Suriye’de Esad karşıtı gösterilerin başladığı 2011 Martının ardından Türkiye-Suriye ilişkilerinde ciddi bir değişim başlamış ve BM’deki oylamanın ardından hem Başbakan Erdoğan hem de Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye rejiminin Humus’daki katliamlarından dolayı bedel ödeyeceği mesajlarını vermişlerdir. Esasında, Mart ayında Suriye’de kitlesel eylemler ilk başladığında Türkiye, doğrudan Suriye yönetimi ile bir dizi görüşmeler gerçekleştirerek yönetimi reformlar konusunda ikna etmeye çalışmıştı. 26 Martta Cumhurbaşkanı Esad ile yaptığı görüşmede Başbakan Erdoğan Şam yönetiminin aldığı reform kararlarını desteklediğini ifade etmiş ve Türkiye’nin, Suriye’nin yanında bir tutum aldığını belirtmişti. Aynı şekilde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Nisan ve en son Ağustos ayında Suriye’ye düzenlediği ziyaretlerde Esad’ı reform yapma konusunda uyarmıştı. Ancak, Esad yönetimi Türkiye’nin uyarılarını dikkate almadığı gibi, göstericiler karşısında orantısız güç kullanılmasından dolayı sürekli sivil kayıpların artmasından dolayı Türkiye’nin tepkisiyle karşı karşıya kalmıştır.
Bu çerçevede Suriye’deki krizin üzerinden yaklaşık 9 ay geçtikten sonra Türkiye Esad yönetimine karşı ekonomik, siyasi ve diplomatik yaptırım kararları alarak rejimle olan ilişkilerini büsbütün kopartma yönünde adımlar atmak zorunda kalmıştır. Özellikle Ağustosta başında Başbakan Erdoğan’ın İstanbul’daki bir toplantıda Suriye sorunun bir iç mesele olarak görüldüğünü ve tepkisiz kalmayacakları yönündeki açıklamanın ardından Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Şam’da Cumhurbaşkanı Esad’la yaptığı görüşmede Türkiye’nin olaylara seyirci kalmayacağı yönünde verdiği mesajların Esad tarafından dikkate alınmaması, ilişkilerin gerginlikten çatışmaya doğru evirileceğinin de işaretlerini içermekteydi. Yaptırım kararlarının uygulanmaya konmasının ardından Türkiye bölgesel ve küresel düzeyde Esad rejimine yönelik eleştirilerini yükseltirken, Suriye, Irak, Lübnan ve İran kaynaklı haber aşansıları ise Ankara’yı Suriye’yi istikrarlaştırmak amacıyla silahlı gruplara askeri ve siyasi destek vermekle suçlamaya başlamıştı.
Türkiye Dış Politikasının Suriye Çıkmazı ve Çıkış Stratejileri
Şubat 2012 itibariyle bakıldığında Türkiye’nin yeni Suriye politikasının temelinde rejimin bölgesel ve uluslararası baskıyla değiştirilmesi hedefi olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Bu amaca yönelik olarak da yeni bazı inisiyatiflerin geliştirileceği belirtmektedir. Söz konusu girişimin bölgesel düzeyde Esad yönetimi üzerindeki baskıların daha da artırılması olarak açıklanmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısında yaptığı açıklamaların ardından Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun 8 Şubatta hem NTV’deki hem de ABD gitmeden önce havaalanındaki açıklamalarında net bir şekilde ”Arap Ligi ile birlikte tekrar bir girişimi, uluslararası mahiyette bir girişimi devreye sokacağız, bu konuda kararlıyız. Hiçbir şekilde bu akan kana seyirci kalmayız. Bunu hem kamuoyumuzun hem Suriye’deki kardeşlerimizin hem de dünya kamuoyunun bilmesi önem taşıyor” ifadelerini kullanarak Türkiye’nin Esad rejiminin kendi halkına karşı güç kullanması karşısında sessiz kalmayacağını ortaya koymuştur.1 Dış müdahaleye yönelik olarak da “askeri senaryoları konuşmak istemeyiz. Gönül böyle bir döneme geçilmesini istemiyor. Gönül ister ki, bu yöntemler (tampon bölge ve uçuşa yasak alan) hasıl olmasın. Ümit ederiz, Suriye gittikçe yalnızlaştığını, Kuzey Kore’den çok daha izole bir duruma geleceğini görür ve bütün bu yanlış uygulamalardan çekilir.2
