Türkiye’nin Orta Asya Politikası Eksiklikler ve Öneriler

Giriş

Orta Asya, içinde Türk topluluklarını barındıran ve Türkiye ile tarihi kültürel bağları olan bir bölgedir. Ayrıca bölgenin zengin doğal kaynaklara sahip olması ve stratejik konumu bölge aktörlerinin dolayısıyla Türkiye’nin gözünün sürekli burada olmasına sebep olmaktadır. Orta Asya 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile, Türkiye için ekonomik, kültürel ve siyasi alanda fırsatlar sunan bir bölge olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca bölgenin Türk topluluklarını barındırması, Türkiye’nin uluslar arası alanda yalnız kalmaması, destek veren ülkelere sahip olması açısından da önemlidir. Bu çalışmada Orta Asya Cumhuriyetleri ile ilgili bir değerlendirme yapıldıktan sonra Türkiye’nin bölgeye yönelik politikaları ortaya konulacak ve varsa eksikliklerinin nasıl telafi edileceği konusunda önerilere yer verilecektir.

1. Orta Asya’nın Konumu ve Stratejik Analizi (Jeopolitik, Jeokültür, Jeoekonomi)

Coğrafi anlamda Asya’nın kıtayı çevreleyen okyanus ve deniz havzalarından en uzak bölgesi için kullanılan Orta Asya tabiri, kuzey-güney istikametinde Sibirya’dan Hint altkıtasını steplerden ayıran Himalayalara kadar olan bölgeyi, doğu-batı istikametinde Ural-Hazar hattından Moğolistan ve Geleneksel Çin bölgesine kadar uzanan alanı kapsamaktadır. Bazı yazarlara göre aslında akademik dünyada genel kabul görmüş bir Orta Asya tanımı yoktur. Buna göre, Rusça’da ve Rusça’dan etkilenen dillerde özellikle Sovyet döneminde bölgenin daha kesin bir tanımı var olmuştur. Srednyaya Aziya (Middle Asia- Orta Asya) Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’dan bahsedilirken kullanılmıştır. Kazakistan ise tamamen ayrı bir bölge olarak nitelendirilmiştir. Tsentralnaya Aziya (Central Asia-Merkezi Asya) terimi ise daha doğudaki Moğolistan, Sinkiang (Sincan) ve Tibet bölgelerini tanımlamakta kullanılmıştır. Ocak 1993’te Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan devlet başkanları bir araya gelerek kendilerine toplu olarak Tsentralnaya Aziya denilmesini istemişlerdir. Bu uluslararası alanda da genellikle kabul görmüştür. Bu çalışmada kullanılan Orta Asya kavramı, Batılılar tarafından da Central Asia olarak ifade edilen, bu beş ülkeyi kapsamaktadır.

Dünyada okyanuslardan en uzak alanlardan birini oluşturması nedeniyle kara özellikleri belirgin olan bir bölgedir. Bu bölgenin oluşturduğu jeopolitik havza, Avrasya kara imparatorluklarının yayılma alanlarına merkezlik etmiştir. Cengiz ve Timur imparatorlukları bu jeopolitik özelliğin tarihi örnekleridir.

Jeopolitiğin kurucusu sayılan Profesör Friedrich Ratzel (1844-1904) ‘bu küçük gezende, sadece bir büyük devlet için gerekli yer mevcuttur’ diyerek yayılmacı ve sömürgecilik ruhunu ortaya koymuştur. Bu görüş öncelikle Almanya’da benimsenmiş, ve daha sonra bütün Avrupa ülkelerinde kabul görmüştür. Ratzel’in fikirleri, kendisinden sonra gelenleri de etkilemiş ve çeşitli jeopolitik görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlardan devletin konum alanını, en önemli güç unsuru olarak gören Karl Haushofer, 2. Dünya Savaşında Hitler’in politikasında etkili olmuştur. Yine Haushofer’ın çağdaşı Halford Mackinder (1861-1947) Kara Hakimiyet Teorisini ortaya atmıştır. Mackinder’ın görüşüne göre, ‘Doğu Avrupa ile Sibirya bölgesi, dünyanın Heartland’i (Kalp Sahası)’nı oluşturur, Orta Asya havzası Doğu Avrupa’ya kadar uzanan steplerle birlikte Heartland’in içindedir.

Şekil 1: Orta Asya Haritası

Kara jeopolitiğinin temel varsayımları arasına giren bu yaklaşım biçimi, Avrasya’ya dönük stratejik rekabetin seyri ile daha da belirmiştir. 19. yüzyılda Rusya ve İngiltere arasında süren Büyük Oyun rekabetinin ayrım hattının da, 20. yüzyılın ikinci yarısına egemen olan ABD-SSCB Soğuk Savaş rekabetinin ayrım hattının da temelde bu bölgenin güney kuşağı üzerinde oluşmuş olması bölgenin coğrafi özelliklerinden kaynaklanan jeopolitik önemini sürekli gündemde tutmuştur.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte veya mevcut dengenin çözülmesi ile birlikte, Orta Asya Jeopolitiğindeki en önemli değişim, bu bölgede bir jeopolitik boşluk alanı oluşmuş olmasıdır. Bu jeopolitik boşluk alanı, Avrasya politikasındaki bölgesel aktörler ile bölge içi aktörlere önemli bir manevra alanı açmıştır ve bölgede jeopolitik yeniden yapılanma söz konusudur. Dolayısıyla aktörlerin bu bölge üzerinde gelecekte sahip olacakları etki, bu jeopolitik yeniden yapılanma sürecinde oynayacakları role bağlı olacaktır.

