Tarihsel olarak, modern döneme kadar devlet-toplum ilişkileri, devletten topluma doğru şekillenmiş, devlet ile toplum arasındaki belirgin bir farklılaşma ise sivil toplum kavramının ortaya çıkmasıyla meydana gelmiştir. Modernleşme sürecinin etkisiyle ve 18. yüzyıl itibariyle uygulanan ekonomi politikalarının da sonucu olarak toplumun, devlet karşısında güçlenmesi ve hareket alanın genişlemesiyle birlikte devletin toplum tarafından sınırlandırılabileceği bir siyasal sürece girilmiştir.
Türk siyasal hayatındaki devlet toplum ilişkisini, salt Cumhuriyet dönemi sonrasını ele alarak değil, Osmanlı devlet geleneğindeki konumuna da bakarak değerlendirmek gerekmektedir.
Osmanlı siyasal sisteminde devlet, toplumun üzerinde, ondan bağımsız, ulvi bir varlık olarak algılanmıştır. Bununla beraber, Osmanlı devletinin bürokratik bir devlet yapısına sahip olması merkez ile çevre arasında uzaklığa sebep olmuş, bu durum ise Batı toplumlarında görülen aracı kurumlar olarak sivil toplum unsurunun Osmanlı’da yer edinememesi sonucu doğurmuştur. Dolayısıyla devletle toplum arasındaki ilişkinin devletin topluma baskın gelmesi esasına dayandığı görülebilmektedir. Osmanlı Devleti’nin patrimonyal1 (Weber, 1996: 376; Nişancı, 2002) hanedan devleti olması bu sistemin uygulama alanı bulabilmesindeki en önemli etkendir. 19. yüzyılda Osmanlı’nın merkezi yönetim gücünün zayıflaması ise, devlet toplum ilişkilerinin halktan kopuk bir modernleşme süreciyle biçimlendirilmeye çalışıldığı reform arayışlarının yaşanmasına yol açmıştır. Nilüfer Göle’ye (1986: 10-14) göre, modernleşme sürecinin içsel ve yapısal olarak yaratılamaması sonucu oluşturulan, tarihle kendini özdeşleştiremeyen yönetici sınıf topluma da yabancılaşır. Dolayısıyla toplum Batı’ya özgün olan devlet – sivil toplum arasındaki ayrışmayı kendine kolaylıkla mal edemez. Nitekim bu etken Osmanlı Devleti’nde de toplumun kendisine ait olmayan modernleşme hareketlerinin halkın bütün kesimine yayılmasında bir engel teşkil etmiştir.
Cumhuriyet dönemine giden süreçte devlet – toplum ilişkisini yine Osmanlı Devleti’nin tarihsel arka planından bağımsız bir çerçevede değerlendirmek mümkün değildir. Zira 1923 – 1950 yılları arasında patrimonyal devlet geleneği sürdürülmüş, merkez tarafından toplum adına oluşturulmaya çalışan aşkın bir devlet anlayışı (Heper, 2006) benimsenmiştir (Çaha, 2003: 186). Tek parti döneminde modern bir toplum yapısına geçiş tahayyülü çerçevesinde devlet – toplum ilişkileri devlet kontrolüne de her daim ihtiyaç duyularak yukarıdan düzenlenmeye çalışılmıştır (Tosun, 2001: 257).
Çok partili döneme geçiş sürecinde demokrasi ve özgürlük rüzgârlarının esmeye başlamasıyla tek parti döneminde kısıtlama getirilen sivil toplum unsurları tekrar tezahür etmeye başlamış, ancak hedeflenen demokratik ortam sağlanamamıştır. 1924 Anayasası’nın merkeziyetçi anlayışını eleştiren Demokrat Parti, merkezi otoriteyi güçlendirecek düzenlemeleri kendi lehine kullanmaktan kaçınmamıştır. 27 Mayıs 1960 darbesiyle Türkiye’de devlet toplum ilişkisinin belirleyici kadroları içerisine asker de dâhil olmuştur. Her ne kadar 1961 Anayasası sosyal adalet ilkesine dayalı bir yapı öngörmüş ve devlet-sivil toplum ilişkisinde demokratik bir zemin sağlanması açısından önemli olmuşsa da, ordunun siyasal ve toplumsal alandaki etkinliği devam etmiştir. 1971 Muhtırası’nın beraberinde yapılan düzenlemeler ise, on yıllık zaman zarfında kısmen de olsa sivil toplum alanında sağlanan ilerlemeleri sınırlandırıcı bir nitelik taşımıştır (Tosun, 2001: 279-282). Nitekim 12 Eylül 1980 askeri müdahalesiyle özgürlükler daha da kısıtlanarak “aşkın devlet anlayışına” yönelik siyasi sürece dönüş yaşanmıştır.
1980 dönemini ve sonrasını sadece siyasi zeminde değil aynı zamanda dünya konjonktürüyle paralel bir seyir izleyen liberal ekonomi politikalarını da ele alarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu bağlamda 1980’ler devlet-toplum ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuş, 1983 itibariyle uygulamaya konulan liberal politikalar sivil toplum hareketlerinin canlanmasına ivme kazandırmıştır. Yine 1980’li yıllar, sivil toplumun gelişmesi önündeki yasal engellere rağmen hayata geçirilen bir dizi uygulama ile “devletin toplumsal düzen içerisindeki yerinin ne olması” gerektiği konusunun tartışılmaya başlanmasında önemli rol oynamıştır.
Sonuç olarak, Osmanlı Devleti’ndeki siyasi yapının temelini oluşturan patrimonyal devlet geleneği, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasal hayatında devlet-toplum ilişkisini açıklamaya yardımcı olan önemli bir kavramdır. Cumhuriyet döneminde sivil toplumun oluşmasına zemin hazırlanma çabaları mevcut olsa da merkeziyetçi devlet geleneği korunmaya devam etmiştir. 1950 ve 1960’lı yıllarda ise Cumhuriyet kendi toplumunu yaratmak isterken, toplum da kendi “iç toplumunu” yaratmak istemiştir. 1980’lerde ise devlet liberal politikalarla birlikte toplumun önüne imkânlar sunmuştur.
Türkiye’de sivil toplumun gelişmesinde AB sürecinin sağladığı etkinin de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Zira gerek yapılan yasal düzenlemeler gerekse toplumlar arası etkileşim neticesinde, sivil toplum kavramı “üstten gelmeden” halk tarafından özümsenerek, içselleştirilerek bilinçlerde yer edinmiştir. 28 Şubat 1997 süreciyle beraber radikal devlet ile toplum karşı karşıya kalmış, devlet düşündüğü kadar güçlü, toplum ise düşündüğü kadar güçsüz olmadığını idrak etme olanağı bulmuştur. 1999 yılında gerçekleşen depremle sivil toplumun etkinliğinin artması ve ön plana çıkması ise devleti toplum karşısında daraltma eylemi göstermiştir. Tüm bu gelişmelere dayanarak Türkiye’de tarihsel bir uzantısı bulunan aşkın devlet anlayışının değişmesine, toplum ile devlet arasındaki uzaklığın ortadan kalkmasının sağlanmasına yönelik bir sürece doğru adımlar atıldığını söylemek mümkündür.
Eda KILIÇ
UİÇ Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Beykent Üniversitesi – Yüksek Lisans