Türkiye dahilde ekonomik ve toplumsal alanlarda ciddi bir transformasyon yaşarken, yakın komşusu olan ülkelerdeki köklü değişimlere de yapıcı ve çoğu kez temkinli tepkiler göstererek bölgedeki konumunu güçlendirdi.
Türkiye’nin stratejik konumu: Mevcut jeostratejik konum –Irak, İran, Suriye, Güney Kafkaslar, Güney ve Doğu Avrupa ve Karadeniz üzerinden Rusya ve Ukrayna ile komşu olunması – dolayısıyla İslami değerlerin hakim olduğu ülkenin dış politikası üstesinden gelinmesi gereken büyük yapısal sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. Söz konusu görevleri dış politika uzmanları “tall order” (zor istek) ve “up-hill battle” (zorlu mücadele) olarak tanımlıyorlar. Yeni ABD yönetimine göre Türkiye’nin coğrafi konumu ülkeyi “evrenin merkezi” (“center of the universe”) olmaya itiyor: Halen “yanmakta” ve “kaynamakta” olan uluslararası kriz odaklarından birçoğu Türkiye’ye komşu bölgelerde (Yakındoğu, İran, Irak, Kafkasya ve Afganistan, Pakistan, Rusya) yer alıyor ve bunlar muhtemelen ancak Türkiye ile işbirliği içinde aşılabilecek veya engellenebilecek gibi görünüyor. İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt ‘in de ifade etmiş olduğu gibi “Fiilen Türkiye Avrupa Birliği için ABD’ den sonraki en önemli ikinci stratejik işbirliği partneri” konumunda bulunuyor.
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” İlkesi: Türkiye’nin dış politikası uzun yıllardan beri Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine dayanıyor. Türkiye’nin bölgedeki komşu ülkelerle olan ikili ilişkileri son yıllarda gerçekten belirgin şekilde güçlendirildi ve farklı düzeylerde (ticaret, yatırım, kültür, diplomasi vb) yoğun temaslar ve işbirliği gerçekleştirildi. Bu şekilde Yunanistan, Suriye, İran ve Irak gibi ülkelerle olan ilişkilerde onlarca yıldan beri süregelen anlaşmazlıkların aşılması veya asgari düzeye indirilmesi sağlandı. Tarihi ve siyasi anlaşmazlıkların hakim olduğu Ermenistan ilişkilerinin de –“futbol diplomasisi” çerçevesinde (Türkiye ve Ermenistan cumhurbaşkanlarının Türkiye ve Ermenistan arasında oynanan milli maçlarını izlemek için karşılıklı ziyaretlerde bulunması) başlatılan uzun görüşmelerden sonra – 2009 yılının nisan ayında kararlaştırılan “Yol Haritası” ile aşamalı olarak geliştirilmesi hedefleniyor. “Yol Haritası” iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin başlatılmasını, sınırların açılmasını ve tarihçilerden oluşacak bir komisyon kurulmasını öngörüyor.
Dış politika iç politikayı da etkiliyor: Türkiye iddialı dış politikasıyla çoğu kez ince bir çizgi üzerinde hareket ediyor. Sınır bölgelerindeki sorunların ve anlaşmazlıkların çokluğu bunların tümünün birden üstesinden gelinememesi, hatta çabaların tamamen dağılması tehlikesini içeriyor. Bölgedeki sorunların niteliği ve niceliği Türkiye’nin dışişleri hizmetlerinde görev yapan –ve diğer ülkelere kıyasla sayıları düşük olan – diplomatik kadrosu (yaklaşık 1.000 kişi) üzerinde ciddi bir yük oluşturuyor. Diğer taraftan ilerici ve uzlaşmaya yönelik dış politika ülke içinde –dış politikadaki tüm başarıları “Türkiye’nin menfaatlerinin satılması” olarak nitelendiren ve bunları iç politika söylemi veya seçim taktiği olarak suistimal eden- muhafazakar-milliyetçi siyasi partiler ve kamuoyu ile mücadele etmek zorunda kalıyor. Dar bir kavram olan “milli menfaat” kavramı ve bazı siyasi aktörlerin güvenlik anlayışı yine Türkiye toplumunda yaygınlaşmış olan yaklaşımlardan kaynaklanıyor: Yapılan çeşitli araştırmalar (German Marshall Fund’ın Global Trends Anketi veya PEW Research Centre for People and the Press ) batı-karşıtı, Amerika karşıtı, İsrail karşıtı veya antisemit tutumlar ve Arap karşıtı yaklaşımların toplumda çok yaygın olduğunu ve bunların kolaylıkla siyasi bir araç haline dönüştürülebildiğini gösteriyor.