Orta Asya siyasi ve kültürel olarak, dinamik bir süreç geçirmiştir. Hareketli Orta Asya kültürü, yerleşik Hint, İran ve Çin medeniyetleri ve daha sonra Rus etkisinde kalacak olan step kültürü ile doğrudan ve çok yönlü bir etkileşim içinde olagelmiştir. Orta Asya merkezli insan hareketliliklerinden kaynaklanan yoğun göçler kimi zaman bu yerleşik medeniyetleri harmanlayarak yeni sentezler oluşturmuş, kimi zaman da bu bölgelerden gelen etkiler Orta Asya’nın kültürel siyasi ve ekonomik yapısını değişime uğratmıştır. Selçukluların İran’da Gaznelilerin ve Babürlerin Hindistan’da, Moğollar ve Kubilay’ın Çin’de, Timur’un Moskova Prensliğinde ortaya çıkardıkları siyasi ve kültürel hakimiyet alanları Orta Asya merkezli etkileşimin ürünleri olmuştur. Ancak Orta Asya 19. yüzyıldan itibaren Rusların güneye, İngilizlerin Hindistan üzerinden kuzeye ilerleyişleri ile birlikte sömürgeciliğin kıskacı altına girmiştir. Rusya ve Çin’in komünist idarelerine geçmesi Orta Asya doğudan ve batıdan tam anlamıyla sömürgeleştirilmiş ve en kötü dönemlerini yaşamışlardır. Soğuk Savaş sonrası ise tekrar özgürlüklerine kavuşan bölge ülkeleri çelişkili ve karmaşık bir dönüşüm sürecine girmişlerdir. Türkiye bu dönüşüm sürecinde, bölge halkalarını ortak kader anlayışına yönelten tarihi ve jeokültürel temelini güçlendiren ve gözeten bir strateji izlemesi halinde bu bölgede etkili olabilecektir. Aksi takdirde jeokültürel derinliği sürekli vurgulamak, diğer aktörleri tedirgin edecek, bu derinliği göz ardı etmesi ise bölge halklarını ortak bir stratejik paydaya yöneltebilme kabiliyetinde zaafa uğratacaktır.

Orta Asya ülkeleri, kendilerini çevreleyen bölgelere göre son derece az bir nüfus yoğunluğuna sahip olmasına karşın, doğal kaynaklar açısından içinde bulundurduğu insan potansiyelini aşan bir kapasiteye sahiptir. Orta Asya doğalgaz ve petrol kaynakları dışında stratejik açıdan önemli olan başka kaynaklara da sahiptir.

Kazakistan, 2008 sonu itibariyle 39.8 milyar varil ham petrol rezervi ile Avrupa-Asya’da ikinci konumda bulunmaktadır. Ayrıca 1.82 trilyon metreküp doğalgaz rezervi yanında, kömür, bakır, çinko, talyum, cardamom, bizmut ve altın kaynaklarına sahiptir. Elektronik mühendisliğinde, roket yapımında ve nükleer güç istasyonlarında kullanılan talyum, bizmut ve cardamom stratejik mineraller açısından Kazakistan’ı önemli bir konuma getirmektedir.

2008 yılı sonu itibariyle 7.94 trilyon metreküp doğalgaz rezervi ile Asya ve Avrupa’da ikinci konumda bulunan Türkmenistan, 100 milyon ton civarında ham petrol rezervine sahiptir. Bunların yanında altın, kömür, platin, kalsiyum klorid, sülfür, potasyum, magnezyum vb. minerallere sahiptir.

Orta Asya’da göreceli olarak daha yoğun bir nüfusa sahip olan Özbekistan, bu zengin Jeoekonomik kuşağın önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Güney Afrika’dan sonra dünyanın önemli altın üreticileri arasında yer alan Özbekistan aynı zamanda doğalgaz ve petrol ihracatçısıdır. Gümüş üretiminde de ön sıralarda yer alan Özbekistan’da ayrıca kömür, bakır, çinko ve uranyum kaynaklarına sahiptir.

Diğer Orta Asya cumhuriyetleri olan Kırgızistan ve Tacikistan ise doğalgaz ve petrol bakımından fakir olmakla birlikte, altın, civa ve bakır madenlerine sahiptirler. Böylesi zengin doğal kaynaklara sahip olan Orta Asya’nın bu kaynaklarının uluslararası ekonomiye sevk edilmesi meselesi, stratejik kaynak aktarımı ve ticareti meselesini beraberinde getirmektedir. Bu problem aslında tarihi arka plana da sahiptir. Ekonomik tarihin en önemli ticaret yolu olan İpek Yolu klasik dönemlerde böyle bir aktarım hattını oluşturuyordu. O nedenle Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra tarihi İpek Yolunun tekrar canlandırılması tartışmalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

2. Orta Asya’da Yeni Cumhuriyetler ve Başlıca Sorunları

Orta Asya’daki Cumhuriyetlerin sorunlarına geçmeden önce kısaca Sovyet dönemindeki Ruslaştırma politikalarına değinmek yerinde bir yaklaşım olacaktır. Ruslarla Orta Asya Türkleri arasındaki ilişkiler yüzyıllar önce başlamıştır. Ruslar, işgal ettikleri yerlerdeki Orta Asya Türklerini bağımsızlık mücadelelerinde diri tutan ve güçlendiren dinamikleri tarih boyunca yok etmeye çalışmışlardır. Bu anlamda özellikle boy ve kabileler arası farklılıkları değerlendirerek Türklerin birlik olmalarını engellemişlerdir. Ayrıca Ruslaştırma adına, Rus dilinin öğretilmesine önem vermişler, Müslüman toplulukları Hristiyanlaştırma çabalarına girişmişlerdir. Yerli halkın elinden alınan verimli topraklara Rus göçmenlerin yerleştirilmesi ve ağır vergilere tabi tutulan bu insanların totaliter idare altında sıkı bir baskıya maruz tutulmaları da Rus kolonileştirme politikalarındandır.

