Orta Asya içinde Türk topluluklarının bulunduğu, kuzey-güney istikametinde Sibirya’dan Hint alt kıtasını ayıran Himalayalar’a kadar olan bölgeyi, doğu-batı istikametinde de Ural Hazar hattından Moğolistan ve geleneksel Çin Bölgesine kadar olan alanı ifade etmektedir. Bölgenin zengin enerji kaynaklarına ve madenlerine sahip olması, önemli geçiş güzergahlarını barındırması bölgeyi ülkeler nezdinde cazip hale getirmekte, bölge ile ilgili politikalar üretilmesine neden olmaktadır. Bu çalışma ise Türkiye’nin Orta Asya politikasının gelişim sürecini görmemize ve varılması gereken noktayı tespit etmede yardımcı olacaktır.
Türkiye’nin Soğuk Savaş Dönemi sonrasında hızlı başlayan ve sistematikten uzak olan Orta Asya politikası son zamanlarda tekrar gözden geçirilmelidir. Zira Soğuk Savaş süresince Doğu Bloğu içerisinde yer alan Orta Asya, çift kutuplu sistemin çözülmesiyle oluşan güç boşluğundan istifade edilerek küresel, kıtasal ve bölgesel güçlerin üzerinde politikalar geliştirdiği alan olmuştur. Özellikle Soğuk Savaş Dönemi boyunca bölge üzerinde etkiye sahip olan Rusya’nın etkinliğini kırmak ve bu bölgede yeni güç alanı oluşturmak isteyen başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya gibi AB ülkeleri stratejilerini değişen şartlara göre hızla revize etmişlerdir. Ancak Türkiye bu dönemde Soğuk Savaş şartlarına göre düzenlenmiş dış politikasını değiştirememiş, halen çift kutuplu dünya sisteminin öngördüğü şartları yaşatmaya çalışmıştır. Rusça’nın bilinmesinin bile karşı bloğa duyulan sempatiyi gösterdiği düşünülen bir dönemden çıkılması nedeniyle Orta Asya’yla olan ilişkilerde eğitimli insan unsurunun olmaması ve beraberinde getirdiği Orta Asya tecrübesizliği Türkiye’yi acemi bırakmıştır. Kısaca Sovyetlerin çöküşünü ifade eden 1991 dönemi Türkiye için hazırlıksız yakalanma dönemi olmuştur. Bu noktada ise Türkiye artık Orta Asya politikasını belirlemeye yönelik çalışmalara girmelidir. Orta Asya’nın uluslararası sistemdeki konumu, bölgedeki güç unsurlarının varlığı, mevcut konjonktürel yapıda yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin dış politikasında Orta Asya’nın alacağı rol belirlenmelidir. Bu noktada Türkiye’nin Orya Asya politikalarını 1989-1991, 1991-1993, 1993-1995 ve 1995 sonrası dönem olarak ayırarak incelemek yerinde olacaktır.
1989-1991 dönemi: 1921 yılında Sovyetler ile imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması’yla Sovyetler’in Türkiye’de komünist oluşumları desteklememesine karşılık Türkiye’nin de Sovyetler bünyesindeki Turancı akımları desteklemeyeceği karara bağlandı. Bu anlaşma Soğuk Savaş sona erene kadar devam etmiş, sonrasında da Türkiye devamlılığı olan bir politika geliştirememiştir. Zaten çift kutuplu dünyada süper güç olan ABD ve Sovyetler sadece kendi hegemonyalarındaki alanlara hükmedebiliyor, karşı bloğun alanına dahil olucu etkili girişimlerde bulunamıyorlardı. Bu süreçte Türkiye’nin Batı Bloğunda yer alması karşı blokta yer alan Orta Asya için bir strateji ve politika geliştirme ihtiyacı hissetmemesine neden oldu. Sonuçta Orta Asya karşı bloktaydı ve Türkiye güç mücadelesinde kendi Batı bloğuna göre formüller bulmak durumundaydı.