“Sıradışı Dış Politika” ince bir çizgi oluşturuyor: Türk dış politikasının sahip olduğu bir avantaj kolaylıkla dezavantaja dönüşebilir: Türkiye kendinde “başka kimsenin” temas kurmadığı devlet temsilcileriyle de görüşmelerde bulunma hakkı görüyor. Nitekim İran, Suriye, Sudan ve Filistin’deki Hamas gibi “haydut devlet” olarak tanımlanan ülkelerle siyasi ve diplomatik temaslar yürütülüyor. Özellikle 2006 yılının ocak ayında Hamas’ ın seçim zaferinden hemen sonra Hamas lideri Halid Meşal ile görüşmelerde bulunulması uluslararası düzeyde ve özellikle de İsrail tarafından eleştirilere hedef oldu. Aynı şekilde İran ile yürütülen temaslar ve İran devlet başkanı Ahmedinejat’ın ziyareti Avrupa ve Amerika tarafından ilgi ve endişeyle izlendi.
Türkiye ayrıca bölgesel aktör ve arabulucu olarak üstlenmiş olduğu rol çerçevesinde yerleşik işbirliği modelleri dışında kalan devletleri, AB veya ABD ‘yi dahil etmeksizin veya onların resmi konsültasyon mekanizmalarını devreye sokmaksızın, buluşturma girişimlerinde bulunuyor. Buna örnek olarak Türkiye’nin önerisi üzerine Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Rusya ve Türkiye’nin katılımıyla Kafkasya’da oluşturulan Güvenlik ve İşbirliği Platformu’nu gösterebiliriz. Türkiye bu bağlamda kendini komşu bölgelerde ilişkilerin yoğunlaştırılmasına, ekonomik işbirliği, barış ve gelişme sağlanmasına katkıda bulunacak bir “soft power” olarak görüyor.
Dış politika alanında hassas ve tartışmalı misyonların yanısıra belirgin şekilde başarısızlıkla sonuçlanan girişimler de oluyor. Nitekim 2008 yılı sonunda İsrail’in Gazze saldırısı Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk çabalarının sonuçsuz kalmasına neden oldu. Gazze bombardımanının o zamanki İsrail başbakanının ziyaretinden hemen sonra başlamış olması dolayısıyla Türk tarafı olaya şaşkınlık ve kızgınlık içinde büyük tepki gösterdi. 2009 yılının ocak ayında Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu çerçevesinde düzenlenen bir tartışmada Başbakan Erdoğan’ın İsrail devlet başkanı karşısında sergilediği diplomasiden uzak duygusal yaklaşım da İsrail ilişkileri açısından bir dayanıklılık testi niteliği taşıyordu ve bu bağlamda güven kaybı oluşturdu. Türkiye 1949 yılında İsrail devletinin kuruluşunu tanıyan ilk Müslüman ülke olmuş ve halen de İsrail ile ekonomi ve güvenlik politikası alanlarında yoğun ilişki içinde bulunmaktadır.
Türkiye’nin uluslararası örgütlerdeki üyelikleri: 1952 yılındaki Kore Savaşı’ndan beri NATO üyesi olan Türkiye kendini güvenlik politikası açısından batının bir parçası olarak görüyor ve –ISAF (International Security Assistance Force) çerçevesinde Afganistan da dahil olmak üzere – BM, NATO ve AB’ nin barış girişimlerinde aktif rol üstleniyor. Türkiye OECD (Organisation for Economic Co-opreration and Development), Avrupa Konseyi ve G-20 gibi birçok “batılı” örgüte üye bulunuyor ve aynı zamanda 2005 yılından beri genel sekreterliğini yürütmekte olduğu İslam Konferansı Örgütü’ nün de (OIC) önde gelen üyeleri arasında yer alıyor. BM’ den NATO’ya kadar birçok uluslararası örgütün yıllardan beri üyesi olan Türkiye, kendisini belirli bir ülkelerarası gruplaşmaya dahil görmüyor. Nitekim uluslararası tartışmalarda veya kurullarda bugüne kadar sergilemiş olduğu tutumlarda –bazı diğer kalkınmakta olan ülkelerin aksine – herhangi bir gruplaşmanın etkisi görülmedi. Türkiye uluslararası alanda – bugüne dek BRIC (Brasil, Russia, India, China) ülkeleri gibi alt gruplardan herhangi birine üye olmamasına rağmen – genellikle “rising power” (yükselen güç) olarak kabul ediliyor. Ancak ülke giderek artan özgüvenine dayalı olarak zaman zaman ana akımın dışında kalan bir tutum sergileyebiliyor. Nitekim Türkiye 2009 yılı nisan ayında NATO genel sekreterliği seçiminde diğer NATO üyesi ülkelerden farklı bir tavır alarak, Anders Fogh Rasmussen’in adaylığına (birçok nedenin yanısıra Rasmussen’in Hz. Muhammed karikatürüne ilişkin tartışmalı açıklamaları dolayısıyla) karşı çıkmıştı. Ancak Türkiye’nin BM-Genel Kurulu seçimlerindeki tavrına ilişkin analizler, ilginç bir şekilde ülkenin seçimlerdeki yaklaşımının son yıllar içinde –İngiltere ve Fransa’ya kıyasla – Avrupa Birliği’nin yaklaşımıyla daha fazla örtüşmekte olduğunu ortaya koyuyor.
