Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş ve Karşılaşılan Sorunlar

Özet:

Oldukça çalkantılı bir siyasal tarihi olan Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında 600 yıllık bir İmparatorluğun mirası üzerine modern ve laik bir ulus devlet olarak kurulmuş, tek parti döneminde gerçekleştirilen reformlar ve başarısız çok partili rejime geçiş denemeleri sonrası 1950 yılında Türkiye’de çok partili rejime geçiş başarıyla gerçekleştirilmiştir. Türkiye’nin çok partili siyasal sisteme geçişinde uluslararası etkenler, İsmet Paşa (İsmet İnönü) faktörü ve sınıfsal bazı gelişmeler gibi önemli nedenler farklı ölçülerde rol oynamıştır.

Giriş

Türk siyasal hayatındaki ve Türkiye demokratikleşme tarihindeki en önemli olaylardan birisi de kuşkusuz Türkiye’nin çok partili siyasal rejime geçmesidir. Çok partili siyasal hayata geçilmesi, daha sonrasında gerçekleşecek olan birçok demokratikleşme reformunun öncüsü kabul edilebilecek, tek parti iktidarının ardından siyasal sistemde artık çoğulculuğun benimsendiğini ortaya koyan devrim niteliğinde bir adımdır. Türkiye’nin çok partili rejime geçişinde uluslararası etkenler, özellikle 12 Temmuz Beyannamesi ile ortaya çıkan İsmet Paşa (İsmet İnönü) faktörü ve sınıfsal bazı gelişmeler ve değişimler gibi önemli nedenler farklı ölçülerde rol oynamıştır. Bu araştırmada Türkiye’nin tek parti döneminde çok partili siyasal hayata ilk geçiş denemeleri (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası) ve sonrasında 1946 ve 1950 genel seçimleri ile çok partili siyasal rejime adım atılması incelenecektir. Türkiye’yi çok partili siyasal hayata yönlendiren önemli sebepler ayrı başlıklar altında incelenecek ve ne oranda etkili olmuş olabilecekleri üzerinde durulacaktır. Bu bilgiler ışığında Türkiye’deki çok partili siyasal hayatın neden üç defa kesintiye uğradığı (27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ile 12 Mart 1971 askeri muhtırası) araştırılacaktır.

1. Tek Parti Döneminde Çok Partili Sisteme Geçiş Denemeleri

Türkiye’de çağdaş anlamda siyasal partiler ilk kez Osmanlı döneminde 1876 Anayasası’nda (Kanun-i Esasi) 1909 yılında yapılan köklü değişikliklerle ortaya çıktı. Bu dönemde İttihat ve Terakki Fırkası, Mutedil Hürriyetperveran Fırkası, Osmanlı Demokrat Fırkası, Ahali Fırkası, Ahrar Fırkası ve Osmanlı Sosyalist Fırkası başta olmak üzere birçok farklı siyasal parti kuruldu, seçimler yapıldı (Akşin, 2008: 70-71). 1913’te Babıali Baskını ile tek parti durumuna gelen İttihat ve Terakki Fırkası 1918’e kadar bu konumunu sürdürdü. Mondros Mütarekesi’ni izleyen günlerde İstanbul’da kurulan partiler Anadolu’da ulusal kurtuluş mücadelesini sürdüren örgütlerce benimsenmedi. Bu örgütlerin oluşturduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Kurtuluş Savaşı’nın merkezi örgütü konumundaydı. Bu örgüt Halk Fırkası’na dönüşerek (9 Eylül 1923) Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasal partisini oluşturdu. Partinin adı 10 Kasım 1924’te Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) olarak değiştirildi (Şahin, 2011). Devrimin önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün yönettiği Cumhuriyet Halk Fırkası kısa sürede modernleşme reformlarıyla toplumu dönüştürmeye başladı. Fakat Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yaptığı devrimlere karşı çıkan daha muhafazakâr bir grup, bu partiden ayrılarak 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular.