Soğuk Savaş şartlarının ortadan kalkmasıyla beraber tek süper güç olan ABD, Heartland olarak anılan bu bölgeyle ilgili stratejisinde köklü değişikliklere gitti. Soğuk Savaş öncesinde Heartland’dan kenar kuşağa yönelebilecek tehditleri engellemeye yönelik bir Avrasya politikası yürütmekteyken, Soğuk Savaş sonrası bölgenin Batı bloğunda yer almasıyla tek güç olan ABD, bölgede kıtasal, bölgesel güç dengesi oluşturmaya yönelik stratejiler belirlemeye başladı. Ancak Türkiye değişen bu konjonktürel yapıya ayak uyduramadı, Orta Asya’da oluşan Türk Cumhuriyetleri konusunda hazırlıksız yakalandı.
SSCB’de 19 Ağustos 1991 darbe girişiminden sonra, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, cumhuriyet ve bölgelere “alabildiğiniz kadar özgürlük havası alın” derken kuvvetle muhtemel ülkenin param parça olabileceğini tahmin etmemiştir.[i] Bu irade serbestini kullanan ülkeler de bir süre bunun gerçekliğinden şüphe edecek şekilde davranmışlar, özellikle Orta Asya ülkeleri bağımsızlıklarını hemen ilan edememişlerdir. Hal böyleyken Türkiye’nin de 1989-1991 dönemi boyunca Moskova merkezli bir politika izlediği açıktır. Anlaşma gereği bu dönemde Sovyetler içerisinde çıkan Türk ayaklanmaları desteklenmemiş, daha çok dışarıdan bakılmıştır. Orta Asya’nın geneli yerine devletlerle ikili ilişkilere girilmiş, Rusya’nın tepkisi ölçülerek ilerlemeler katedilmeye çalışılmıştır. İlk başlarda yeni kurulan cumhuriyetlerle alt düzeyde ilişkiye Gorbaçov Rusya’sı tepki vermeyince karşılıklı olarak ilişkilerin alt yapısı araştırılmıştır.1991’de SSCB’nin dağılması Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasında bir dönüm noktası oluşturmuştur. Ziyaretler devlet başkanları düzeyine gelmiştir. Yine de tam olarak Moskova’yı dışlayan bir tutumun sergilenemediği, bekle gör mantığının uygulandığı görülmektedir. Ancak Türk kamuoyunda beklentiler artmış, etkisini de Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerini tanıması olarak göstermiştir. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarnayev Eylül 1991’de Türkiye’yi ziyaret etmiş ve o zamana kadar gündeme gelmeyen görüşmeler yapmıştır. 21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağı konuşulmuştur. Hemen akabinde Türkiye Azerbaycan’ın 30 Ağustos 1991’de, Özbekistan ve Kırgızistan’ın 31 Ağustos 1991’de bağımsızlık ilan etmeleriyle, kendi içinde zor durumda kalmıştır. Türkiye henüz SSCB’nin dağılışı resmen ilan edilmeden, hatta bağımsızlığın tanınması için de ilgili ülkelerden talep gelmeden, SSCB’den ayrılacak devletleri tanımış ve kendileriyle diplomatik ilişki kurmaya hazır olduğunu ilan etmiştir. Türkiye böylelikle, tüm Orta Asya ve Kafkas cumhuriyetlerini tanıyan ilk ülke olmuştur. Orta Asya’nın hiç gündemde yokken aniden gündemin merkezine gelmesi rasyonel davranmayı engellemiş, hissiyata dayalı bir ilişki oluşturulmasına neden olmuştur.
1991-1993 Dönemi: 16–19Aralık 1991’de Ankara’yı ziyaret eden Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov ve 22–26 Aralıkta gelen Kırgızistan Cumhurbaşkanı Askar Akayev Türkiye’den bekledikleri desteği açıkça ilan etmişler, Türkiye’yi karşı konulması zor bir konuma sokmuşlardır. Kerimov Türkiye’den örnek alınacak “ağabey” olarak bahsederken, acil olarak ekonomik, siyasi ve kültürel yardım talep etmekte, Akayev ise Türkiye’yi “sabah yıldızı” na benzetmektedir. Dönem şartlarına baktığımızda 1991’de bu devletlerin bağımsızlıklarının desteklenmesi ve dünyada tanınmalarının sağlanması konusunda Türkiye’nin desteğine şiddetle ihtiyaç duydukları; Orta Asyalı liderlerin de belli ölçüde uzun zamandandır unutulmuş “Türklük hissinden en azından bu ilk dönemde etkilendikleri ve bunu da Türkiye’ye yansıttıkları söylenebilir.