Enerji Aktarım Noktası Türkiye: Türkiye enerji altyapı politikası alanında Yakın ve Ortadoğu ülkelerinden ve Hazar Denizi çevresinden getirilecek enerji kaynakları (petrol, doğalgaz) için transit ülke ve “hub” (aktarım noktası) sıfatıyla özel bir önem taşıdığını düşünüyor. Türkiye, kaynakları kısıtlı bir ülke olarak enerji temini alanında bir taraftan diğer ülkelere olan (Rusya gibi) bağımlılığını azaltmayı hedeflerken, diğer taraftan da bu bağlamda AB ve diğer Avrupa ülkeleri için taşıdığı önemi güçlendirme olanağını değerlendirmek istiyor. Kuzey-güney ve doğu-batı yönlerindeki mevcut boru hatlarının yanısıra halen NABUCCO-projesi (RWE katılımıyla) gibi başka kapsamlı boru hattı projeleri de planlama aşamasında bulunuyor.
Batıya uzanan uzun yol : AB-Tam Üyelik Süreci: Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’nin dış politikasının ve dış ticaret politikasının en önemli hususunu AB ile işbirliğine ve entegrasyona yönelim oluşturuyordu. 2011 itibariyle bakıldığında Türkiye’nin ilk üyelik başvurusunun 52 yıl önce (1959) yapılmış olduğu, ilk Ortaklık Anlaşmasının 48 yıl önce 1963 yılında imzalandığı ve AB ile Gümrük Birliği anlaşmasının da 1996 yılında yürürlüğe girdiği görülüyor. Türkiye’nin (NATO üyeliğinden de öteye uzanan) “batıyla olan bağlantısı” soğuk savaş döneminde Avrupalı politikacılar için stratejik açıdan büyük önem taşımaktaydı. Ancak 90’lı yılların başında Berlin Duvarı’ nın yıkılmasından ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Avrupa’da Türkiye’ye verilen önem ve duyulan sempati aniden belirgin şekilde azaldı. Nitekim aday statüsüne geçebilmek için yapılan ilk başvurular tümüyle başarısız oldu. Ancak Türkiye Helsinki’de yapılan AB-Zirvesi’nde (1999) adaylık statüsüne hak kazandı ve 2005 yılının ekim ayında üyelik müzakereleri başlatıldı.
