Mavi Marmara olayına ilişkin olarak hazırlanan Palmer Raporu’nun açıklanmasıyla La Hey’de bulunan Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) başvuru da gündeme geldi. Palmer Komisyonu olarak adlandırılan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Soruşturma Komisyonu, ikisi tarafsız olmak üzere dört üyeden oluşmaktaydı. Türk ve İsrailli üyeler rapora katılmazken rapor diğer iki üye tarafından hazırlanarak BM Genel Sekreteri’ne sunuldu. Hukuken hiçbir bağlayıcılığı olmamakla birlikte siyasi açıdan öneme sahip rapor Türkiye’nin ciddi tepkisiyle karşılaştı. Sayın Cumhurbaşkanı raporun yok hükmünde olduğunu ifade ederken Sayın Dışişleri Bakanı da beş maddelik bundan sonra yapılacaklar listesi sıraladı. Bunlar arasında UAD’ye başvuru da bulunmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla UAD’na başvuru Gazze’ye uygulanan abluka (blockade) dolayısıyla olacaktır.
Yargı yolu ile uyuşmazlıkların çözümünde en önde gelen uluslararası mahkeme olan UAD, BM’nin ana organlarından bir tanesidir. BM Şartı’na ekli UAD Kurucu Anlaşması’nın 38. maddesine göre Divan, devletlerce önüne getirilen uyuşmazlıkları uluslararası hukuka göre karara bağlar. Divan’ın devletlerarası davalarda karar verme yetkisi otomatik değildir. Diğer bir deyişle, iç hukuktan farklı olarak zorunlu yargı yetkisi tanınmamış olup devletlerin dava açılması yönünde rızaları gerekmektedir. Yani İsrail devleti rıza göstermedikçe Türkiye’nin tek taraflı olarak dava açması ve Divan’ın buna bakması söz konusu değildir. Her ne kadar haklılığını iddia eden İsrail tarafının yargıdan kaçmaması mantıksal bir çıkarım olsa da, İsrail’in bu tür bir davaya taraf olmak istemeyeceği değerlendirilebilir. Davalara bakmanın yanında UAD’nin ikinci fonksiyonu danışma görüşü vermedir. BM Şartı’nın 96. maddesine göre BM Genel Kurul’u, Güvenlik Konseyi ve öteki BM organları ile ihtisas kuruluşları kendi görev alanlarıyla ilgili olarak danışma görüşü (advisory opinion) almak için UAD’ye başvuruda bulunabilirler. Devletlerin danışma görüşü için Divan’a başvuru yetkileri yoktur. Bununla birlikte devletler BM organları nezdindeki girişimleri sonucu bu organların danışma görüşü için UAD’ye başvurularını sağlayabilirler. Veto yetkisinden dolayı Güvenlik Konseyi’nin konuyu Divan’a getirmesi beklenilmemektedir. Genel Kurul’un harekete geçirilmesi ile UAD’ye başvuru sağlanabilecektir. Basına yansıdığı kadarıyla Türkiye’nin bu yolu deneyeceği anlaşılmaktadır. 13 Eylül’de New York’ta BM Genel Kurulu’nun 66. dönem çalışmalarına başlayacak olması bunun için bir fırsat sunmaktadır.
Konum olarak danışma görüşü, ismen davalarda karar vermenin altında bir yerde olduğu izlenimini uyandırsa da pratikte ikisi arasında önemli bir fark bulunmamaktadır. Nitekim, iç hukuktan farklı olarak, davalarda verilen kararlar da ancak devletler tarafından uygulanmakta, BM tarafında bunları uygulatıcı bir güç (enforcement) bulunmamaktadır. Davalarda taraf olunurken Divan’a yapılan başvuruda, tarafların üzerinde uzlaşacağı bir tahkimname hazırlanırken, danışma görüşü istenirken sadece başvuruda bulunan organ tek taraflı olarak kendi isteğine göre tahkimnameyi hazırlamaktadır. Bu açıdan, yani içerik yönünden, danışma görüşlerinin daha avantajlı olduğunu öne sürmek de mümkün olabilir.
Hem davaların hem de danışma görüşlerinin benzer siyasi ağırlığı bulunmaktadır. Son yıllarda verilmiş bulunan nükleer silahlar, İsrail’in inşa ettiği duvar ve Kosova’nın bağımsızlık ilanına ilişkin danışma görüşleri dünya siyasi gündemini işgal ettiği gibi uluslararası yargı organlarınca da dikkate alınmıştır. Özellikle BM Genel Kurulu tarafından İsrail’in işgal ettiği topraklarda inşa ettiği duvar hakkındaki UAD danışma görüşü duvarın hukuka aykırı olduğunu belgelemiştir. Abluka hakkında verilecek benzer bir karar, artık İsrail’in abluka uygulamasına imkân vermeyecektir.