Diğer yandan BM’deki Suriye oylamasında Rusya ve Çin’in red oyu vermesinin ardından Türkiye’nin her iki ülkeye yönelik sert eleştirilerde bulunması da dikkat çekicidir. Resmi olarak Dışişleri Bakanlığı tarafından 4 Şubat günü yayınlanan bilgi notunda “BM Güvenlik Konseyi’nin asli sorumluluğu olan uluslararası barış ve güvenliği korumak görevini, bahsekonu vetolar nedeniyle yerine getiremeyecek olmasını esefle karşılıyoruz” denilerek “BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin sahip oldukları veto yetkisi beraberinde ciddi birer sorumluluk da getirmektedir” ifadeleri kullanılmıştı.3 8 Şubattaki açıklamalarında ise Dışişleri Bakanı Davutoğlu açık bir şekilde, Rusya ve Çin’in vetosunun, anlaşılmaz bir tutum, Soğuk Savaş’ın bir yansıması olduğunu belirterek, zulmün devamına ve bölgenin istikrarsızlığa sürüklenmesine izin vermeyeceklerini ve Rusya ile Çin’in veto hakkının sorgulanmasını da beraberinde getirecek şekilde BM’nin yapısının değiştirilmesi gündeme taşımıştır. Dolayısıyla Suriye konusunda Türkiye’nin Rusya ile de ciddi bir sorun yaşamaya hazır olduğunu göstermiştir. Nitekim, BM’deki oylamanın hemen ardından Şam’da Beşşar Esad’la Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov arasında görüşmelerin yapıldığı saatler de Başbakan Erdoğan Suriye konusunda yeni bir inisiyatif başlatacaklarını açıklayarak, Rusya’nın girişimlerini dikkate almadıklarını göstermiş olmaktaydı. Rusya’nın Şam ziyaretini gölgeleyen açıklamaların ardından Başbakan Erdoğan 8 Şubatta da Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev bir telefon görüşmesi gerçekleştirerek Türkiye’nin tepkisini ve beklentilerini bir kez daha ortaya koymuştur. Buna karşın Rusya ise Şam’a verdiği desteği sürdürme kararlılığında olduğunu Başbakan Erdoğan’a da iletmiştir.4
Şubat ayı içinde Suriye merkezli gelişmeler Türkiye’nin Esad rejimini değiştirmek için daha yoğun bir girişim içerisinde olacağını göstermektedir. Ancak Türkiye’nin izlediği politikaların henüz Suriye konusunda istenen sonucu vermediği görülmektedir. Bu noktada temel çıkmazları irdelemek ve alternatif öneriler üzerinde durmakta yarar vardır.
Birincil olarak Suriye’deki halk hareketinin tüm Suriye halkı tarafından desteklenmediği düşünülmektedir. Suriye’deki iktidar mücadelesi Suriye halkının kendi içinde etnik, dinsel ve mezhepsel olarak ayrışmasına yol açmıştır. Bu kapsamda Türkiye, krizin başından itibaren Suriye halkı ile rejimi arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, halkının yanında olacağını açıklamıştır. Ancak, bugün itibariyle bakıldığında rejimin farklı nedenlerle belli bir toplumsal desteğe sahip olduğu görülmektedir. Ülkenin yaklaşık yarısını oluşturan azınlık grupların rejimle ilişkilerini kopardığını ileri sürmek oldukça güçtür. Örneğin, henüz Dürzi, Hıristiyan ve Alevi bölgelerinde ve yerleşim birimlerinde rejim karşıtı güçlü bir protesto olayı gerçekleşmiş değildir. Söz konusu 3 grubun toplam nüfusu oranı yaklaşık %30 civarındadır. Aynı şekilde nüfusun yaklaşık %12’sini oluşturan Kürtlerin de rejim karşıtı isyan hareketine yoğun bir destek verdikleri ileri sürülemez. Bunların yanı sıra Baas rejimiyle ekonomik, ideolojik veya siyasi açılardan işbirliği içinde yer alan Sünni Arapların da durumu diğerlerinden farklı değildir. Bundan dolayı rejimin kurumları içinde dikkate alınabilecek bir çözülme yaşanmıyor. Oysa Libya’da isyanın ilk günlerinde onlarca askeri komutan, diplomat veya diğer bürokratlar saf değiştirmişti. Suriye’de isyanın üzerinden yaklaşık 11 ay geçmesine rağmen bir çözülme yaşanmıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin birincil önceliği Esad rejimiyle işbirliği yapmak zorunda kalan Suriye halkının güvenini ve desteğini kazanmaktır. Halı hazırda Türkiye’nin Suriye politikası konusunda söz konusu kesimlerde olumsuz bir algının ve korkunun oluştuğunu görmek gerekir. Salt muhaliflerle kurulan ilişki tüm Suriye halkını kapsamadığı düşünülmektedir. Ayrıca, Suriyeli muhaliflerin de artık silahlı bir direnişe yöneldiğini ve bunun da toplumsal ayrıştırmayı derinleştireceğini görmek gerekir. Humus ve diğer illerde yaşanan çatışmalar, Sünni Arapların gerilla savaşından şehir merkezlerini de kapsayan topyekün bir savaşa yöneldiklerini göstermektedir. Suriyeli muhalifleri askeri direnişten vazgeçirmek mümkün olmayacağı gibi, rejimin Suriye’deki isyanı bitirebilmesi için 50 ile 100 bin arası muhalifi öldürmeyi göze alması gerekir. Tüm bu senaryolar Suriye toplumunda yaşanan ayrışmanın derinleşeceğine işaret etmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin birincil derecede başlatması gereken girişim tüm Suriye halkının güvenini kazanmak olmalıdır. Bunun içinde söz konusu kesimlere yönelik net, anlaşılabilir ve uygulanabilir politikaların açıklanması ve bağlantıların kurulması gerekmektedir.