Komünist yöneticiler, enternasyonalist ideoloji altında bir taraftan emperyalist politikalar gütmüşlerdir. Bölgede ekonomik, politik ve ideolojik hayatı direkt olarak Moskova’ya bağlayarak merkezileştirmişlerdir. Diğer taraftan, bu insanların hürriyetleri, geleneksel yaşam tarzları ve kültürleri üzerinde ciddi sınırlamalar getirmişler, milli ve dini törenleri, ibadetleri yasaklamışlardır. 1925’te Orta Asya Türkleri için hazırlanan Latin alfabesi, 1928’de Türkiye’nin de Latin alfabesine geçmesiyle fazla uygulanma şansı bulamamış ve Kiril alfabesi zorunlu hale getirilmiştir. Yine Sovyet döneminde, milliyet kavramı ortadan kaldırılarak yeni bir kimlik ‘Homo Sovietikus’ oluşturulması adı altında, Ruslarla Rus olmayanlar arasındaki evlilikler teşvik edilmiş ve çocuklar Rus kimliği içinde eritilmeye çalışılmış; asimilasyon amacıyla Orta Asya ve Kafkaslardan Rusya Federasyonu’na işçi göçü teşvik edilmiştir. Dolayısıyla 1991 yılında bağımsızlıklarını ilan eden Orta Asya Cumhuriyetleri, Sovyet döneminden kalma sorunlarla doğmuşlardır ve bu sorunlarla halen uğraşmaktadırlar.

Orta Asya Cumhuriyetlerinde öncelikle ulus bilinci sorunu vardır. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri kuruldukları tarihten itibaren, modern bir devlet kurma çabası içine girmişlerdir. Günümüzde modern devletlerin dayandığı üç öğe vardır. Bunlar ülke (toprak), ulus ve egemenliktir. Bu ülkeler belirli bir toprağa, bir halka dayanmaktadırlar. Ancak bu ülkelerin temel meselesi halklarının ulusal bilince erişip erişmediğidir. Orta Asya Cumhuriyetlerinin karşılaştıkları kimi sorunlar bu ülke halklarının ulusal bilince erişmesini zora sokmaktadır. Bu sorunların başında etnik gruplar gelmektedir. Bu cumhuriyetlerdeki sınırları belirlenmiş olan devletlerin hiç birisi ulus olarak doğmamıştır. Aslında esas sorun bu devletlerdeki etnik grupların ezici grup içinde eritilerek, onların etnisitelerinin absorbe edilmesi değildir. Esas sorun mesela bir Kırgız’ın Kırgız kimliğini kabul etmesi meselesidir. Bilindiği ulus ortak değerlere sahip olan halklara denmektedir. Yani ulusun temel özelliği ortak kültür, dil, inanış vs. değerlere sahip olarak bu bilince erişmesidir. Ancak bu cumhuriyetlerde bu bilincin yeterince oluşmadığı, halen ulus inşa sürecinde olduklarını söyleyebiliriz. Günümüzde azınlıkların öneminin artışı bu devletlerde ulus inşa sürecini zora sokmaktadır. Ayrıca bu devletlerde Türkiye Cumhuriyetindeki gibi ulusal kahramanlarının olmaması, mevcut yönetimlerinin bir ölçüde de olsa Komünist Parti yönetimindeki idareciler tarafından sağlanması ulusal bilinç oluşmasının önündeki engellerdir. Bununla birlikte bu devletlerin sanayileşme ve demokratikleşme süreçleri geliştiği ölçüde ulusal bilinci yerleştirmeleri sağlanabilecektir.

Orta Asya Cumhuriyetlerinde toprak ve etnik sorunlar da kuruluşlarından itibaren boy göstermiştir. Birkaç örnek vermek gerekirse, Kazakistan’da Rusların özellikle kuzey bölgelerinde yoğunlaşmaları ve bu bölgede çoğunluk oluşturmaları Rusya’nın gözünü bu bölgeye dikmesine neden olmuş, aynı durum Özbeklerin güneyde yoğunlaşmaları nedeniyle Özbekistan’la sorun olmasına neden olmuştur. Yine Kırgızistan’da Sovyetlerin milliyetler politikasının sonucu olarak Tacikistan’ın toprak talebi vardır. Etnik sorunlara örnek olarak, Kazakistanda %30 oranındaki Rus nüfusu, Kırgızistan’daki %15 Özbek varlığı verilebilir.

Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, geçmişte İslam dünyasının merkezlerini barındıran bir bölge olarak bağımsızlıklarından itibaren kendilerini İslam kimliği ile tanıtmışlardır. 12. yüzyıldan itibaren çeşitli sufi tarikatlarının da bölgede egemenliği olmuştur. Nakşibendi ve Kadiri tarikatları bunların başlıcalarıdır. Bu tarikatlar ümmet anlayışını ön plana çıkardıkları için ulusal kimliğin oluşumunu engellemektedir. Buna rağmen bölgede radikal İslamın var olduğunu söylemek zor olsa da 1991’den itibaren zayıf da olsa radikal oluşumlar ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni uzun süre bastırılmış olan din duygularının ön plana çıkmasıdır. İran gibi devletlerin bu eğilimleri siyasal bir çerçeveye oturtmasından korkulmaktadır. Ancak İran’ın Şii, bu bölgenin ise Sünni olması yani iki akımın dostane tavırlar sergilememeleri bu eğilimlerin radikal bir düzeleme çekilmesini zayıflatmaktadır. Bölgede durumun normalleşmesi, marjinal eğilimlerin kabul görmemesi, devlet yöneticilerinin dini gereksinimleri karşılama yönünde çaba sarf etmeleri, bölgedeki radikal İslam tehlikesini minimum seviyeye çekmektedir.

Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bir diğer sorunu demokrasinin zayıf olmasıdır. Aslında bu topraklarda yaşayan insanlar, demokrasiden önce ekonomi kaygısı içine düşmüşlerdir. Ancak bu düşünce de eleştirilebilir. Çünkü Batı’da ekonominin özgürlüklerle yani demokratikleşmeyle beraber geldiği bir gerçektir. Bu devletlerde yöneticiler / liderler çoğunluğu oluşturmak için yöntemler geliştirme konusunda zayıf kalmaktadırlar.

3. Türkiye’nin Orta Asya Politikası

1921 yılında Sovyetler ile imzalanan Dostluk ve Kardeşlik anlaşmasından sonra Türkiye, dış Türklere dönük politikaları geriye itmiştir. Bu anlaşma ile Türkiye Sovyetlerdeki Turancı akımları, Sovyetler de Türkiye’deki komünist akımları desteklememe sözü vermişlerdir. Bu yaklaşım soğuk savaşın sonuna kadar devam etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Gorbaçov yönetiminin son zamanlarına kadar Orta Asya halklarıyla dikkate değer bir ilişki içine girmemiştir. Ancak SSCB’nin Aralık 1991’de kendini feshetmesi ile beraber ortaya çıkan değişikliler Türkiye’nin de politikalarını yeniden gözden geçirmesine neden olmuş ve Türkiye Orta Asya’ya yönelik politikalar oluşturmaya başlamıştır.

Türkiye’nin Orta Asya’ya yönelik politikası genel olarak değerlendirildiğinde anlamlı bir bölümleme yapmak mümkündür. Buna göre Türkiye’nin politikaları dört temel dönem itibariyle incelenebilir. Bunlar 1989-1991, 1991-1993, 1993-1995 ve 1995 ve sonrasıdır.

1989-1991 Dönemi: Türkiye’nin bu dönemde Moskova merkezli bir politika izlediği açıktır. SSCB içinde meydana gelen milliyetçi ayaklanmalara ve bağımsızlık hareketlerine destek vermemiştir ve bu olayları dışardan izlemiştir. Türkiye bu dönemde SSCB ile ilişkilerine iki kutuplu sistem öngörüsü ile yaklaşmıştır. Yani soğuk savaş mantığı ile hareket etmiş ve 1921’den beri izlediği politikayı devam ettirmiştir. Bu dönemde Türkiye Orta Asya Cumhuriyetleri ile doğrudan ilişkilere girmemiş, ikili ilişkileri dolaylı olarak SSCB’deki glasnost[1] ve perestroyka[2] hareketleri ile gelişmiştir. Türkiye bu politikayı belirsizliğe karşı uygulamıştır. Egemenlik ilanları 1990’dan itibaren bu belirsizliği daha karmaşık hale getirmiştir. Yani bu dönemdeki gelişmeleri hiçbir devlet tam olarak anlayamamıştır. Egemenlik ilanlarının ardından yeni cumhuriyetlerin alt düzeyde ilişki kurmalarına Gorbaçov Rusya’sı tepki vermeyince bu ülkeler Türkiye’ye alt düzeyde yöneticiler göndermişlerdir. İlişkilerin alt yapısı araştırılmıştır. Turgut Özal bu ülkelere işadamları ile birlikte ziyaretlerde bulunmuştur. Bu gezi sırasında Kazakistan’la teknik, bilimsel, kültürel alanlarda ilişki zemini oluşturulmuş ve çeşitli anlaşmalar imzalanmıştır. Sonuç olarak Rus etkisizliği anlaşılmıştır. Yine bu dönemde Alma-Atı İstanbul hava ulaşımı konusunda anlaşılmıştır. Bu ziyaretler Rusya’nın Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri ilişkilerine tepkisini ölçme fırsatı vermiştir.

Ağustos 1991’de SSCB’de yaşanan darbe, SSCB’nin mevcut haliyle vaar olmayacağının açık bir kanıtı olmuş ve Türkiye ile OAC ile ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. Ziyaretler devlet başkanları düzeyine gelmiştir. Yine de Dışişleri Bakanlığı açıklamaları bu dönemde bekle gör mantığı izlediğini ve Moskova’yı tamamen dışlayan bir politika izlemediğini göstermektedir. Hatta Dışişleri Bakanlığı ilişkilerin Moskova merkezli olacağını söylemiştir. Bu açıklamalara rağmen, Türkiye kamuoyunda beklentiler artmış ve hükümet üzerinde baskı oluşmaya başlamıştır. Bu baskı etkisini göstermiş, Türkiye Türk Cumhuriyetlerini tanımış ayrıca bölge ülkeleri, Slavlar ve Türk Cumhuriyetlerine ayrı ayrı heyetler göndermiştir. Türk Cumhuriyetlerine gönderilen heyet yaptığı çalışma sonucunda Türkiye’nin bu ülkelerden, bu ülkelerin Türkiye’den beklentilerini ortaya koyan bir rapor hazırlamıştır. Buna göre Türk Cumhuriyetlerinin ticari ve eğitim alanında destek bekledikleri ve Türkiye tarafından tanınmak istedikleri ortaya konulmuştur. Raportör tanımanın gerçekleştirilmesini önermiş yalnız zamanlamanın önemine dikkat etmiştir. Türkiye bu rapora uygun hareket ederek Türk Cumhuriyetlerini hemen tanımamış, birkaç ay beklemiştir. Ancak bağımsızlık ilanlarından sonra Türkiye bu devletleri tanımaktan kaçınamayacağını anlamış, İran’ın kendinden önce hareket ederek bölgeyi etkisi altına alabileceğini de düşünerek öncelikle 9 Kasımda Azerbaycan’ı tanımıştır. Türkiye 16 Aralık’ta Ermenistan dahil tüm eski SSCB ülkelerini tanımıştır. Tanımalardan birkaç gün sonra Ermenistan hariç bu devletlerdeki konsolosluklarını büyükelçilik düzeyine yükseltmiştir. Bir süre sonra da Türk Cumhuriyetleri ile dostluk ve işbirliği anlaşmaları imzalamıştır.