Çok partili siyasal hayata ilk geçiş denemesi kabul edilebilecek olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması Türkiye’de çok partili siyasal hayata ilk geçiş denemesi olması açısından oldukça önemlidir. Fırkanın Genel Başkanı General Kazım Karabekir, İkinci Başkanı Hüseyin Rauf Orbay (eski başbakan) ve Genel Sekreteri de Ali Fuat Cebesoy’du. Hepsi Kurtuluş Savaşı kahramanı olan bu isimler aslında Mustafa Kemal’in de yakın arkadaşlarıydı ancak onun yaptıklarını bazı noktalarda tasvip etmiyorlardı (Akşin, 2008: 194). Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Halk Fırkası’na muhalefeti iki alanda yoğunlaşıyordu; ekonomi ve din. Ekonomik açıdan parti Batı tipi liberalizmi benimsiyor ve Halk Fırkası’nın devletçilik politikalarını eleştiriyordu. Din-kültür açısından TCF, Halk Fırkası’nın laiklik anlayışını sert ve katı buluyor ve bu nedenle programında “dinsel düşünce ve inançlara saygılı” ifadesine yer veriyordu. Ayrıca parti liberal felsefesine uygun olarak yerinden yönetim (âdem-i merkeziyet) ilkesine dayanan bir idari yapıyı savunuyor, merkezi yönetimin güçlenmesini eleştiriyordu. (Akşin, 2008: 194) Mustafa Kemal Atatürk de demokratik düzenin kurulmasını istediğinden, yeni partinin kuruluşundan memnun olmuştur. Yeni parti için; “Bırakınız, karşımıza çıksınlar, memleket işlerini münakaşa edelim” ve “Bizim Meclisimizde de iki parti olmalı, hükümeti denetleme sistemi kurulmalı ve medeni ülkelerin parlamentolarına benzemeliyiz” diyordu (Şahin, 2011). Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulduktan birkaç ay sonra Doğu Anadolu’da patlak veren Şeyh Sait İsyanı, İstiklal Mahkemeleri’nin geniş yetkilerle kurulmasına, Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkmasına neden olmuştur. İstiklal Mahkemeleri, Terakkiperver Fırka mensuplarının irticai faaliyetleri hakkında hükümeti ikaz etmişler, önce Diyarbakır İstiklal Mahkemesi kendi yetki alanında bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası şubelerinin kapatılmasına karar vermiştir. Hükümet ise, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanarak, 3 Haziran 1925 tarihinde bütün memlekette irticayı tahrik ettiği gerekçesiyle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını kararlaştırmıştır (Akşin, 2008: 196). Çok partili hayata geçişteki bu ilk deneme böylece başarısız olmuştur.

1927’de toplanan CHF İkinci Kurultayı’nda partinin yeni tüzüğü kabul edildi. Bu tüzükle Mustafa Kemal partinin değişmez genel başkanı oluyordu. Tüzüğe göre CHF’nin temel ilkeleri cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık ve laiklikti. Laiklik, anayasa değişikliğini de gerektiriyordu. 10 Nisan 1928’de devletin dininin İslam dini olduğunu belirten cümle anayasadan çıkarıldı (Şahin, 2011). Bu arada yeni bir muhalefet partisi kurulması için girişimlerde bulunuluyordu. Mustafa Kemal, TBMM’de yer alacak bir muhalefet partisinin hükümetin çalışmalarını eleştirerek onu olumlu yönde etkileyeceği kanısındaydı. Bu nedenle Mustafa Kemal, ekonomide liberalizm yanlısı görüşleriyle tanınan yakın arkadaşı Fethi (Okyar) Bey’i böyle bir partiyi kurmakla görevlendirdi. Fethi Bey Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (SCF) kurdu (Akşin, 2008: 204). Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın ikinci adamı bireyci, klasik liberalizmi savunan Ahmet Ağaoğlu idi. SCF programında partinin Cumhuriyet ilkelerinin yaygınlaşması için çalışacağı belirtiliyordu. Parti TCF’na benzer şekilde dini ve iktisadi açılardan tek parti yönetiminden farklı bir çizgi ortaya koyuyordu. Beklenmedik bir hızla gelişen SCF’nin hükümete ve CHF’ye yönelttiği sert eleştiriler ülkedeki siyasal ortamı gerginleştirdi. Fethi Bey’in yatıştırıcı tutumuna rağmen İzmir’e yaptığı ziyarette meydana gelen kanlı olaylar kendisini ürküttü. CHF’nin de muhalefete karşı baskıya girişmesi üzerine Fethi Bey ve arkadaşları Kasım 1930’da partiyi kapattılar (Akşin, 2008: 205). Fethi Bey ve arkadaşlarının korkularının yersiz olmadığı SCF’nin kapanmasından bir ay sonra meydana gelen Menemen Olayı ile ortaya çıktı. Kuruluşundan kısa bir süre sonra kapanan SCF ve 1929-1930 ekonomik buhranı, siyasi ve ekonomik liberalizmi Türkiye’de itibardan düşürdü. Liberalizmin Türk siyasal hayatında tekrar ortaya çıkması için İkinci Dünya Savaşı’nın geçmesi gerekecekti.

