Enerji, tüm bilimsel alanlarda “iş yapabilme kabiliyeti” olarak tanımlanır. Diğer yandan yükselen bir ekonomiye ve refaha, genişleyen bir siyasi ağırlık merkezine sahip olan Türkiye’nin artan enerji ihtiyacının yerli ve mevcut hidrokarbon kaynaklar ile karşılanmasının imkânsız olduğu ortadadır[1]. Bu anlamda eskiden alternatifsiz olduğu düşünülen enerji kaynaklarına yönelik arama faaliyetlerinin arttırılması kadar, yenilenebilir ve alternatif enerji kaynaklarının da enerji talebini karşılamak amacı ile devreye sokulması oldukça gerekli ve önemlidir. Son olarak Mersin Akkuyu’da yapılması kararlaştırılan nükleer enerji reaktörü[2] bu anlamda dikkate değerdir.
Günümüz temel hidrokarbon kaynakları olan petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olan ülkeler çoktan aza doğru sıralandığında Türkiye ilk 55 içerisine bile girememektedir. Zengin olduğunu düşündüğümüz kömür rezervleri oranı ise dünya ispatlanmış kömür rezervleri oranının sadece % 0,45’i kadardır[3]. Bunun yanı sıra Türkiye, yaklaşık olarak % 72 oranında enerjide dışa bağımlı konumdadır. Bilim insanlarına göre ise bunun temel nedeni Türkiye’nin büyüyen bir ekonomiye ve artan bir nüfusa[4] sahip olmasıdır. Buna karşın Türkiye, 2020 yılında, yıllık enerji tüketimini 222 mtep (milyon ton petrol eşdeğeri) olarak belirlemiştir, yani bugünkü yıllık enerji tüketiminin iki katından fazlası[5]. Bu açıdan Türkiye’nin içinde bulunduğu olası “le temps perdu[6] çıkmazı” ortadadır.
Bu anlamda Türkiye’nin önündeki en büyük engel, enerji üretiminde yüksek oranlarda doğalgaza olan bağımlılığıdır[7]. İkinci en büyük engel ise enerji üretiminin “yedek kapasite” oluşturacak şekilde yeniden yapılandırılması olacaktır. Çünkü yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının enerji üretiminde artması; dışa olan bağımlılığın azaltılması, ulusal enerji güvenliğinin sağlanması ve sera gazı salınımının en aza indirilmesi açısından oldukça önemlidir. Dünyadaki kömür rezervlerinin yaklaşık 190 yıl, petrolün ise 25 ila 30 yıl kadar daha yeteceği düşünüldüğünde alternatif enerji kaynaklarının hayati önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de ise yenilenebilir enerji kaynaklarının birincil enerji üretimindeki payı 2009 yılı itibariyle % 9,37’dir. 2006 yılı AB ortalaması da 6,92’dir. Rüzgâr kurulu gücü bundan 10 yıl kadar önce toplam enerji kurulu gücünün sadece % 0,3’ü kadarken; bugün bu oran % 3’ü aşmaktadır. Bu anlamda Türkiye’nin yakın gelecekteki temel hedeflerinden biri enerji tüketimindeki yenilenebilir enerji ve özellikle nükleer enerjinin kullanım alanlarını genişleterek doğalgaza olan yüksek bağımlılık oranını azaltmaktır[8]. İthal edilen LNG miktarının arttırılması da bunun bir göstergesidir. Yeni Strateji Belgesi’nde, 2020 yılında enerji üretiminin en azından % 5’inin nükleer enerji santrallerinden karşılanması hedeflenmektedir[9].