Üyelik müzakerelerinin başlamasından bu yana geçen 6 yıl içinde tarama çalışmaları tamamlanarak, AB – Müktesebatının 11 başlığı (“iç hukukla uyumun gözden geçirilmesi veya uyum gereksiniminin belirlenmesi” amacıyla) müzakereye açıldı. Başlıkların müzakere hızı mevcut şekliyle sürdürüldüğü takdirde, 35 müzakere başlığının tümünün açılması sekiz ila dokuz yıl zaman alacak ve müzakerelerin tamamlanması için de ayrıca birkaç seneye daha gerek olacak. Türkiye’nin tam üyeliğe kabul edilme koşulları her şeyden önce iki neden dolayısıyla özellikle güç olacak: Öncelikle uyum sağlanması gereken AB yasalarının ve yönetmeliklerinin sayısı son yıllarda büyük artış gösterdi. Ayrıca Türkiye için münferit başlıkların müzakereye açılabilmesi ve tüm sürecin tamamlanabilmesi için üye ülkelerin tamamının oy birliğiyle karar alması gerekiyor (Hollanda ve Avusturya gibi bazı ülkelerde bunun için referandum yoluna gidilebilecek.). Müzakere başlıklarının açılması ve kapatılmasına ilişkin hazırlıkların teknik sürecinden Avrupa Komisyonu sorumlu bulunuyor. Türkiye’nin 2006 yılının Aralık ayında Gümrük Birliği’ni AB-üyesi Kıbrıs’ı da dahil edecek şekilde genişletmeyi kabul etmemiş olması, sekiz müzakere başlığının askıya alınmasına neden oldu. Diğer bazı başlıklar ise fiilen Fransa ve Kıbrıs gibi ülkelerin onay vermemesi nedeniyle kapatılmış bulunuyor. Baş Müzakereci Egemen Bağış 2009 yılının Haziran ayında yeni fasılların açılmasının gerçekten askıya alınabileceğine değinerek –AB müzakerelerinde kaydedilen ilerlemelerden bağımsız olarak – iç politika alanındaki reform sürecinin Türkiye’nin modernizasyonu açısından büyük önem taşıdığını vurguladı. Türk halkının AB üyeliğini destekleme oranı üyelik müzakerelerinin başlamasından önce çok yüksek düzeyde bulunurken (nüfusun değişik kesimlerine ve yapılan farklı anketlere göre yüzde 70 ila 90 arasında değişirken), bu oran daha sonra yüzde 70 ila 40 arasında değişen değerlere geriledi (EUROSTAT). Anket sonuçları –genelde- yöneltilen soruya göre çok farklı değerlendirmeler yapıldığını ortaya koyuyor. Nitekim AB ‘ye üyelikten yana olanların oranının yüksek olduğu, ancak üyeliğin gerçekleşeceğine inananların oranının ise daha düşük düzeyde kaldığı görülüyor.
AB’ den gelen çelişkili sinyallerin yarattığı etkiler: Bir taraftan Türkiye’de AB’ye tam üye olunacağına duyulan inanç giderek azalırken, diğer taraftan –Türkiye’nin batıyla olan ittifakı nasıl hiç tartışmalara konu olmuyorsa – Türkiye’nin AB’ ye üye olması yönündeki istek de aynı şekilde sürdürülüyor. Tam üyelik müzakerelerine ilişkin haberlerin yetersiz olması ve Türk hükümetinin kamuoyu çalışmaları konusunda çekimser davranması, halkın büyük bölümünün katılım sürecinin durumu ve perspektifleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmamasına neden oluyor. Halka yansıyan haberlerin başında Fransa devlet başkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya başbakanı Angela Merkel gibi AB içindeki muhafazakâr politikacıların tam üyelik karşıtı yorumları yer alıyor. Fransa, Almanya (koalisyon hükümetindeki farklı pozisyonlara rağmen), Avusturya, Hollanda ve Kıbrıs Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan ülkeler olarak algılanıyorlar. Bunun yanısıra AB üyesi 27 ülkenin 22’ sinin –ki aralarında İngiltere, İspanya, İtalya, İsveç ve Polonya da yer alıyor – Türkiye’nin üyeliğine onay vermekte oldukları Türk kamuoyu tarafından yeterli ölçüde algılanmıyor. Aslında Türkiye’nin İngiltere’nin adaylığı esnasında, ama aynı zamanda da AB’nin Kuzey ve Güney genişleme süreçleri esnasında bazı AB ülkelerinin sergilemiş oldukları tutumu hatırlamasında yarar olacaktır. Söz konusu vakalarda da üye ülkelerin göstermiş oldukları ideolojik direncin (örneğin Katolik ülkeler olan İspanya ve Portekiz’e karşı) aşılması kolay olmamıştı. Fransa devlet başkanı de Gaulle’ ün 1969 yılında İngiltere’nin üyeliğini veto ederken öne sürdüğü gerekçeler, bugün Türkiye karşıtı gerekçelerle büyük benzerlikler gösteriyor (“Onlar Avrupalı değildir”, “Kurumsal dengemizi bozuyorlar”, “Tarım sektörleri Avrupa’nın ortak tarım politikasıyla uyumlu değildir”).
Anıl Ziya Kantarmacı
Çağ Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Kaynakça:
· Friedrich-Ebert-Stiftung Internationale Politik Analyse
· Eurostat
· International Security Assistance Force
· Organisation for Economic Co-operation and Development Official Website