28 Şubat- 6 Mart 1992’de Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin tüm Türk cumhuriyetlerini, ardından iki ay sonra Başbakan Süleyman Demirel Orta Asya ülkelerini ziyaret etmiştir. Türkiye hızla Moskova merkezli politikasını terk ederken; Orta Asya ülkeleri ile 1993 yılına kadar 140’dan fazla ikili anlaşma imzalanmıştır. Bağımsızlıklarının birinci yılında 1200’den fazla delegasyon bu bahsi geçen devletleri ziyaret etmiştir. Bütün bunlara rağmen ön hazırlığı yapılmadan öne atılan anlaşmalar gerçekleşemeyecek olan beklentilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Türkiye’nin Orta Asya ile ilişkisinde analiz edici özellik gösteren kurumun olmaması ve aynı şekilde kurumlar arasında koordinasyon eksikliğinin var olması kurulan iletişimin cılız kalmasına neden olmuştur. Bölgeyle ilgili teorik çalışma yapan kurumların bulunmaması rasyonel analizlerin oluşması için gerekli atmosferin yakalanmasını engellemiştir. Kökeninde bu hazırlıksızlığın nedenini ise Türk diplomasinin tarihten bugüne genel hatlarıyla Balkan/Ortadoğu savunmasına yönelik ve Avrupa parametrelerini kollayan politikalar geliştirmesi yatmaktadır.[ii] Bu durum Asya merkezli tecrübe birikiminin olmasını engellemiştir.
1991-1993 döneminde Adriyatik’ten Çin Seddi’ne “Türkçe konuşan halklar” söylemi giderek artmaya başlamış, Türkiye bu moral şartlar altında, İsmail Gaspirali’ nin “Dilde, fikirde, işte birlik” sloganını gündeme getirerek, işbirliği için alanlar arayışına girmiştir. Bu ülkelerin Türkiye, İran ve Pakistan tarafından kurulan Ekonomik işbirliği Teşkilatına üye olmalarını sağlamıştır. Ancak; Türkiye, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Azerbaycan devlet başkanlarının katılımıyla 1992 yılında yapılan ilk Devlet Başkanları zirvesi tam bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Dönemin Başbakanı Turgut Özal; açılış konuşmasında 21. yüzyılın Türklerin çağı olacağını vurgulamış, bunun için ortak Türkî pazarın ve Türkî Geliştirme ve Yatırım Bankasının kurulmasını istemiştir. Ancak Özbekistan Devlet Başkanı Kerimov’ un uluslar üstü bir enstitünün kurulmasını reddetmesi, Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’ in ülkesindeki hassas etnik yapı yüzünden, etnik ve din temelli herhangi bir şeyi imzalamak istememesi nedeniyle; zirve, kültür, eğitim, dil, güvenlik, parlamenter ve adalet işleri ile ekonomi konularında işbirliği geliştirilmesi ihtiyacının açıklanması ile sonlanmıştır. Zirvede KKTC’nin desteklenmesi hususunda da Türkiye herhangi bir basarı elde edememiştir. KKTC konusunda atılacak herhangi bir adımın kendilerine karşı kullanılabileceği düşüncesi ülkeleri bu konudan uzak durmaya zorlamıştır. Aynı şekilde Krabağ konusunda da destek alınamamıştır. Zirvedeki sonuçların temel nedeni Türk politikacıların yanlış hesaplarıdır. Kısa bir uykudan sonra Rusya Orta Asya’ya yeniden odaklanmıştır. Orta Asya ülkeleri bölgelerindeki karışıklıklar nedeniyle, hala Rusya’nın güvenliğine (en azından tehditlerine değil) ihtiyaç duymaktadırlar, ekonomileri için Ruble bölgesinde kalarak Rusya’nın Pan-Türkizm korkusunu tahrik etmek istememektedirler, Türkiye’nin sınırlı olanaklarına bağımlı kalmak istemezken diğer ülkelerden ek finansal ve politik destek almak istemektedirler. O dönemin şartlarında anlaşılır olan bu durum doğal olarak yıllara bağlı olarak değişmiştir. Bağımsızlık güçlenir doğal bir süreç kazanılınca politik yaklaşımlarda değişime uğramıştır. Zirvenin başarısız olmasının en büyük sebebi, gündeminin son derece büyük başlıklar içermesidir. Onlarca yılda atılması gereken adımların bir anda atılmak istenmesi deyim yerindeyse taze cumhuriyetleri risk almaktan uzak tutmuştur.