1991-1993 Dönemi: Türkiye 1991’den sonra Türk Cumhuriyetlerine muazzam bir duygusallıkla yönelmiştir. Bu heyecan ve idealizmin nedenini dış dünyanın etkisinde aramak gerekir. Dış dünya bu dönemde Türkiye’nin bu ülkelere yönelik faaliyetlerini desteklemiş ve bir anlamda Türkiye’yi pohpohlamıştır. Bunun nedeni Batı’nın müttefik olarak gördüğü bir devletin o bölgede etkinlik sağlamasını istemesidir. Yani Türk Cumhuriyetlerinin Batı’ya entegre olmaları aşamasında Türkiye’den faydalanma istekleri bu duruma neden olmuştur. Türkiye’nin bu bölgeye yönelmesinin ardında yatan faktör ise temelde ekonomiktir. Türkiye, ekonomik alanda ticaret, istihdam vb. fırsatlar yakalayacağının bilincine vararak bu bölgeye yönelmiştir.

Türkiye bu dönemde bir takım eleştiriler de almıştır. Bu eleştirilerin en haklı ve odak oluşturan yönü Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerine ilişkin gerçekleştiremeyeceği ölçüde aşırı vaatlerde bulunmasıdır. Nitekim Türkiye’nin bu vaatleri yerine getiremeyeceği zaman bu bölgede etkisizleşeceği eleştirisi bir ölçüde gerçekleşmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin heyecanlı bir havaya girmesinin diğer nedeni bu ülkelerin tutumudur. Bu dönemde Türk Cumhuriyetleri Türkiye’yi ağabey olarak gördüklerini belirtmişlerdir. Bu havayı gösteren ortam Süleyman Demirel’in bölgeye yaptığı ziyarette ortaya çıkmıştır. Demirel 1992 yılında yaptığı ziyarette Türk Cumhuriyetlerine yönelik vaatlerde bulunmuş ancak sonra yan çizmiştir. (1 milyar dolar kredi, bu devletlerin rubleden vazgeçmesi, anayasa örnekleri). Bunların yanında bir takım rasyonel konular da görüşülmüştür. Haberleşme, eğitim, ulaşım konuları bu türdendir. Bu sayede bu alanlarda ilişkiler gelişmiş, Türk Cumhuriyetlerinde kültür merkezleri ve okullar açılmış, özel sektör ve Türkiye Diyanet Vakfı bünyesinde gerçekleştirilen bu alandaki faaliyetlere hükümet tarafından destek verilmiştir. Ayrıca bir proje oluşturularak, Türk Cumhuriyetlerinde, devlet mekanizmalarında görev alacak öğrencilerin yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Bu kapsamda bu ülkelerden günümüze kadar 18.000 civarında öğrenci gelmiştir. Ancak planlama hataları, bursların yetersizliği, öğrencilerin Türk toplumuna ayak uyduramamaları , Türk bilim anlayışına yabancı olmaları vb. nedenlerle pek başarılı olamamışlardır.

Bu dönemin başka bir özelliği Türkiye’nin askeri alanda Türk Cumhuriyetlerine yönelik açılımlarıdır. Savunma sanayi ve askeri eğitim bu açılımlara örnek olarak verilebilir. Türk subaylar bu devletlere giderek askerlerini eğitmişlerdir.

Bu dönemdeki bir başka önemli olay, 1992 Ekim ayında yapılan Türk Devletleri Zirvesidir. Bu zirve Demirel’in 1991’deki gezisinde karara bağlanmıştı ve Alpaslan Türkeş’in öncülüğünde bir Türk Devletleri Birliği’ne yönelik çabaların bir ürünü idi. Tacikistan devlet başkanı dışındaki devlet başkanları bu zirveye katılmış, ancak Özal’ın özel bir kalkınma ve yatırım bankası ve ekonomik birlik istekleri bu ülkeleri tedirgin etmiştir. Bu ülkeler etnik temele dayalı bir bütünleşme hareketini tepkiyle karşılamışlar ve reddetmişlerdir. Türk Devletleri Zirvelerinin yanında bu dönemde düzenli olarak Türk Kurultayları da toplanmaya başlamıştır. Bu dönemde Türkçü eğilimlerin teşvik edildiği ve desteklendiği görülmektedir. Demirel’in bu bölgeye yönelik ziyaretlerini Alpaslan Türkeş ile yapması bunun bir göstergesidir.

1993-1995 Dönemi: Bu dönem Orta Asya ile ilişkilerde hayal kırıklığını simgeler. Bu dönemle birlikte ilişkiler daha rasyonel bir temele oturmaya başlamıştır. 1991-1993 dönemindeki gelişmelerden sonra Türk Cumhuriyetlerinin hiç birisi Türk Kurultaylarının kendi ülkesinde yapılmasını istememiştir. Dolayısıyla 1993 Ekiminde Bakü’de yapılması planlan zirve yapılamamış ve Ekim 1994’te İstanbul zirvesine sarkmıştır. Artık Türk Cumhuriyetleri Türkiye’yi ağabey olarak görmek istememektedirler. Yine bu tarihlerde ortaya çıkan bir tartışma Türk modelinin bu devletlere örnek olmasıdır. Türk modelinin nitelikleri şunlardır: Demokratik, laik, batıcı, hukuka bağlı, kimlik inşa sürecinde son derece başarılı. Ama önemli olan Müslüman bir toplumda laisizmi geliştirmiş olmasıdır. Türkiye çoğulcu bir yapıya sahiptir ve radikal islama karşı da laisizmi hep başarıyla uygulamıştır. Bu özelliklerine rağmen Türk devlet modeli Türk Cumhuriyetlerine örnek olamamıştır. Çünkü bu devletler bu dönemde demokrasiyi geliştirmeyi değil, ekonomiyi geliştirmeyi amaçlamaktadırlar ve ara sıra söz ettikleri Türkiye modeli de 1930’ların devletçi otoriter modeli olmuştur. Bu devletler liberalizmi de istememektedirler zira ekonomilerini geliştirmek zorundadırlar. Dolayısıyla bu devletler için Türkiye modelinin uygun olmadığı zamanla ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak görülmüştür.