Daha açık bir deyişle Esad sonrası döneme ilişkin, Suriyeli Dürzilerin, Alevilerin, Hıristiyanların, Kürtlerin ve diğer azınlıkların haklarının korunacağına dair garantilerin verilmesi öncelikli politikalar arasında yer almalıdır. Suriyeli azınlık grupları ne Suudi Arabistan’ın ne de ABD’nin vereceği garantilere güvenmesini beklememek gerekir. Türkiye çok açık bir şekilde ve ilkesel olarak tüm Suriye halkıyla ilişki kuracak kanalları açması gerekmektedir. Bu noktada cevaplanması gerekilen bazı soruların başında örneğin, Suriyeli Dürzilerin kendi bölgelerinde otonom bir yapı oluşturma talepleri karşısında Türkiye’nin tavrı ne olacak. Aynı şekilde Aleviler ve Kürtlerin de bu yöndeki girişimleri karşısında Türkiye’nin nasıl bir politikaya sahip olduğunun şimdiden Suriye halkı tarafından net ve açık bir şekilde bilinmesi gerekilir diye düşünmekteyiz.
İkinci bir konu ise Suriye’deki rejimin hem ülke içinde hem bölge de hem de küresel düzeyde belli bir destek fay hattına sahip olduğunu görmek gerekir. Ülke içindeki azınlık grupları, bölgedeki Şii yönetimler ile toplumlar ve küresel düzeyde de Rusya’nın Suriye’deki siyasal yapının sürmesinden yana bir dış politika benimsediği görülmektedir. Daha açık bir deyişle ülke iç grupların dışında bölgedeki Hizbullah ve Hizbullah destekli Lübnan yönetimi, Iraklı Şii gruplar ve onların desteklediği Maliki yönetimi ve İran açık bir şekilde Suriye’deki siyasal yapının sürmesi için ittifak halinde hareket etmektedirler. İttifakın liderliğini ise Tahran’ın yaptığını görmek gerekir. Küresel düzeyde de Rusya Federasyonu’nun Şam’ın yanında yer aldığı bilinmektedir. Rusya faktöründen dolayı BM’de Suriye konusunda beklenen bir kararın çıkması oldukça güçtür. Tüm bu ilişkiler ağı dikkate alındığında Türkiye’nin Esad’ı devirmeye yönelik ne kadar ileri gidebileceğinin her platformda açık bir şekilde tartışılmasında yarar olduğu düşünülmektedir.
Türkiye’nin Suriye çıkmazından çıkabilmesi için hem Suriye içi hem de Suriye dışı aktörlerle yeni bir inisiyatif başlatması gerekmektedir. Bir yandan doğru bir strateji olarak Tahran, Riyad, Doha, Kahire, Paris, Washington, Moskova ve Pekin’in gibi aktörlerin desteği sağlanmaya çalışılırken, diğer yandan da ve belki de daha da önemlisi Halep, Lazkiye, Suveyda, Kamışlı, Afrin ve Wadi al-Nasara’nın desteğini arkasına alması gerekmektedir. Tüm bölgesel ve küresel girişimlere rağmen Suriye’deki açmazın anahtarının Suriye’nin içinde olduğunu belirtmek gerekir. Bundan dolayı tüm Suriyelilerin en azından Türkiye’nin Esad sonrasına dönük planları açık bir şekilde bilmesi gerekmektedir.
Doç. Dr. Veysel AYHAN
ORSAM Ortadoğu Danışmanı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: ORSAM
Dipnotlar
[1] http://www.ntvmsnbc.com/id/25320558
[2] http://www.hurriyet.com.tr/planet/19876696.asp
[3]http://www.mfa.gov.tr/no_-38_-4-subat-2012_-bm-guvenlik-konseyi_nin-suriye-konusunda-bir-kez-daha-karara-ulasamamasi-hk_.tr.mfa