2. 1946 Genel Seçimleri ve Çok Partili Sisteme Geçiş

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması sonrasında ülkede tek parti rejimi kökleşti ve devrimler hızlanarak devam etti. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılığın yanı sıra, Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik Cumhuriyet Halk Fırkası’nın temel ilkeleri olarak 1931’de partinin Üçüncü Kurultayında kabul edildi. Daha sonra 1937’de bu ilkeler Anayasa’ya da kondu. 1935 Kurultayında ise, Parti-Devlet bütünleşmesi hukuki temele oturtuldu. CHF’nin adı Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirildi. Türkiye’de 1930’lardan 1945’lere kadar kesintisiz bir tek parti idaresi, Batılı totaliter yönetimleri andıracak boyutlarda olmamıştı ama çeşitli idari tedbirlerle toplumda muhalif güç ve düşüncelerin faaliyetlerine de müsaade edilmemişti. 1934 tarihli İskân Kanunu, 1936 tarihli İş Kanunu gibi sosyal nitelikli bazı kanunlar çıkarıldı ise de bunların amacı rejimin korunmasına yönelikti (Şahin, 2011). Bu nedenle tek parti dönemi otoriter bir dönemdi. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938’de öldü ve 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçildi.

II. Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası koşullar, İsmet Paşa’nın kişisel tercihleri ve sınıfsal etkenler doğrultusunda Türkiye’de yeniden çok partili sisteme geçiş söz konusu oldu. Tüm dünyada başlayan demokratikleşme gelişmelerinden de etkilenerek Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te yaptığı konuşmada yeni partiler kurulması gerektiğinden söz etti. İlk olarak Temmuz 1945’te iş adamı Nuri Demirağ başkanlığında Milli Kalkınma Partisi kuruldu. Bu arada Haziran ayında CHP içindeki muhalif milletvekillerinden Adnan Menderes, Celal Boyar, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü CHP’nin toprak reformu projesine (çiftçiyi topraklandırma kanunu) muhalefet ederek, dörtlü takrir verdiler (Akın, 2009: 51). İsteklerinin reddedilmesi üzerine görüşlerini basına duyurdular ve partiden koparak 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti (DP) adıyla yeni bir parti kurdular (Akşin, 2008: 242).

Demokrat Parti’nin gerçekten bir muhalif parti olup olmadığı bugüne kadar tartışma konusu olmuştur. Bazı yazarlarca DP “muvazaa partisi” olarak dahi adlandırılmıştır (Timur, 2003: 11). Fakat parti programı incelendiğinde DP’nin hakikaten tek parti dönemi CHP’sinden farklılaştığı karşımıza çıkmaktadır. DP programında öncelikle özel mülkiyete ve özel kuruluşların desteklenmesine yer verilerek liberal görüşler ortaya kondu. Bu yönüyle bakıldığında DP programı bireysel hürriyetler açısından ve iktisadi açıdan liberal bir programdı. Devletçilik anlayışları da ülkenin zaruri ihtiyaçlarının karşılanması ve toplumun bir an evvel refaha kavuşturulması ile sınırlıydı. DP özel sektör büyük önem veriyordu. Özel sektöre karşı aşırı sınırlayıcı olmayan ve uzun süredir devam eden boşluğu doldurmak ve iş hacmini genişleterek topluma refah sağlamak amacıyla özel teşebbüsün hızla geliştirilmesini savunan DP liberal bir partidir (Akın, 2009: 78). Bunun yanında DP dini konulardaki hassasiyetini parti programında net olarak ortaya koyar. Laikliği devletin siyasette dinle bir ilgisinin olmaması, hiçbir dini düşüncenin devlette belirleyici olmaması, devletin de din üzerinde bir tasarrufunun olmaması olarak algılamakta, laikliğin din düşmanlığı şeklinde algılanmamasını ve din hürriyetinin diğer hürriyetler gibi mukaddes sayılmasını öngörmektedir (Akın, 2009: 79).