Aslında bir ülkeye model sunmak temelde yanlış olan bir uygulamadır. Çünkü her devletin kendine özgü nitelikleri vardır ve hiçbir devlet birbirine aynen benzememektedir. Her devletin tarihi, kültürü, sosyo politik yapısı farklıdır ve farklı gelişme çizgileri izlemiştir. Dolayısıyla model tartışması da uzun sürmemiş ve hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır.

1995 Sonrası Dönem: Nihayet 1995 yılında Türkiye bu beş yıllık dönemi yeniden değerlendirmiş ve Türk Cumhuriyetlerine yeni bir politik vizyonla yönelmiştir. Yeni politikada artık ağabeylik kardeşlik ilişkisi bir kenara bırakılmış ve ilişkiler karşılıklı çıkar çerçevesinde yeniden kurulmuştur. Bu sayede ilişkiler rasyonel ve uzun vadeli bir temele oturma imkanı bulmuştur. Ancak bugüne kadar olan gelişmeleri göz önüne aldığımızda yine de ilişkilerin istenilen düzeyde olmadığı görülmektedir.

1995 yılından sonra, Türkiye’nin koalisyon hükümetleri ile yönetilmesi ve gelen iktidarların da kendi ideolojik bakış açılarına uygun olarak dış politikayı şekillendirmeleri, Türkiye’yi Orta Asya coğrafyasında geri plana iterken, büyük devletlerin Orta Asya merkezli yeni politikalar üretmeleri, Türkiye’nin başlangıçtaki etkisini ortadan kaldırmıştır. 1997 yılında Avrupa Birliğinin Lüksemburg zirvesinde Türkiye’ye tam üyelik vizyonu vermemesi, Türk karar vericilerini Avrasya seçeneğine doğru yeniden itmiştir. Bu gruba göre Türkiye, ABD ve AB ekseninde Çin, Rusya, Avrasya eksenine kaymalıydı ve yeni politikalar üretmeliydi. 1999 yılında, Avrupa Birliğinin Türkiye’yi aday ülke olarak ilan etmesi üzerine Türk karar vericileri AB seçeneğine yeniden kayarken; Orta Asya coğrafyasını AB merkezli politikasını destekleyen bir alan olarak değerlendirmeye başlamıştır.

AKP iktidarında ise Türkiye önceliğini AB ile bütünleşmeye vermiştir. Yine de Orta Asya coğrafyası ile enerji ve ticaret konularında ilgilenmeye devam etmiştir. Seçim beyannamesi ve diğer konuşmalarında AKP’li yetkililer Türk Dünyası Birlikteliği gibi anlayışın yanlış olduğunu belirtirken, bu coğrafyadaki ülkeler ile ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirmeye çalışacaklarını belirtmişlerdir.

Bununla birlikte Başbakan Erdoğan, bölge ülkelerine yaptığı ziyaretlerde Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki dil, tarih, kültür ve din birlikteliğine vurgular yapmıştır. Siyasi birliktelik söz konusu edilmiyordu. Ancak 2007 yılında 11. Türk Kurultayına katılan Başbakan Erdoğan Türk Dünyası birlikteliğinden bahsetmeye başlamış ve çok taraflı kurumsallaşmaya dayalı ilişkilerin geliştirilmesine yönelik öneriler ortaya atmıştır. Özal dönemi anlayışına doğru kayan bu yaklaşımların, zamanla AKP iktidarının Orta Asya konusunda somut seçeneklerinin olmadığı görülünce siyasi söylem olarak kaldığı düşünülmektedir.

4. Orta Asya ile Ekonomik İlişkiler

Sovyetler Birliğ’nin dağılması ile siyasi bağımsızlığa kavuşan Orta Asya ülkelerinin ekonomik olarak bağımsızlığa kavuşmaları kolay olmamıştır. Bu ülkeler halen tam ekonomik bağımsızlık için mücadele vermektedirler.

Sovyetler döneminde Orta Asya Cumhuriyetleri’nin hammadde kaynağı olarak görüldüğü bir ekonomik düzen geliştirilmiştir. Bu ülkelerin ekonomik yapısı incelendiğinde, bölgenin ihtiyaçlarından ziyade, Sovyetlerin ihtiyaçlarına göre ve Rusya’ya bağımlı olacak şekilde yapılandırıldığı görülmektedir. Bölgenin Sovyetler Birliği’ne iyice bağlanması için tarımsal ürün tek tipleştirilmesine gidilmiş, bölge hammadde üreten ancak ürettiğini işleyemeyen bir ekonomik yapıya mahkum edilmiştir. Sanayi alanında da Birliğin batı bölgelerini kayıran bir politika izlenmiştir. Örneğin Birlikteki toplam makine üretiminin %90’ı Avrupa kesiminde gerçekleştirilirken ancak %4.1’i Orta Asya’da gerçekleştirilmiştir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise ağır aksak da olsa işleyen sistem dağılmış ve tüm taraflara ekonomik çöküntü getirmiştir. Bu koşullarda bağımsızlığını kazanan ülkelerin hepsi Bağımsız Devletler Topluluğu altında eski sistemin olumlu yönlerini işletmeye çalışmışlardır. Orta Asya Cumhuriyetlerinin ekonomik ilişkilerinde 2000’li yıllara kadar BDT ülkelerinin en önemlisi Rusya’nın ağırlığı hissedilmiştir. Günümüzde ise bu tablonun normalleşmeye başladığını, Orta Asya Cumhuriyetlerinin ABD, AB ülkeleri, Çin başta olmak üzere diğer ülkelerle önemli oranda ticari ilişkiler geliştirdiğini söyleyebiliriz.