SSCB sonrasında birden bire ortaya çıkan Türk devletleri Türkiye’yi şaşkınlığa itse bile, aslında Atatürk buna hazırlıklı olunmasını aşağıdaki sekliyle söylemiştir:
Bugün, Sovyetler Birliği bizim dostumuzdur, komsumuzdur ve müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız var. Faka gelecekte ne olacağını kimse bilemez. Osmanlı İmparatorluğu gibi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi o da dağılıp çökebilir. Ellerinde tuttukları toplumlar onlardan ayrılabilir. Yeni bir dünya düzeni kurulabilir. Türkiye o zaman ne yapacağını bilmelidir. Dostumuzun himayesi altında, aynı orijine sahip olduğumuz, aynı dili ve dini paylaştığımız kardeşlerimiz bulunmaktadır. Onları korumaya hazırlıklı olmalıyız. Hazır olmak öylece oturup o günü beklemek değildir.Hazırlık yapmalıyız. Uluslar nasıl hazırlık yaparlar? Bağlarını sıkı tutarak… Dil bir Köprüdür.. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Geriye dönüp köklerimize bakarak olayların böldüğü tarihsel birliğimizi yeniden yaratmalıyız. Onların daha yakına gelmesini bekleyemeyiz. Bizlerin, ‘Dışarıdaki Türklerin’ onlara daha yakınlaşması gerekir.[iii]
Ancak bu uyarının zamanında anlaşılamaması gecikmeye sebep olmuştur.
1993-1995 Dönemi: 1994 yılında düzenlenen ikinci zirve daha olumlu geçti. Ancak icraat noktasında yine pasif kalınmıştır.. Sonuç bildirisinde Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne saygı duyulması, “en ekonomik yoldan” ve ”en kısa zamanda” petrol ve doğalgaz boru hatlarının kurulması ile kültür, eğitim ve dış ilişkiler bakanları arasında düzenli toplantılar yapılmasına karar verilmiştir. Burada dikkat edilecek en önemli husus olan petrol ve doğalgaz hatlarında Türkiye’nin adının geçmemesi ve muğlâk ifadeler kullanılmasıdır.
1995 sonrası dönem: 2000 yılına kadar toplanan 6 Türk Zirvesi benzer şekilde sonuçlanmıştır. Orta Asya devletleri ilişkilerin ekonomik ve kültürel boyutta devamında yana oldukları için zirvelerde bu ruha uygun olarak ele alınmak durumunda kalınmıştır. Aslında
Orta Asya devletleri kendi ulusal kimliklerini ve bağımsızlıklarını güçlendirmek isterken, tepki alacak veya yeni bağımlılık yaratacak bir siyasi yapılanmaya sıcak bakmıyorlar, dolayısıyla Türkiye’nin Türkî devletler topluluğuna “aşırı vurgu” yapmasına karsı çıkıyorlardı. Bu şartlar altında toplanan Bakü Zirvesine (2000) Özbekistan ve Türkmenistan devlet başkanları katılmamış, yerlerine meclis başkanları katılmıştır. Siyaseten Türkiye ile Orta Asya Cumhuriyetleri aynı zeminde buluşamamaktadır. Özellikle Özbekistan Devlet
Başkanı Kerimov’un İran’ın ve Tacikistan’ın bulunmadığı ortamlarda siyaset ve güvenlik konularının ele alınmasını istememesi, zirvelerdeki Türk ruhunu kabullenmediğini göstermekteydi.