Türkiye’nin ilk çok partili seçimi olan 1946 seçimlerinde aday esaslı blok oy sistemi uygulanmıştır. Bu sistemle beraber her vilayet bir çevresi olmaktadır. Her 40 bin yurttaş için bir milletvekili seçiliyor, herhangi bir ilin nüfusunun 40 binin altında olması halinde de o vilayete bir milletvekilliği tahsis ediliyordu. 1946 seçimlerinde 465 milletvekili seçilmeye çalışılmıştır. Seçim sonuçlarına göre: CHP % 85, DP % 13 ve BAĞIMSIZ %2 oy almıştır. 1946 seçimlerinde uygulanan açık oy-gizli sayım metodu ve seçim sonuçlarında abartılı CHP üstünlüğü nedeniyle seçimlerin sonuçlarının sağlıklı olmadığı fikri yurtiçi ve yurtdışındaki gözlemcilerce dile getirilmiştir (Akşin, 2009: 244-245).

1946-1950 dönemi çok partili sisteme geçiş için bir hazırlık niteliğindeydi. Ünlü tarihçi Prof. Sina Akşin’e göre CHP artık devrimleri yavaşlatıyor hatta 1946-1950 döneminde kurulan Hasa Saka ve de özellikle Şemsettin Günaltay hükümetlerinde devrimlerden geri adımlar atıyordu (Akşin, 2009: 245-246). Bu adımlar arasında seçmeli din derslerinin ilkokul müfredatına eklenmesi, imam ve hatip yetiştirmek için 10 aylık kurslar açılması, Ankara Üniversitesi’ne bağlı bir İlahiyat Fakültesi kurulması ve Köy Enstitüleri’nin açılmasının durdurulması vardı (Akşin, 2009: 246). Ayrıca bu dönemde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 12 Temmuz Beyannamesi olarak tarihe geçen ünlü 12 Temmuz konuşmasını yaparak, CHP ve ana muhalefet partisi DP arasında Cumhurbaşkanı olarak taraf tutmayacağını ilan etti (Timur, 2003: 74). Hatta bildiride CHP’nin lideri Recep Peker’e muhalif bir duruş gözlemleniyordu (Akşin, 2009: 245). Bu bir dönüm noktasıydı zira Atatürk’ten sonra Cumhuriyet’in iki numaralı adamı olan İsmet Paşa çok partili siyasal hayata kendi partisinin genel sekreteri Recep Peker’le ters düşmek pahasına yeşil ışık yakıyordu. Bu gelişmelerin sonucunda 14 Mayıs 1950 genel seçimlerine “Yeter Söz Milletin” sloganıyla giren DP 408 sandalye kazanarak büyük bir zafer elde etmiş; Menderes Başbakan, Bayar da Cumhurbaşkanı olmuştu. CHP ise ancak 69 milletvekilliği kazandı. Türkiye’de artık çok partili siyasal hayat başlamıştı. Ancak güzel bir şekilde başlayan Türkiye’nin demokrasi serüveni oldukça sancılı geçecekti.

3. Uluslararası Koşullar

Türkiye’nin çok partili sisteme geçişinde uluslararası sistemin ve uluslararası koşulların ciddi etkisi olduğu gözlemlenmektedir. Öncelikle savaştan galip çıkan Amerika Birleşik Devletleri sayesinde demokrasi artık imrenilen ve tüm dünyada yaygınlaşan bir rejimdir. Ünlü siyaset bilimci Samuel Huntington’ın “2. Dalga” adını verdiği demokratikleşme hamlesi otoriter rejimlere ve savaşlara duyulan tepki nedeniyle bu dönemde Batı dünyasında oldukça etkili olmaktadır. Türkiye’de ABD ile artan ilişkileri sayesinde bu akımdan etkilenmiştir. Sovyetlerin savaş sonrasında Stalin döneminde 1946 yılında Türkiye’den boğazlarda üs ve bir kısım toprak talep etmesi de Türkiye’nin ABD ile yakınlaşmasında ve bu ülkenin iki partili liberal demokratik rejiminden etkilenmesinde rol oynamıştır (Timur, 2003: 59). Missouri zırhlısının 1947’de Washington’daki Türk büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini İstanbul’a getirdiği güne kadar Türk-Amerikan ilişkileri sağlam temeller üzerinde adım adım ilerlemiştir (Timur, 2003: 58). Bir anlamda Türkiye’de Demokrat Parti ABD’deki Demokratlar gibi Cumhuriyetçilerin karşısındaki alternatif parti olarak ortaya çıkmıştır.