UAD’ye başvurunun içeriği konusuna gelince, uluslararası hukukta devletin sorumluluğuna ilişkin kurallar uyarınca Mavi Marmara baskını sırasında silahlı kuvvetlerinin eylemleri sonucu İsrail devletinin sorumluluğu doğmuştur. Palmer Raporu da bunu belgelemektedir. Ablukanın hukuka uygun olup olmadığından bağımsız olarak özür ve tazminat yükümlülüğü söz konusudur. Bunun bir daha Divan önüne getirilmesine ihtiyaç yoktur. Sayın Dışişleri Bakanı’nın açıklamalarından, yerinde bir yaklaşım olarak, abluka konusunun UAD’ye getirileceği anlaşılmaktadır. Ablukanın hukuka aykırılığı ile ilgili olarak, Türkiye’nin insiyatifi ile, BM Genel Kurul’u üç temel argüman geliştirebilir.
Birinci argüman olarak, geleneksel uluslararası hukukun ablukayı bir savaş dönemi önlemi olarak tanımış olmasına rağmen bugün için eskiden tanınmış olduğu şekliyle artık abluka uygulamanın uluslararası hukuka uygun olamayacağı ileri sürülebilir. Abluka ile, düşman ve tarafsız, tüm devletlere ait gemilerin düşman topraklarına giriş ve çıkışlarının engellenmesi ifade edilmiştir. Savaş ilanı üzerine muharip devletler abluka kararlarını duyurmuşlar ve ablukaya riayet etmeyen gemilere saldırmışlardır. 1856 tarihli Paris Deklarasyonu ve 1907 tarihli La Hey Konvansiyonu buna ilişkin düzenlemeler içermektedir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında abluka uygulanmıştır. BM Şartı’nın kabulü ile artık savaş yasaklanmıştır. Devletler sadece BM Güvenlik Konseyi kararı ile veya meşru müdafaa halinde kuvvet kullanabileceklerdir. Dolayısıyla BM öncesi döneme ait olan ve savaş hali durumunda geçerli kabul edilen abluka, geleneksel olarak anlaşıldığı şekliyle, artık hukuksallığını yitirmiştir. Savaş malzemesi taşımayan sivil gemilerin, özellikle de silahlı çatışmaya taraf olmayan devletlerin gemilerinin, abluka kurallarına tabi olması artık söz konusu değildir. Dolayısıyla, İsrail’e silahlı saldırı amacı güttüğüne dair hiçbir kanıt bulunmayan Mavi Marmara gemisine yapılan saldırı hukuka uygun değildir.
İkinci argüman, geleneksel abluka kurallarının geçerli olabileceğini kabul etmekle birlikte İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukanın, abluka uygulamaya konulmasına ilişkin kurallara uyulmadığından dolayı hukuk dışı olduğu tezine dayandırılabilir. Buna göre abluka sadece silahlı çatışma içinde bulunulan başka bir devletin topraklarına karşı uygulanabilir. İsrail Filistin’i devlet olarak tanımadığından dolayı abluka uygulaması mümkün değildir. BM kararları uyarınca Filistin toprakları İsrail “işgal”i altındadır. İşgal altındaki topraklara da abluka uygulamak mümkün değildir.
Son argüman olarak da, geleneksel abluka kurallarının geçerli olabileceği kabul edilmekle birlikte, abluka uygulama şartları açısından İsrail ablukasının hukuka aykırı olduğu ileri sürülebilir. Nitekim 2009 tarihli BM İnsan Hakları Konseyi Raporu bu açıdan ablukayı hukuka aykırı bulmuştur. Palmer Raporu’nu yazan heyetin aksine tamamen hukukçulardan oluşan bir komisyonu tarafından hazırlanan ve BM belgesi haline gelen bu rapor 1949 tarihli Cenevre Konvansiyonu’na göre İsrail ablukasının sivil halka ve ekonomiye zarar verdiği için hukuk dışı olduğunu ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, İsrail’in birtakım silahlı kuvvetler mesuplarının aşırıya kaçan eylemleri nedeniyle özür dileyerek ve hayatlarını yitirenlerin ailelerine tazminat ödeyerek makul bir şekilde çözüme bağlayabileceği bir olay, boyut değiştirerek hem uluslararası hukukun çok önemli bir konusu haline gelmiş hem de Türkiye-İsrail ilişkileri gerilmiştir. Türkiye’nin ablukanın hukuksal olmadığına ilişkin üretebileceği ciddi hukuki argümanlar bulunmaktadır ve bunların tartışma yeri olarak UAD’nin seçilmesi, hem hukuki hem de siyasi açıdan, son derece yerindedir.
Yazının İngilizcesi için tıklayınız…
Prof. Dr. İbrahim Kaya
Uluslararası Hukuk Uzmanı
Uluslararası Hukuk Birliği (ILA-International Law Association) Türkiye Direktörü
Kaynak: USAK