Türkiye’de bir seçim mevsimi daha sona erdi ve kazanan taraf 3 Kasım 2002’den bu yana olduğu gibi yine Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) oldu. AKP, kuruluşundan yaklaşık 15 ay sonra ilk kez iktidara gelmiş olduğu 2002 seçimlerinden sonra üst üste ikinci genel seçimini de kazanarak Türk halkının önemli bir bölümünün teveccühüne mazhar olduğunu kanıtlamış durumdadır. Bu dönemde 2 yerel seçim ve 2 referandum süreci de yaşayan AKP, halkoyuna başvurulan tüm bu süreçlerden de galibiyetle ayrılmayı başarmıştır. 12 Haziran 2011 tarihinde gerçekleştirilen seçimler, iktidar partisinin hizmetlerinin ve halka yaklaşımının yüksek sesle dillendirilen eleştirilere uğrasa da halk tarafından takdirle karşılandığını ve sandıklara giden halkın yarısının AKP’ye güvendiğini göstermektedir. Pazar günü gerçekleştirilen seçimlerin sonuçları, Türk Siyasal Hayatı’nın mevcut konumu ve geleceği ile ilgili birtakım çıkarsamalar yapmamızı zorunlu hale getirmiştir.
9 yıldan bu yana iktidarda bulunan ve muhalefet partileri tarafından sürekli olarak yıpratılmaya çalışılan AKP, oyların %49,9’unu alarak ve geçtiğimiz genel seçimlere nazaran oy oranını arttırarak ortalama bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ilk tercihi olduğunu kanıtlamıştır. Kendisini muhafazakâr demokrat olarak addeden bir partinin bu kadar yüksek bir oy oranına sahip olabilmesi, Türkiye’de halkın önemli bir bölümünün kendisini muhafazakâr olarak tanımladığını bizlere göstermektedir. Bilindiği gibi Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra ortaya çıkan en önemli sonuçlardan biri, halkın, kendisini merkezde sağda konumlandıran, dini inanç ve gelenekler ile cumhuriyetin temel prensiplerinden biri olan çağdaşlaşma akımını kendi bünyesinde birleştirmeye çabalayan partilere verdiği yüksek oy oranıdır. Bu partilerin en önemli özelliklerinden biri de Batı Dünyası ile kurdukları müttefiklik ilişkileri olmuştur. DP, AP, ANAP, DYP gibi merkez sağ partilerinin Türk siyasal hayatında ortaya koymuş oldukları başarı öyküleri bu durumun açık bir kanıtıdır. Kurucularının önemli bir bölümü siyasal İslam anlayışından gelen ve buna karşın kendilerini dünyanın gidişatına uygun bir şekilde konumlandırmayı başaran AKP’nin elde ettiği zaferler, halkın muhafazakârlık eğiliminin her zaman çok yüksek olduğu Türkiye’de, merkez sağda yer alan seçmenlerin daha da sağa kaydıklarını kanıtlamaktadır. Geçmişte siyasal İslam anlayışının en tepe noktalarında bulunmuş isimlerin, küreselleşen dünyanın gerçeklerine ve Türk toplumunun mevcut yapısına referans göstererek kurdukları partiye verilen ezici destek bu durumu ortaya koymaktadır. Aslında AKP’nin ezici üstünlüğü biraz da dünya çapında yayılan ve son dönemde özellikle Avrupa’da çok geniş bir tabana oturmuş olan muhafazakârlaşmanın bir sonucudur. İnsanlar, küreselleşmenin getirdiği tek tipleştirme ve kültürel-manevi yıkım sürecine tepki göstermekte ve siyasal spektrumda bu tepkiyi en iyi yansıtacak partilere yakın durmaya başlamaktadırlar.
Seçim sonuçları, Türkiye’ye ilişkin birçok gerçeği de tekrar ortaya koymuştur. Bu gerçeklerden biri, merkez sol seçmeni temsil eden CHP’nin oldukça başarılı sayılabilecek bir seçim kampanyasına karşın aldığı oy oranının %25,9’da kalmış olmasıdır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun kişisel özellikleri ve karizması üzerinden şekillendirilen bu kampanyaya rağmen CHP’nin oy oranını ancak %5 arttırabilmiş olması, Türkiye’de merkez sol ve sol kesime oy veren insanların tarihsel eğilimleri ile eşdeğer tutulabilir. Zira daha önceki seçimlere de göz gezdirdiğimizde Türkiye’de sol oyların %30-35’in üzerine çıktığı durumların istisna olarak algılanabileceğini görebiliriz. CHP, bu seçimlerde vasat bir performans göstermiştir. Zira solun alabileceği potansiyel oyların %4 altında kalırken, üçüncü kez seçimlere giden iktidar partisini de yıpratmayı başaramamıştır. Tabii bu durumun oluşmasında BDP’nin desteklediği sol-sosyalist adaylara giden oylar ile Cumhuriyetçi Güçbirliği’nin bağımsız adaylarına verilen destek ve bazı CHP’lilerin baraj altında kalmaması için CHP’ye verdikleri oy desteğinin etkisi de vardır. Yine de CHP’nin ve tabii diğer muhalefet partilerinin oy oranının önemli bir yükseliş göstermemesinin en önemli sebepleri, halkın özellikle sağlık, ulaştırma, bayındırlık ve eğitim alanlarında yaptığı hizmetlerden ve altyapı yatırımlarından memnun olması ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin çok önünde ilerleyen kişisel bir karizmaya sahip olmasıdır.