İkinci olarak savaşa girmediği için Batılı müttefikleri tarafından eleştirilen Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrasında San Fransisko Konferansı’nda masaya çok partili demokratik bir ülke olarak oturmak için böyle bir düzenlemeyi yapmayı şart koşmuştur (Şahin, 2011). Türkiye’nin müttefik devletler bir arada oturabilmesi, önce Birleşmiş Milletler sonra da NATO’nun üyesi olabilmesi için öncelikle Batı’daki demokrat rejimler gibi çok partili bir siyasal yapıyı kurduğunu ispat etmesi gerekmektedir. Bu anlamda İsmet Paşa ve Türk devlet elitinin 1945 sonrası tavrında Batı ile yakınlaşarak uluslararası kurumlarda etkin rol oynama isteğinin de etkili olduğu söylenebilir.

Ayrıca üçüncü olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında en büyük destek Sovyetlerden alınsa da, Cumhuriyet’i kuran kadrolar Avrupa medeniyetini tanıyan ve oradan etkilenen Osmanlı bürokratları ve askerleriydiler. Bu nedenle Batı’da faşist modelin çökmesiyle tek alternatif model olan çok partili liberal demokrasi Türkiye için de ideal rejim durumdaydı. Stalin ve Sovyetlerin savaş sonrasında Türkiye’den toprak talebi yapmasıyla Türkiye Batı’ya daha da yakınlaştı ve Sovyetlerden giderek uzaklaştı. Bu anlamda ABD Türkiye için ideal model alınacak ülke durumundaydı zira hem komünizme mesafeli, hem de faşizmden uzaktı.

4. İsmet Paşa Faktörü

Türkiye’nin çok partili hayata geçişinin en önemli ismi ve belki de kahramanı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmuştur. Zaten İsmet Paşa 14 Mayıs 1950’de ağır bir yenilgiye uğradığında “Bu yenilgi benim en büyük zaferimdir” diyerek Atatürk ve kendisinin hep ulaşmak istediği demokrasiye geçmenin verdiği mutluluğu ifade edecektir (Örmeci, 2011). İsmet Paşa’nın bu süreçte oynadığı en kritik rol 12 Temmuz Beyannamesi’dir. 12 Temmuz Beyannamesi ile İsmet İnönü’nün yani Türkiye Cumhuriyeti devleti Cumhurbaşkanı’nın ve belki de daha önemlisi Atatürk sonrasındaki “ikinci adam”ın tarafsızlığını açıklaması CHP içerisinde otoriter yönetim yanlılarının (Recep Peker vs.) elini zayıflatmış, 1947-1950 döneminde Şemsettin Günaltay ve Hasan Saka gibi ılımlı Başbakanlar süreci yaşanmıştır. Oysa katı devletçi görüşleriyle bilinen dönemin CHP genel sekreteri Recep Peker devrimlerin hızlı bir şekilde sürdürülmesi ve tabana yayılması, gerekirse zor kullanılması taraftarıdır. Bu nedenle İsmet Paşa Peker ve ekibini zayıflatarak bir anlamda demokrasinin önünü açmıştır. Daha sonraları İsmet Paşa DP başa geçince de son derece olgun bir tavır göstermiş, kendisine iktidarı geri alabileceklerini söyleyen bazı askerlerin varlığına rağmen asla demokrasiden taviz vermek istememiştir. Bu anlamda İsmet Paşa’nın olgun tavrı ve izlediği akılcı politikalarla, Türkiye’de bir kaza ve kopuş olmadan çok partili sisteme reformlar ve seçim yoluyla gidilmiştir. Oysa birçok ülkede bunun dışında devrimler, darbeler, halk isyanları gibi süreçlerle çok partili sisteme geçildiği görülmektedir. Üç tip demokrasiye geçiş türünden -rupture (kopuk, devrim), pact (sözleşme) ve reform- Türkiye’deki geçiş süreci reform modeline uymaktadır (Örmeci, 2011).