Orta Asya Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, ekonomik bağımlılıklarını da kazanmak için, mevcut yer altı kaynaklarını, verimli tarım arazilerini ekonomik kalkınma yolunda kullanabilmek için ve devlet ağırlıklı ekonomik sistemlerini yeniden yapılandırmak için dışardan yardıma ve yatırımlara ihtiyaç duymuşlardır. Ayrıca ekonomik açıdan Rusya’ya olan bağımlılıklarını kırmak için diğer devletlerle ticari ilişkilerini geliştirmeleri de gerekmiştir. Türkiye’nin bu konularda bu ülkelerin duyduğu ihtiyacın ne kadarını karşıladığını ve bu ülkelerin sunduğu fırsatları nasıl değerlendirdiğini aşağıda inceleyeceğiz.

Türkiye ile Orta Asya Cumhuriyetleri arasında ticari ve ekonomik ilişkileri geliştirmek amacıyla ticaret ve ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalanmış, ayrıca ortaya çıkabilecek sorunların çözümü için karma ekonomik komisyonlar kurulmuştur. Yine bu amaçla yatırımların karşılıklı teşviki ve korunması, çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları yapılmıştır.

Orta Asya ile ekonomik ilişkilerde Tükiye’nin Orta Asya Cumhuriyetlerine yönelik Eximbank kredileri, bu ülkelere yönelik yatırımları ve bu ülkelerle yaptığı ticarete değinebiliriz. Türkiye 1991 yılıyla başlayan süreçte, bu bölgede nüfuz sahibi olmak amacıyla, bölgenin temel dış yardım ülkesi olmak istemiş ve devlet yöneticileri tarafından gerçekçi olmayan ekonomik yardım sözleri verilmiştir. Bu sözler kısa sürede 3 milyar dolar seviyelerine gelmiştir. Ancak Türkiye’nin ekonomik koşulları bu sözlerin tutulmasına imkan vermemiştir. Tablo 1’e bakıldığında bugüne kadar Orta Asya Cumhuriyetlerine verilen kredilerin toplam 791 milyon dolarda kaldığı görülmektedir.

Tablo 1: Türkiye’nin Orta Asya Ülkelerine Verdiği Eximbank Kredileri

Ülke Adı

Limit (milyon $)

Kullanılan

(milyon $)

31.12.2001

Kullanılan

(milyon $)

31.12.2008

Kazakistan

240

213.10

213,10

Kırgızistan

75

48.10

48,10

Özbekistan

397,20

347.10

369,10

Tacikistan

50

25.60

28

Türkmenistan

163,3

133

133

Toplam

925,50

766,90

791,30

Türkiye zaman içerisinde bu bölgeyle olan ticaretini de hızla artırmıştır. 2001 ve 2009 kriz yıllarında doğal olarak dış ticarette düşüşler görülmektedir. Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan ticaretin yeterince geliştirilememesinde bu ülkelerin bankacılık sistemlerinin yetersizliği, üretilen malların kalitesizliği, finansman temelinde karşılaşılan güçlükler ön plana çıkmıştır.

Tablo 2: Türkiye’nin Orta Asya Ülkelerine Yönelik İthalatı (milyon dolar)

Ülke Adı1990199520002001200520082009
Kazakistan087346905592.3321.077
Kırgızistan0626144831
Özbekistan0628636261581413
Tacikistan06171447148107
Türkmenistan01129872161389331
Toplam02735492181.0423.4981.959

Tablo 3: Türkiye’nin Orta Asya Ülkelerine Yönelik İhracatı (milyon dolar)

Ülke Adı1990199520002001200520082009
Kazakistan0151119120460891634
Kırgızistan038211790191140
Özbekistan01398390151337279
Tacikistan0641647176126
Türkmenistan056120105181663945
Toplam03903473489292.2582.124

Tablo 2 ve Tablo 3’te Türkiye’nin Orta Asya Cumhuriyetlerine yönelik ithalat ve ihracat rakamları gösterilmiştir. Tablolara bakıldığında 1995 yılında 660 milyon dolar olan ticaret hacminin 2008 yılında 5 milyar doları aştığı, 2009 yılı itibariyle de küresel krizin etkisiyle 4 milyar dolara gerilediği görülmektedir. Ticaret hacminin artışında Kazakistan’dan yapılan ithalat önemli bir faktör olmuştur. Türkiye’nin Kazakistan’dan başlıca ithalat kalemleri olan bakır ürünleri ve mineral yakıtlar (kömür ve petrol) alımının artması bu ülkelerle olan ticaret hacminde önemli bir genişleme sağlamıştır.

Yine tablolara bakıldığında Türkiye’nin Tacikistan ve Kırgızistan ile ticari ilişkileri kısıtlı seviyede kalmıştır. Tacikistan’ın yaşadığı iç savaş siyasi risk oluşturmakta, ayrıca coğrafi konumu nedeniyle ulaşımın güç ve masraflı olması ticari ilişkilerin gelişmesine engel teşkil etmektedir. Kırgızistan’da ise idari uygulamaların yeterince şeffaf olmaması, bürokrasinin göreceli ağır işleyişi, vergi adedinin çokluğu ve vergi denetimlerinin birden fazla kuruluş tarafından ayrı ayrı yapılması bu ülkeyle olan ekonomik ilişkileri olumsuz etkilemektedir.