MHP, bu seçimlerde önemli bir oy kaybına uğramış olmasına rağmen, seçim öncesinde yayınlanan kasetler aracılığıyla içerisine sürüklendiği meşruiyet krizi ve karmaşa ortamında yalnızca %1,5’luk bir oy kaybıyla %13’lük bir oy oranına sahip olabilmesi ve barajı aşması bir başarı olarak algılanmalıdır. MHP’nin barajın üzerine çıkabilmesinde, bu seçimlerde tamamen silinen partiler ile CHP seçmenlerinin bir bölümünden gelen destek etkili olmuştur. Nitekim aslında reaksiyoner bir parti hüviyetine sahip olan, geçmişte komünizm bugün de etnik milliyetçilik karşıtlığı kisvesi altında oy toplayan MHP, son dönemde dağlardaki askeri çatışmaların azalması ve etnik tartışmaların siyasal düzeye indirgenmesiyle tepki oylarını yitirmiştir. Bu durum, partinin baraj endişesi ile karşı karşıya kalmasına yol açmıştı. Bu seçimler göstermiştir ki, kullandığı muhafazakâr-mukaddesatçı söyleme rağmen MHP, Türk halkının gözünde merkez bir parti konumuna yükselemeyecektir.
Seçimlerin AKP ile birlikte en önemli galibi ise etnik milliyetçi temelde siyaset yapan ve Kürt kökenli vatandaşların siyasal tercihlerini gerekirse zor kullanarak etkilemeyi amaçlayan BDP’nin ciddi bir başarı elde ettiği gerçeğidir. Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile büyük şehirlerde sosyalist adaylar ile kurulan ittifak sonucu elde edilen 35 milletvekilliği, Türk milliyetçiliğini temsil eden MHP’nin meclise 53 vekille girmesi de göz önüne alındığında büyük bir başarıdır. Bu durum BDP’nin demokratik özerklik ve geniş kapsamlı anayasal değişiklik talep eden ve Kürt kimliğine vurgu yapan anlayışının Kürt kökenli vatandaşlar arasında ciddi bir destek gördüğünü göstermektedir. Alınan 2,8 milyon oy şüphesiz çok önemlidir.
Genel seçimlerin gösterdiği birtakım yapısal sıkıntılara göz gezdirmeden geçmek doğru olmaz. Her şeyden önce oldukça anti-demokratik bir uygulama olan %10 barajının gereksizliği bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. Nitekim yüksek seçim barajı nedeniyle birçok siyasal parti siyasal arenadan silinme tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Bu durum, meclis temsiline ilişkin meşruiyet krizine yol açma tehlikesi yaratmasının yanı sıra milyonlarca vatandaşın sandığı bir çözüm olarak görmesini engellemekte ve siyasal ilgisizliği arttırmaktadır. Çok partili siyasal yaşamın temelinde yer alan mecliste temsil edilebilme gerçekliğinin kısıtlanması halk egemenliği uygulamasına ilişkin bir eksikliğe işaret etmekte ve çoğulcu siyasal anlayışın yerleşmesini engelleyerek, seçmenleri birkaç partinin insafına terk etmektedir. Üstelik %10’luk seçim barajı uygulamasının temel nedeni olan etnik milliyetçi partilerin, özellikle de Kürt milliyetçiliğini yansıtan siyasal hareketlerin, meclise girmesinin engellenmesi düşüncesi artık pratik olarak işlememektedir.
12 Haziran 2011 seçimlerinde AKP, CHP, MHP ve bağımsızların aldığı oy oranının %95’lere ulaşıyor olması, oy pusulasında yer alan diğer partilerin %5’e dahi ulaşamadığını göstermesi açısından dramatiktir ve açıklamaya çalıştığımız meşruiyet sorununun daha da derinleştiğini göstermektedir. Bu durum, aynı zamanda siyasal kutuplaşmayı da arttıran bir gerçekliktir. Bu sorunun yanı sıra, partilerin milletvekili aday gösterme sürecinde halkın ve o bölge teşkilatının tercihlerine prim vermeden, oy verilecek adayları merkezden belirlemesi uygulaması da, Türk demokrasisine sürülmek istenen bir kara lekedir. Zira seçimler halkın tercihlerinin yansıtılmasını ifade edecek bir uygulamadır ve halk, liderlerin değil kendi istediği isimlerin meclise girebilmesini sağlayacak çözümlerin uygulama alanına konmasını istemektedir. Bu nedenle seçim sisteminin yanı sıra siyasi partiler yasasının değiştirilmesi ve demokratik kriterlere uygun olarak yeniden düzenlenmesi bir zorunluluktur. Bu şekliyle seçimler insanların ilkel dürtülerine ve rant hesaplarına alet olmakta ve siyasal arena etnik milliyetçi istemler, din, gelenekler, vb. uygun olarak düzenlenmektedir.
Seçimler halkın tercihlerinin en doğru şekilde sandığa ve meclise yansımasını sağlayacak en önemli uygulamadır. Bu uygulamanın halkın siyasi partilere ve onların liderlerine karşı ellerinde bulundurdukları en önemli silah olduğu da söylenebilir. 12 Haziran 2011’de gerçekleştirilen seçimler bir demokrasi şöleni şeklinde cereyan etse de, bu şöleni daha zevkli hale getirmek siyasi partilerin ve meclisin elindedir. Sandıktan üçüncü kez zaferle ayrılan AKP, kendi söylemlerine uygun olarak siyasal sistemi daha de demokratikleştirme ve toplumun tüm kesimlerine hitap ederek meşruiyet krizini ortadan kaldırmaya yönelik ödevleri de üstlenmiş olmaktadır. Şimdi üzerinde durulması gereken en önemli nokta toplumun tüm kesimleri ile uzlaşılarak oluşturulacak yeni bir anayasa ve geniş çaplı siyasal sistem reformudur.
Göktürk Tüysüzoğlu
Giresun Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi