş ve sivil toplum kuruluşlarının etkinliğinin zayıf olması, siyasal iradenin bu konuya gerekli önemi verememesini pekiştirmiştir. Ayrıca çevresel politikaların diğer politikalarla bütünleştirilememesi, denetim, altyapı ve finansal açıdan eksiklik çevre sorunlarının çözümünü geciktirir niteliklerdendir. Buna rağmen AB’ye uyum süreci bağlamında da çevresel mevzuat ve politikalar alanlarında olumlu bazı gelişmeler ve antlaşmalara uyum konusunda olumlu adaptasyonlar görülmüştür. Ancak daha önce de değinildiği gibi bu olumlu gelişmelerin çevresel alanda etkinliği sağlanabilmesi için istikrarlı bir şekilde gerçekleştirilmesi gerekmektedir.   

 

CEYDA CIĞIR 

ÖYKÜ AKASLAN

Çevre Hukuku Staj Programı

 

 

DİPNOTLAR:

[1] 1982 Anayasası, madde 56; “(1) Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. (2) Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. (3) Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. (4) Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir. (5) Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir.”

[2] 1982 Anayasası, madde 23;– Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak; Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek; Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir. Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ülkenin ekonomik durumu, vatandaşlık ödevi ya da ceza soruşturması veya kovuşturması sebebiyle sınırlanabilir. Vatandaş sınır dışı edilemez ve yurda girme hakkından yoksun bırakılamaz

 

KAYNAKÇA

Bahar Türk, Aysel Erciş. (2017). TÜRKİYE’DE ÇEVRE POLİTİKASI VE ULUSLARARASI ÇEVRE SÖZLEŞMELERİ. The Journal of Academic Social Science Studies .

Batat, A. (2010). TÜRKİYE YEREL GÜNDEM 21 UYGULAMALARININ KENT KONSEYLERİ’NE DÖNÜŞÜM SÜRECİNİNİN ANALİZİ. DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Kaya, Y. (2010). Çok Taraflı Çevre Antlaşmalarının Uygulanabilirliği. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Kaya, Y. (2011). Çok Taraflı Çevre Antlaşmalarının Uyum Sorunu ve Çevre Üzerine Bir Değerlendirme. S. D. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi.

Kaypak, Ş. (2012). Çevre Hukukun Ulusal ve Uluslararası Boyutları . Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.

Kılıç, S. (tarih yok). Uluslararası Çevre Hukukunun Gelişimi Üzerine bir İnceleme. C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi.

Konur, M. (2012). Avrupa Birliği Çevre Politikası ve Türkiye Üzerine Etkileri. Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Özkan, A. (2016). Çok Taraflı Çevre Sözleşmeleri. Alternatif Politika.

Özmehmet, E. (tarih yok). DÜNYADA VE TÜRKİYE SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA YAKLAŞIMLARI. Yaşar Üniversitesi.

Saniye Göktaş, Burhanettin Işıklı. (2016). ÇEVRE SAĞLIĞI SÖZLEŞMELERİ ve TÜRKİYE . Halk Sağlığı Dergisi.

Toprak, D. (2017). Türkiye’nin Çevre Politikasında Yerel Yönetimlerin Rolü. Maliye Araştırmaları Dergisi .

Mutlu, L. (2011). Anayasal Bir Hak Olarak Çevre Hakkı Ve Çevresel Etki Değerlendirmesi. Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Ertürk, C. (2018). Uluslararası Çevre Hukukunda Halkın Katılımı İlkesi Ve İlkenin Ulusal Hukuka Yansıması.  İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Özbudun, A. (2009). Uluslararası Çevre Hukukunda Çevresel Bilgi.  İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Eldelekli, B. (2010). Çevre Hukuku Bağlamında Çevre Hakkı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Ferhat Taze, Yusuf Güneş. (2012). Türkiye’de Çevre Ve Doğal Kaynaklar Konusunda İmzalanan Uluslararası Sözleşmelerin İç Hukuka Uyarlanmasında Karşılaşılan Sorunlar Ve Çözüm Önerileri.  İÜHFM C. LXX, S. 1, s. 69 – 82.

 

 

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...