Dünyanın ve özellikle de Türkiye’nin yenilenebilir kaynaklara yönelmesinin bir sebebi de kömür dışındaki fosil yakıtlara sahip olanların şuan ki konjonktürde sahip olduğu stratejik önemdir. Türkiye gibi tüketici konumundaki ülkeler alternatif enerji kaynaklarına yönelerek üretici konumdaki ülkelerin sahip olduğu stratejik üstünlüğü azaltmaya, mümkünse ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Türkiye’nin alternatif enerji kaynakları bağlamında doğalgazın yanı sıra, yukarıda da belirtilen nükleer enerji santrallerine yönelmesinin birçok sebebi vardır. Örneğin bu sebeplerden biri, Türkiye’nin, bu santrallerin uranyum dışındaki diğer temel hammaddesi olan toryum bakımından zengin olmasıdır. Bununla birlikte nükleer santraller normal çalışma düzenlerinde, kömür gibi fosil yakıtların kullanıldığı termik santrallerin aksine doğaya ne karbon salar ne de kül bırakırlar. Hatta bazı çalışmalar göstermektedir ki, normal çalışma koşullarında bir nükleer santralin etrafa yaydığı radyasyon, insanların doğal kaynaklardan almakta olduğu radyasyonun 100 ila 200’de biri kadardır. Ayrıca nükleer atıkların radyoaktivitesi zehirli atıklara (kurşun, cıva vb.) nazaran düşük oranda da olsa zamanla azalmaktadır. Yakıt depolama bakımından da nükleer enerji santralleri oldukça avantajlıdır. Şöyle ki, 1000 MW’lık bir santralin yıllık yakıt tüketimi kömür olarak 2.000.000-2.500.000 ton; petrol olarak 1.000.000-1.500.00 ton; uranyum olarak 25-30 tondur. Tüm bu veriler ise alternatif enerji kaynakları içinde “saklı çocuklar” olarak nitelendirilen nükleer santralleri diğer yenilenebilir kaynaklara nazaran daha cazip kılmaktadır.
Nükleer enerji dışındaki diğer alternatif enerji kaynaklarından biri olan güneş enerjisi ise doğada saf olarak bulunan bir enerji türüdür. Güneş enerjisi üretimindeki temel sıkıntı, güneş enerjisinin yoğunluğunda karşılaşılan değişik dönemlerdeki düşüklüktür. Enerji arzı ile talebi arasındaki zaman farkı ise güneş enerjisinden yararlanırken karşılaşılan diğer güçlüklerden biridir. Maliyeti de şuan ki teknoloji için oldukça yüksektir. Şu da belirtilmelidir ki, şuan su ısıtma amaçlı kullanılan güneş enerjisi, Türkiye’nin sahip olduğu potansiyelin % 5’i bile değildir.
Rüzgâr enerjisinin de benzer şekilde en büyük dezavantajı düzensiz ve enerji yoğunluğunun düşük oluşudur. Diğer yandan endüstriyel anlamda rüzgâr enerjisinden yararlanılması düşünülüyorsa geniş alanlarda rüzgârgülü çiftlikleri kurulmalıdır. Türkiye ölçeğinde Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri ile bazı yerel bölgeler bunun için uygun olsa da diğer yerler bu tür projeler için pek müsait değildir. Bu anlamda şuan ki rüzgâr kurulu rüzgâr gücü olan 1000 MW’ı 2014 yılına kadar bu kurulu gücü 10000 MW’a çıkarma temel hedefler arasında olsa da, bunun nasıl gerçekleştirileceği büyük bir muammadır. Bunun yanında, med-cezir hareketleri vasıtasıyla dalga enerjisinden yararlanmak mümkün olsa da, okyanusa kıyısı olmayan Türkiye için bu enerji türünden yararlanmak da ne yazık ki pek mümkün değildir.
Jeotermal enerji ise doğal bir enerji türüdür. Doğal buhar elektrik üretiminde, sıcak sular ise ısınma amaçlı kullanılmaktadır[10]. Bitkisel yağlar ve atıkları ise, motor yakıtı olarak içten yanmalı motorlarda kullanılabilmektedir. Bunlardaki temel sorun ise yanma sırasında tamamlanmamış yanma ile karşılaşılabilmesidir. Yine de, GAP projesi çerçevesinde artacak olan ekilebilir alanlar, bitkisel yağ ve atıklar sağlayan bitkilerin yetiştirilmesi için kullanılabilir. Bio-dizel de artık restoran yağlarından üretilebilmektedir[11]. Biyogaz ise daha çok, organik atıkların oksijensiz ortamda dönüşüme uğratılarak elde edilen bir enerji türüdür.
