Akçakale’nin Suriye’den atılan bir bombaya hedef olması ve beş Türk vatandaşının hayatını yitirmesi üzerine, Başbakanlık açıklamasına göre, Suriye’deki noktalar Türkiye tarafından topçu ateşiyle vurulmuştur.
Akçakale, Suriye sınırında yer alıyor ve uzun zamandır Suriye’den atılan mermi ve toplara hedef oluyor. Türk jetinin düşürülmesinden sonra angajman kurallarının değiştiği duyurulmuş ve güvenlik sağlamak amacıyla silahlı kuvvetlerin çeşitli unsurları Suriye sınırına sevk edilmişti. Suriye’den atılan top mermisinin Türkiye’ye düşmesi ve akabinde Türkiye’nin top ateşinde bulunması uluslararası hukuku ilgilendiren konuları gündeme getirmiştir
Uluslararası hukuk açısından bakıldığında ilk önce ifade edilmektedir ki Türkiye’ye düşen bombalar Suriye devletinin “devlet sorumluluğu”nu gerektirmektedir. Nitekim, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ihlal edilmiş, egemenlik alanında bulunan kişi ve mülke zarar söz konusu olmuştur. Uluslararası hukuka aykırı eylemlerin devletin sorumluluğunu gerektirdiği kuralı uluslararası hukukun yerleşmiş bir kuralıdır. Buna göre kasıtlı olup olmamasına bakılmaksızın Türkiye’ye atılan bombalar Suriye’nin sorumluluğundadır. Burada önemli olan hukuka aykırı eylemin gerçekleşmiş olmasıdır. Kasıt unsurunun olup olmadığının önemi yoktur. Yapılan eylemin uluslararası hukuka aykırı bir eylem olması yeterlidir. Uluslararası hukuka aykırı eylemden kastedilen şey başka bir devletin haklarını ya da tüm uluslararası camianın haklarını ihlal eden bir eylemdir. Burada sonuç çok önemli değildir. Eylem sonucu herhangi bir zarar oluşmamış olsaydı bile Suriye sorumluluktan kurtulamazdı.
Sorumlulukla ilgili başka bir husus da hukuka aykırı eylemin herhangi bir şekilde Suriye devletine atfedilebilmesidir. Bombaları kimin attığının da bir önemi bulunmamaktadır. Olağan şartlar altında devlet güçlerinin eylemi o devlete atfedilir. Diğer bir deyişle rejime bağlı resmi güçlerin eylemi Suriye devletinin eylemi olarak kabul edilir ve bu devletin sorumluluğunu gerektirir. Nitekim, başbakanlık açıklamasında atılan topun Suriye rejim güçlerince atıldığı belirtilmektedir. Doğrudan devlet üniforması altında faaliyet göstermeyen ancak devlete destek olan milislerin eylemleri de devlete atfedilir ve onun sorumluluğunu gerektirir. Hatta bir ülkede rejime karşı savaşan güçlerin eylemleri de o devletin sorumluluğu dâhilinde değerlendirilir. Suriye devleti muhaliflerin eylemlerinden de sorumludur. Muhaliflerin iktidara gelmesi halinde bu sorumluluk devam eder. Her halükarda egemen devlet olarak Suriye sorumlu durumdadır. Bu devlet yetkililerinin çıkıp bu sorumluluğu kabul ederek özür ve tazminat yollarıyla sorumluluğun gereğini yerine getirmeleri gerekmektedir.
Türkiye acilen bu yönde bir çağrıyı Suriye’ye yapmalı ve uluslararası camiaya konuyu duyurmalıdır. Dışişleri’nin faaliyetlerinden Türkiye’nin bu yönde çaba sarf ettiği anlaşılmaktadır. Uluslararası hukuku ilgilendiren başka çok önemli bir konu kuvvet kullanma hukukudur. Birleşmiş Milletler (BM) Anlaşması madde 2(4) ile kuvvet kullanılmasını yasaklamaktadır. Bu maddeye göre bir devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı kuvvet kullanmak yasaktır. Sadece kuvvet kullanmak değil kuvvet kullanma tehdidinde bulunmak bile yasaklanmıştır. Maddenin kapsamının geniş olduğunu hatırlatmakta fayda var. Neredeyse her türlü kuvvet kullanma eylemi bu kapsamda değerlendirilebilmektedir.
Kuvvet Kullanmanın İki İstisnası
BM sisteminde kuvvet kullanmanın iki istisnası mevcuttur. Bunlardan birincisi Güvenlik Konseyi’nin yetki vermesidir ve uluslararası barış ve güvenliğin tehlikeye düşmesi veya yitirilmesi halinde bu yetki verilebilir. Bunun ortaya çıktığını da yine Güvenlik Konseyi tespit eder. 1950 yılında Kore’de ve 1991 yılında Irak’ta bu bağlamda kuvvet kullanılmıştır. Suriye’deki iç savaşın bölgesel yansımaları olduğu ve bölgede barış ve güvenliği tehlikeye düşürdüğü ileri sürülebilir ancak Güvenlik Konseyi’nin iki daimi üyesi Çin ve Rusya’nın veto yetkisi nedeniyle şu ana kadar Suriye ile ilgili olarak kuvvet kullanımını içerecek herhangi bir karar alınamamıştır. Güvenlik Konseyi’nin yetki vermesi dışında kuvvet kullanma yasağının bir diğer istisnası meşru müdafaa hakkının kullanılmasıdır. Meşru müdafaa, BM Anlaşması’nın 51. maddesi tarafından düzenlenmiştir ve silahlı saldırı halinde meşru müdafaa amacıyla kuvvet kullanılabilir. Saldırıya hedef olan devlet tek başına veya müttefikleriyle birlikte meşru müdafaa amacıyla kuvvet kullanabilir. Bu durumun Güvenlik Konseyi’ne bildirilmesi ve Güvenlik Konseyi gereken önlemleri alana kadar kuvvet kullanılabileceği bu madde tarafından ortaya konulmuştur. BM sisteminin, bu iki yol dışında kuvvet kullanımını yasakladığı ifade edilebilir.
Mukabele-i bil misil (misliyle karşılık verme) literatürde hem misilleme hem de zararla-karşılık yöntemlerini kapsayan bir terimdir. Bazen her ikisi misilleme tabiri içinde kullanılabilmektedir. Misilleme esasen bir devletin eylemine karşılık vermek üzere başka bir devletçe hukuka uygun bir eylemin gerçekleştirilmesini ifade eder. Ticari ilişkilerin kesilmesi, bir devletin vatandaşlarına vize konulması gibi önlemler bu bağlamda değerlendirilir. Zararla-karşılık ise bir devletin hukuka aykırı eylemine uluslararası hukukun yasakladığı bir yöntemle karşılık verilmesidir. Olağan şartlar altında yasak olan karşılık eylemi ilk devlet uluslararası hukuku ihlal ettiği için ve o devleti uluslararası hukuka uymaya zorlayabilmek için gerçekleştiği gerekçesiyle yasak olma vasfını yitirir şekilde yorumlanabilmektedir. Uluslararası antlaşmaların uygulanmasının durdurulması buna bir örnek olarak verilebilir. Hatırda tutulmalıdır ki, kuvvet kullanmayı yasaklayan BM Anlaşması’nın madde 2(4)’ü bugün için buyruk kural niteliğindedir ve literatürde hâkim olan görüşe göre önlem olarak kuvvet kullanmayı içeren tedbirler alınamaz. Nitekim, 1970 tarihli Dostane İlişkiler Deklarasyonu kuvvet kullanmayı içeren misillemeleri yasaklamaktadır.
Basit ve tek defaya mahsus sınır çatışmaları silahlı saldırıyı oluşturmaz ancak tekrarlı olarak gerçekleştirilen atışlar, şartlara bağlı olarak, silahlı saldırı olarak nitelendirilebilir ve, dolayısıyla, meşru müdafaa hakkı temelinde kuvvet kullanma hakkına yol açabilir. Suriye’den Türkiye’ye yönelik bombalamalar, özellikle Suriye devletinin sorumluluğunu kabul ederek gerekenleri yapmaması durumunda, meşru müdafaa hakkını doğurabilecek şekilde yorumlanabilir. Nitekim, Türkiye Suriye’deki noktaları bombalamakla bu şekildeki bir yoruma ulaştığını göstermiştir.