Türkiye Orta Asya Cumhuriyetlerine ekonomik anlamda da örnek teşkil etmeye çalışmıştır. Özellikle Turgut Özal döneminde işadamlarıyla beraber gerçekleştirilen ziyaretlerde özel sektörün bölgede Türk yatırımlar gerçekleştirilmesi konusunda girişimler olmuştur. Ancak bu yatırımlar tecrübesizlik, acelecilik ve maceraperest yaklaşımlar neticesinde sınırlı ve başarısız olmuştur. Ayrıca Türkiye’nin o dönemde büyük bütçe açıklarının bulunması model piyasa ekonomisi olarak Türkiye ekonomisinin alınmasına engelleyici unsur olmuştur. İran’ın bölgede etkisinin korktukları kadar büyük olamayacağını anlayan Batı, bölgede Türkiye’nin desteğine olan ihtiyacını kaybetmiştir. Güç boşluğu oluşacağı varsayımının Rusya’nın bölgede etkisinin halen sürdürmeye devam edeceği açıklamasından sonra ortadan kalkması da Türkiye’nin Batı desteğini kaybetmesine neden olmuştur. Ayrıca Türk yetkililerinin sıklıkla pan-Türkizm ifadesini sıkça kullanmaları da Batı’nın Türk Modeline olan desteği azaltmıştır.[iv] Bir de bunlara içerde doğu sorunuyla karşı karşıya kalan Türkiye’nin durumuna Alevi memnuniyetsizliği de eklenmiştir.
Son olarak, Türki cumhuriyetlerin başkanları açık bir şekilde Türk modelini izleyebileceklerini söyleseler de, Türkiye’nin problemlerini fark ettikten sonra, ekonomik, politik, etnik ve dini konularda sadece modelin iyi yanlarını istediklerini belirtmişlerdir. Bu gelişmeler ışığında, Çin ve Malezya örneklerinin de yanında Türk Modeli’nin 1998’deki popülaritesi hiç olmadığı kadar zayıftır. Türk Modeli SSCB çöküşünün hemen sonrasında yani 1991-1993 döneminde popüler olmuş, fakat bölgenin gerçek durumunu zaman içinde ortaya çıktıktan sonra Batı politikalarını yeniden gözden geçirmiş ve Türk Modeli’ne verdiği desteği azaltmıştır. Ancak Türkiye Orta Asya Cumhuriyetleri ile ilişkilerini, yatırımlarını koordinasyon içinde yürütebilmek maksadıyla 24 Ocak 1992 tarihinde Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığını yani TİKA’yı kurmuştur. Ticari anlamda bir Avrasya Birliği yaratma ve haber acentelerinin, yazarlarının ve üniversite rektörlerinin oluşturduğu Türkî birliklere fon sağlama” ile faaliyetler arasında eş güdüm sağlamak ve bölgede yardım akışını düzenlemek amacıyla kurulmuştur.
Türkiye uydu yatırımları sırasında Orta Asya’yı da dikkate almış ve uydunun kaplama alanında bölge ülkelerinin olmasına özen göstermiştir. Bu kapsamda televizyon yayınlarını bölgeye ulaştırmak için TURKSAT II’ yi devreye almıştır. Türk Hava Yolları o dönemdeki kısıtlı imkânları ile bölge ülkelerine ve Azerbaycan’a uçak seferlerini başlatmış, böylelikle Moskova aktarmalı seyahatlere alternatif getirilmiş, Türkiye ile olan ulaşım imkânı artırılmıştır.
Türkiye üniversitelerinin her kademesinde Türkçe Konuşan Cumhuriyetlere kontenjanlar ayırmış ve 1992–1993 yıllarında ilgili ülkelerle yapılan anlaşmalar kapsamında “Büyük Öğrenci Projesi” başlatılmıştır. Bu proje kapsamında başlangıçta 10 bin örgencinin (7 bini üniversitede, 3 bini ortaöğretimde) Türkiye’ye getirilmesi hedeflenmiştir. Aynı çalışmalar kapsamında Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi ve Kırgızistan’da Manas Üniversiteleri ortak olarak kurulmuştur. Harp Okullarında subaylarını yetiştirmiş, basta bankacılık olmak üzere mesleki eğitimlerine katkıda bulunmuştur. Günümüzde bahse konu proje kapsamında Türk Cumhuriyetlerinde, Tacikistan, Kırım, Tataristan ve Moldova’da ögrenci seçme sınavı (TCS) yapılmaya devam edilmekte olup; gelen örgencilerin seviyesinin yüksek tutularak, daha seçici ve etkin bir eğitim politikasının hedeflenmesi uygun olacaktır.
Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında en etkili ve somut işbirliği alanı hiç şüphe yoktur ki, enerji alanındadır. Bu alanda yapılacakların etkileri diğer her konuya olumlu veya olumsuz olarak etki edecektir. Bu gün Türkiye enerjisinin yarıdan fazlasını, konutlarda ısınmasının neredeyse tamamını doğalgaz sayesinde gerçekleştirmektedir. Türkiye’nin doğalgaz bağımlılığı stratejik boyuta yükselmiştir. Türkiye’nin bu konuda tedbir almayacak lüksü yoktur.
SSCB dağılırken, böl ve yönet politikası gereğince Orta Asya cumhuriyetlerinin ekonomilerini kendisine bağımlı hale getirmiştir. Bu durumla ilgili olarak tecrübesizlik ve askeri yetersizliklerine rağmen kendilerine biçilen rolün farkında olan bir irade görebilmekteyiz karşımızda. Özellikle Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev bu konuda şu açıklamayı yapmıştır:
“Orta Asya, 15. yüzyılın sonuna kadar dünya ekonomisinin önemli bir bölgesi olarak geldi. Bölgemiz, Doğu ile Batıyı birleştirmektedir. Halklarımız toprağa ve millete göre bölünmemiştir. İpek yolunun önemini kaybetmesiyle, Orta Asya gerilemiştir. Son 500 yüzyılda ilk defa olarak bağımsızlığın elde edilmesiyle, bölgemiz dünya ekonomisi için tekrar önemli bir bölge haline gelmiştir. Biz dünya ekonomisine önemli ölçüde petrol, gaz, maden ve tarım hammaddeleri sağlayan bölge olarak ulaşım imkânlarını güçlendiriyoruz. Daha şimdiden eski ipek yolu üzerinde, 21. yüzyılın oto ve demiryolu ile petrol boru hatlarının sekilenmeye başladığı görülebilir.
Bizim önümüzde Asya Kaplanları ve Avrupa Birliği’nin başarılarının sebepleri duruyor. Diğer taraftan, II. Dünya Savasından sonra bağımsızlığına kavuşan ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar ve çekişmelere şahit oluyoruz. Küresel ekonomide, büyük bir pazar mevcuttur. Bunun dışında, bölgede büyük devletlerin ekonomik üstünlük için açık bir rekabete girdiğini de gözlemliyoruz. Bizim için bu küresel jet ekonomik meseleye doğru bir biçimde yaklaşmak önemlidir.
Simdi bizim önümüzdeki seçenek; dünya ekonomisine ebediyen hammadde sağlayıcısı olarak kalarak ikinci bir sömürgeci devletin gelmesini beklemek veya Orta Asya bölgesinin ciddi bir birliğini sağlamaya girişmektir.[v]
Türkiye Orta Asya Birliğine katkılarda bulunabilir, biçimlenmesinde ciddi yardımları olabilir. Bu noktada Türkiye’nin özenle dikkat etmesi gereken nokta Kazakistan ve Özbekistan’ın bu oluşumda lider rolüne bürünmesine karşılık, Türkiye’nin olası İran-Özbek çatışması nedeniyle Kazak liderliğini ileri sürerek dengeleyici rol üstlenmelidir. Her iki tarafın üstünlük kurmasına izin vermemelidir. Türkiye her ne kadar liderliği üstelenebilecek kapasiteye sahip olsa da mevcut durum buna müsaade etmemektedir. Ayrıca bu yapılanmanın AB hedeflerine de uygun olmaması başarıya ulaşma ihtimalini de düşürmektedir.
Türkiye etnik çatışmaları önleyici olmalıdır. Güncel olarak değerlendirdiğimizde karşımıza yakın zamanda çıkan Kırgızistan’da yaşanan Kırgız-Özbek çatışmasını örnek olarak gösterebiliriz. Türkiye böyle anlarda bölgeden uzakta olmanın avantajını kullanarak arabulucu rolüne bürünmeli, gelecekte meydana gelecek yapılanmaları dikkate alarak davranmalıdır.