Tablo 4: Türkiye’nin Orta Asya Ülkeleri Ticaretindeki Yeri (% )

Ülke AdıİthalatSıralamaİhracatSıralama
Kazakistan2,6063,496
Kırgızistan6,60103,906
Özbekistan5,2065,804
Tacikistan5,4049,802
Türkmenistan8,005,00

Tablo 4, 2008 yılı itibariyle Türkiye’nin, Orta Asya Cumhuriyetlerinin ithalat ve ihracat rakamları içindeki payını ve sıralamasını göstermektedir. Bu tablo bize Türkiye’nin Orta Asya Cumhuriyetleri içindeki payını diğer ülkelere nazaran artıramadığını göstermektedir. Diğer ülkelere bakıldığında Kazakistan’ın ithlatı içinde Çin’in %11, Almanya’nın %8 payı olmasına rağmen Türkiye’nin payı %2,60 da kalmaktadır. Özbekistan’ın ithalatında ise %14 Çin ve aynı oranda Güney Kore’nin payı olmasına rağmen Türkiye’nin payı %6 civarındadır. Diğer ülkelerde de durum bunlara benzer özellikler taşımaktadır.

Türk sermayesinin 2000’e kadar yaklaşık 2 milyar dolar, 2000 itibariyle 5.5 milyar dolar olan bölgeye yatırımı bugün itibariyle 3.7 milyar dolar doğrudan, 15.5 milyar dolar müteahhitlik olmak üzere 19 milyar dolar seviyesine çıkmıştır. Bölgeye olan yatırımlar hakkında kısaca bilgiler vermek gerekirse, yatırımların gıda üretimi, pazarlama, inşaat, otel işletmeciliği, finans, petrol üretimi, iletişim gibi alanlarında faaliyet gösterdikleri görülmektedir. Orta Asya Cumhuriyetlerine yönelik yatırımlara bakıldığında da yine Türkiye sıralamada ABD, Rusya, Kanada, Almanya gibi ülkelerden sonra gelmektedir.

5. Değerlendirme ve Öneriler

Türkiye’nin Orta Asya politikasını genel olarak değerlendirdiğimizde politikaların uzun dönemli ve tutarlı olmadığını söyleyebiliriz. Bu nedenle öncelikli olarak Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkilerinin felsefesini oluşturması gerekmektedir. Bu anlamda plansız, programsız ülke ziyaretlerinin ilişkileri pek geliştiremediğini söylemek mümkündür. Şu anda Orta Asya devletleri, Türk yöneticilerin Türkiye hakkındaki değerlendirmelerinin aksine, Türkiye’yi fazlaca öneme alınması gereken bir aktör olarak görmemektedirler. Hatta Kazakistan ve Özbekistan kendilerini Orta Asya bölgesel liderleri olarak görmektedirler ve bu anlayışa uygun olarak bölge yapısını şekillendirecek politikalar izlemektedirler. Çin, Rusya, AB ve ABD ile ilişkilerini çeşitli düzeylerde devam ettirmek istemektedirler. Bu nedenle Türkiye, bölgedeki konumunu ve politika seçeneklerini masa başı anlayışla değil, bölge gerçeklerini yerinde tespit eden bir anlayışla yeniden belirlemelidir.

İkinci olarak Türkiye’nin bölgeye yönelik yatırımları sınırlı Eximbank kredilerine dayanmaktadır ve yetersizdir. Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri bu bölgeye yönelik yatırımların takipçisi ve destekçisi olarak bölgenin kalkınmasına katkıda bulunabileceği gibi Türkiye için de faydalar sağlayabilecektir.

Üçüncü olarak Türkiye’nin, eğitim alanında bölge öğrencilere açtığı burslar 2000 yılından itibaren durma noktasına gelmiştir. Türkiye’nin bu politikasını da gözden geçirerek Orta Asya’da Türkiye’nin tanıtımına bu sayede katkı sağlaması mümkündür. Türkiye’de eğitim alacak ve Türkiye’yi yakından tanıyacak insanların Türkiye’ye katkı yapacakları göz ardı edilemez.

Türkiye Orta Asya’ya yönelik rasyonel politika izlediği dönemlerde Türk Birliği düşüncesine aykırı politikalar izlemiştir. Ancak Türk Birliği oluşturma düşüncesinde olmamak, bölge ülkeleri ile işbirliği geliştirmeye engel değildir. Bu nedenle Türkiye’nin bu cumhuriyetlerle bir Birlik oluşturmadan ekonomik, askeri, ticari işbirliği geliştirmesi ve bunun yollarını araması mümkündür ve gerekmektedir.

Orta Asya Cumhuriyetleri Türkiye için ne kadar önemli ise, Türkiye de bu ülkeler için o kadar önemlidir. Olaya petrol, doğalgaz veya birkaç milyar dolarlık ihracat olanağı olarak bakmamak gerekmektedir. Bölgeye Rusya, İran ve Çin’in ilgisi de göz önüne alındığında, Türkiye Orta Asya Cumhuriyetleri ile siyasi, askeri, kültürel ve ekonomik ilişkilerini geliştirerek ekonomik yararlar dışında, Rusya, Çin ve İran karşısında stratejik üstünlüğe sahip olacaktır.

Ramazan ÖZDAMAR

ÇANAKKALE ONSEKİZ MART ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI


[1] Gorbaçov tarafından ileri sürülmüştür. Devlet hayatında açıklık ve alenilik anlamına gelmektedir.

[2] Yeniden yapılanma anlamına gelmektedir.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...