Meşru müdafaa hakkı orantılı bir biçimde kullanılmalıdır. Mevcut şartlar altında, çok büyük çapta bir bombardıman ve işgalin bu vasfı taşımadığı açıktır. Topu atan bataryanın imhası ve gelecekte bu tür bir saldırıya maruz kalmamak için önlemler alınması bağlamında sınırlı hedeflerin vurulması “orantılı” olarak nitelenebilir. Bazen misilleme, karşılık verme ya da misliyle karşılık verme tabirleri bu hususu vurgulamak için kullanılmaktadır ancak sadece meşru müdafaa hakkına dayanılmadığı çağrışımı yapma riskini de barındırmaktadırlar. Meşru müdafaa vakit geciktirilmeden “anında” yapılmalıdır. Aradan süre geçmesi, eğer saldırı olasılığı ciddiyetini devam ettirmiyorsa, meşru müdafaa hakkına dayanmayı ortadan kaldırabilir. Meşru müdafaa hakkına dayanarak kuvvet kullanılması başvurulabilecek başka bir yöntemin bulunmaması ya da bulunan yöntemin sonuç verme imkanının olmaması halinde geçerlidir. Başbakanlık açıklamasında geçen terminoloji bu hususların göz önüne alındığını göstermektedir.
İç Hukukun İmkanları Açısından
Türk iç hukuku açısından bakıldığında kuvvet kullanılmasına ilişkin düzenlemelerin Anayasa’nın 92. maddesinde yer aldığı görülür. Bu maddeye göre silahlı kuvvetlerin başka bir ülkeye gönderilmesi ancak milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde gerçekleşebilecektir. Her ne kadar maddenin lafzından, BM Anlaşması hükümleri de dâhil olmak üzere, uluslararası antlaşmaların gerektirdiği durumlarda TBMM’nin yetki vermesine ihtiyaç olmadığı iddia edilebilirse de, Türkiye’de hükümetler sorumluluğu paylaşma ve demokratik katılım gerekçeleriyle olsa gerek ancak Meclis’ten bir yetki tezkeresi çıkararak silahlı kuvvetleri yabancı ülkelere göndermeyi tercih edegelmişlerdir. Hal böyle olunca uluslararası hukukun meşru saydığı bir halin oluşup oluşmadığına TBMM karar verir durumdadır. ISAF, UNIFIL gibi barış operasyonları da bu kapsamda değerlendirilmiştir. Suriye’yi de kapsayacak bir tezkerenin Meclis’te kabul edilmiş olması kararın sadece hükümetçe değil, geniş katılımlı bir demokratik platformda ülkenin yasama organınca alınması gerektiği görüşünü yansıtmaktadır.
Bu aşamada Türkiye’nin dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Resmî açıklamalar BM Anlaşması’nın diliyle uyumlu olmalıdır. Savaş terimi yasaklandığı için tamamen dışlanmalıdır. Eklemek gerekir ki BM Anlaşması’yla uyumlu olmayan bir şekilde 92. madde “savaş” tabirini kullanmaktadır ve yeni anayasa yapımı sürecinde gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Ulusal güvenlik ve çıkarlar her ne kadar çok önemli olsa da, BM Anlaşması paralelinde Suriye’nin eylemlerinin Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve egemenliğini ihlal ettiği vurgulanmalıdır. Özellikle cezalandırma veya intikam tabirlerini içeren bir terminoloji baştan uluslararası hukuka uygunluğu tartışmalı hale getirebilir. Her şeyden önce Türkiye meşru müdafaa hakkına istinaden kuvvet kullanarak kendisini savunma yoluna başvurduğunu açıklamalıdır. Sihirli sözcük “savunma”dır. Bunun dışındaki açıklamalar, misilleme ve karşılık verme gibi, kısmen savunulabilse de, uluslararası hukuka göre tartışmalı sonuçlara götürebilir. Nitekim ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler daima kuvvet kullanımlarını savunma konseptiyle izah etmişlerdir. Misilleme ve karşılık verme kavramları Ortadoğu’da zaman zaman İsrail yönetimi tarafından kullanılmaktadır ve hemen her zaman hukuka aykırı eylemleri çağrıştırmaktadır.
Prof. Dr. İbrahim Kaya
USAK-UHAM Başkanı
Kaynak: USAK