5. Sınıfsal Etkenler

Çok partili sisteme geçişin bir diğer önemli nedeni de Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren uygulanan ekonomi politikaları sayesinde ülkede artık gelişmeye başlamış bir orta sınıfın bulunmasıdır. Bu sınıf tek parti otoriterliğine tepki duymaya ve demokrasiyi desteklemeye başlamıştır. Toprak reformu aleyhtarlığıyla kurulan DP’nin daha liberal ve sermayeye yakın kişiler tarafından kurulması da bu kesimlerin CHP’den destek çekip DP’ye destek vermelerinde etkili olmuştur. Zira DP’nin önemli isimleri liberal iktisadi görüşleriyle bilinen ve kendileri de varlıklı toprak sahibi kimselerdir (Akın, 2003: 52). Sınıfsal açıdan bakıldığında; tek parti döneminde Türkiye’deki ilk sanayileşme adımları atılmış, azınlıkların piyasadaki etkisi Varlık Vergisi gibi anti-demokratik uygulamalarla kırılarak, Müslüman-Türk zenginleri yetiştirilmiş ve artık etkisi hissedilebilir bir yerli burjuvazi ortaya çıkmıştır. Burjuvazi; sınıfsal doğası gereği daha fazla liberalizasyonu, devlet denetiminin azaltılmasını savunmuş ve bu nedenle Demokrat Parti’nin güçlenmesinde kritik bir rol oynamıştır (Örmeci, 2011). CHP’nin milli birlik adıyla savunulan devletçi sistemi ise burjuvazinin işine gelmemektedir. Bu anlamda Türkiye’de demokratikleşme daha doğrusu çok partili siyasal hayatı ve liberalizasyonu zorunlu kılan bir diğer faktör de zaman içerisinde Türkiye’de bir burjuvazinin palazlanması ve devlet müdahalesinden hazzetmemeye başlamasıdır denilebilir.

Sonuç

Sonuç olarak Türkiye’de 1946-1950 döneminde çok partili hayata geçilmesi kimilerince bir demokratik devrim olarak nitelendirilen çok önemli bir olaydır. O güne kadar padişahlık, kısıtlı meşrutiyet (İttihatçı baskısı nedeniyle II. Meşrutiyet dönemi tam olarak çok partili rejim kabul edilmemelidir) ve tek parti diktası şeklindeki otoriter yönetimlere alışkın Türkiye halkı için çok partili demokrasi aslında bir ilktir. Bu anlamda Türkiye halkında demokratik bilincin oluşması ve demokratik teamüllerin yerleşmesi açısından 1946-1960 dönemi çok faydalı ve işlevsel olmuştur.

Türkiye’de çok partili hayata geçilmesinin nedenleri incelendiğinde ise üç farklı ve önemli neden karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki uluslararası koşullar olup, temelde Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin Sovyet tehdidi nedeniyle Batı’ya ve ABD’ye yönelmesiyle alakalıdır. İkinci neden Cumhuriyet’in 2. Adam’ı İsmet Paşa’nın çok partili rejimden yana tavır koyması ve CHP içerisindeki otoriter tek parti yönetimi isteyenlere yüz çevirmesidir. Üçüncü önemli neden ise Türkiye’de tek parti döneminde palazlanan burjuvazinin artık bürokrasinin kendisine çıkardığı engellerden ve yüklediği vergilerden bıkarak daha liberal bir yönetime yönelmek istemesidir. Bu üç etkenin de farklı oranlarda rol oynadığı Türkiye’nin çok partili rejime geçişi ne yazık ki Soğuk Savaş koşullarında Türkiye’nin demokrasisini sağlıklı inşa edememesi neticesini doğurmuş ve Türkiye’de demokratik rejim üç defa askıya alınmıştır.

Ozan ÖRMECİ 

Kaynakça:

Akın, F. (2009). Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş. İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık.

Akşin, S. (2008). Kısa Türkiye Tarihi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Örmeci, O. (2011). Türkiye’nin Çok Partili Sisteme Geçişi. Erişim Tarihi: 19.05.2011, Erişim Adresi: http://www.ozanormeci.com/.

Şahin, A. (2011). Türkiye’nin Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Seçimler ve Seçmen Davranışları. Erişim Tarihi: 20.05.2011, Erişim Adresi: http://www.siyasaliletisim.com/.

Timur, T. (2003). Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş. Ankara: İmge Kitabevi.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...