Enerji tüketiminin 1990-2008 yılları arasında % 40 arttığı dünyada, enerjinin % 80’i fosil yakıtlardan karşılanmaktadır. Diğer yandan yenilenebilir enerji kaynakları açısından önemli bir çeşitliliği coğrafyasından barındıran Türkiye’nin, yenilenebilir enerjinin elektrik üretimindeki payı sadece % 19’dur. Bu % 19’luk pay içerisinde ise sadece hidroelektrik payı % 98’dir[12]. Bu açıdan iç kaynaklardan en iyi ölçüde yararlanmamız gerektiği ortadadır. Bundan dolayı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2010-2014 Stratejik Planı’na göre 2023 yılına elektrik enerjisi üretimindeki yenilenebilir enerji payı % 30 düzeyinde olacaktır[13].
2005 yılında ise enerji verimliliğinin arttırılması, enerjinin etkin kullanılması için “Yenilenebilir Enerji Kanunu” çıkarılmıştır. Lakin güneş enerjisinde yetersiz alım teminatları, jeotermal kaynaklarda arama çalışmalarının yüksek maliyeti, mali kaynakların yetersizliği[14] ve enerji ile doğa koruma hedeflerinin bazı durumlarda çelişmesi yenilenebilir enerji kaynaklarının daha etkin kullanılması önündeki en büyük engellerdir.
Bu anlamda geleceğe yönelik enerji politikaları petrol fiyatlarındaki artışlar ve küresel-bölgesel-yerel çevresel tahribat göz önüne alınarak oluşturulmalıdır. Rüzgâr, nükleer, güneş ve jeotermal kaynakların kullanımı ve kullanımının teşvikine yönelik planlar enerji güvenliğinin sağlanmasına yönelik yapılan makro düzeydeki planların içerisine oturtulmalıdır. Çünkü petrole dayalı enerji kullanımı dalgalı fiyatların da gösterdiği gibi oldukça risklidir. Diğer yandan enerji kaynaklarının ve hatlarının çeşitlendirilmesi de gereklidir. Ayrıca verimli üretme ve tasarruflu tüketme ulusal ölçekte temel hedefimiz olmalıdır.
Deniz TÖREN
[1]TEİAŞ 2010 raporuna göre Türkiye’de, 2019 yılına kadar ortalama her yıl % 7’lik bir elektrik talebi artışı olacaktır.
[2] Nükleer enerji santralleri genelde ilk yatırım maliyetleri yüksek, işletme ve yakıt giderleri düşük olan santrallerdir.
[3] Yakılan kömürün onda birlik kısmının kül olarak atık bıraktığı dikkate alınmalıdır.
[4] Geçen yıl Türkiye’de tam 1,2 milyon doğum gerçekleşmiştir (http://kadinakli.org/dogum).
[5] Buna karşın Türkiye, enerji tüketimindeki yerli ve yenilenebilir kaynakların miktarını arttırarak dışa olan bağımlılık oranını söz konusu yıla kadar % 3 oranında azaltmayı planlamaktadır.
[6] Akademik camiada “kayıp zaman” anlamında kullanılan Fransızca ifadedir.
[7] 2010 yılındaki oran % 45’tir.
[8] Türkiye tükettiği doğalgazın % 96’sını yurtdışından ithal etmektedir. AB’nde ise bu oran % 57 dolaylarındadır.
[9] Dünyadaki enerji üretiminin % 20’si nükleer enerji santrallerinden karşılanmaktadır.
[10] Jeotermal enerji potansiyeli açısından Türkiye, dünyada yedinci sırada olmasına rağmen bu potansiyelin sadece % 7’lik bir kısmını kullanmaktadır (Dünya Enerji Konseyi, 2010).
[11] Tüketiminde Almanya birinci sıradadır.
[12] Hidrolik kaynaklardan yararlanmak için inşa edilen barajlar, kendi çevresinin ekolojisini derinden değiştirmektedir. Bu da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir husustur.
[13] Bir yandan 3500 MW kapasiteli 50 adet termik santralin 2013 yılı sonuna kadar bitirilmesi hedeflenmektedir.
[14] Bu; verilerin güncellenmesinde, nitelikli teknik personelin yetiştirilmesinde ve AR-GE çalışmalarında, önemli eksikliklere neden olmaktadır.