Bölge ülkeleri komünizmden kaynaklı alışkanlıklarını bırakmaya teşvik edilmelidir. En önemli hususu ise serbest dolaşım ve yerleşim gibi hassas noktalar ele alınarak muhtemel etnik ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır. Türkiye’nin Orta Asya ülkelerine vizeyi kaldırması, Türkiye’yi cazibe merkezi haline getirmesi açısından önemlidir.
Türkiye teknolojisini Orta Asya Cumhuriyetleri ile yapabileceği şekilde özellikle zorunlu ihtiyaçlar üzerinde geliştirmesi halinde vazgeçilmez ortak statüsüne gelecektir. Sermayeden çok neyin nasıl yapılacağını bilmeleri konusunda bilgiye ihtiyacı olan Orta Asya cumhuriyetlerinde teknolojik dönüşümler sağlanabilir.
Birleştirici unsur olarak dilin kullanımı ve edebiyat ön plana çıkarılabilir. Bölgede yapılan TV programlarının sayısı artırılmalı, izlenebilirliği teşvik edilmelidir.Diğer taraftan Türkiye turizm potansiyelini de değerlendirmelidir. Bölgeye gerekli tanıtım ofisleri kurulmalıdır.
Bunlların ötesinde Türkiye bölgenin en önemli takipçilerinden olmalıdır. Türkiye dışarıda bırakılarak yapılacak olan girişimler, Türkiye’nin bilgi paylaşımı sayesinde kısıtlanabilir.
Değerlendirme
Son 20 yılda dünyada çok şey değişmiştir. Güç parametreleri oynamış, Orta Asya dünya sahnesine çıkmıştır. Ancak bu dönüşümler yaşanırken Türk Dış Politikasının Batı yönünde olması gerektiği konusunda görüşler ağır basmıştır. Ancak Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya açısından bakıldığında çok yönlü politika izlemesi gerektiği açıktır. Elbette izlenecek olan politikaların çok ve karmaşık ilişkiler içinde olması, önemin bütün bölgeler üzerinde eşit dağılmasını engellemektedir. Ancak Türkiye ileride rekabet ortamının yaşanacağı Orta Asya bölgesine olan ilgisini artırmak durumundadır.
Küreselleşmenin çağımızın en büyük olduğu aşikardır. Bu kavram stratejik işbirliklerini gerektirmektedir. AB ve Avrasya dahilinde geliştirilemeyecek işbirliği ortamının alternatifi olan Türkçe konuşan ülkelerle işbirliğidir.
Türkiye enerji politikasını sadece çıkarları doğrultusunda yönlendirmelidir. Bu konuda önceliğin Orta Asya ülkelerine verilmesi uygun olacaktır. Rusya’ya olan bağımlılığın düzenli olarak azaltılması en uygun seçenek olacaktır. Diğer taraftan enerji kaynakları üzerinde yapılacak olan mücadelenin artarak devam edeceği de öngörecek olursak, kültürel yakınlıkları olan ülkelerin işbirliği göze çarpacaktır.Türkiye’de Türkçe konuşan devletlerle işbirliğini geliştirmeli, kendini yeni düzene hazırlamalıdır.
Halime GÜMÜŞ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
{jcomments on}
[i] İlyas Kamalov, “Stratejik Öngörü 2006: Rusya Federasyonu; Gelismeler, Temel Sorunlar, Muhtemel Senaryolar ve Ana Aktörler”, Ankara, Avrasya Stratejik Arastırmalar Merkezi, 2006, s.23.
[ii] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik,Türkiye’nin Uluslararası Konumu, 49. Baskı, İstanbul,Küre Yayınları, 2001
[iii] Gönlübol, Mehmet ve Cem Sar, Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası, İstanbul, Milli Egitim Basımevi, 1963.
[iv] Abdulkadir Gürsoy, Tez: Küresellesme Etkisinde Türk Dış politikasında Eğilimler: Avrupa mı, Avrasya mı, Orta Asya mı?, Ankara,2007
[v] Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Parlamentoda Yaptığı Ulusa Sesleniş Konuşması, 18 Şubat 2005,