İsrail’in Gazze’ye yardım götüren uluslararası yardım konvoyuna 31 Mayıs 2010 tarihinde yaptığı baskın Türkiye-İsrail ilişkilerinde onarılması zor bir hasar meydana getirdi. Çünkü baskın sırasında Mavi Marmara gemisinde bulunan 9 Türk yolcu ölmüş ve çok sayıda kişi de yaralanmıştı. Türkiye’nin girişimleri ile BM Güvenlik Konseyi bir başkanlık açıklaması yapmış ve olayın araştırılması için bir uluslararası komisyon kurulması kararlaştırılmıştı.
Oluşturulan soruşturma panelinde iki bağımsız üye olarak Yeni Zelanda eski Başbakanı Geoffrey Palmer ve Kolombiya eski Devlet Başkanı Alvaro Uribe, Türkiye adına eski Dışişleri Müsteşarı Özdem Sanberk ve İsrail adına eski Dışişleri Bakanlığı Genel Müdürü Joseph Ciechanover Itzhar yer almıştı. Panel, çalışmalarını Türkiye ve İsrail tarafından kendisine sunulan rapor ve belgelere dayandırmış ve sonuçta bir rapor hazırlamıştır. Palmer Komitesi Raporu Temmuz ayında tamamlanmasına rağmen raporun açıklanması 3 kez ertelendi. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu 28 Ağustos tarihinde raporun açıklanmasının 6 ay daha ertelenmesini istedi, Türkiye ise bu teklifi kabul etmedi. Raporun 1 Eylül tarihinde ABD’nin New York Times gazetesine sızdırılması Türkiye-İsrail ilişkilerinin dibe vurmasına neden oldu.
Bu analizde; “Tarihsel süreç içinde Türkiye-İsrail ilişkileri nasıl bir gelişme gösterdi? Benzer olaylar yaşandı mı? Bu olayların ortak özellikleri nelerdir? Palmer Raporu ve Türkiye’nin yaptırımları neler içermektedir? Yaptırımların nedenleri ve etkileri neler olabilir?” sorularına yanıtlar verilmeye çalışılacaktır.
Türkiye-İsrail İlişkiler Tarihinde Doruklar ve Dipler
Tarihsel bir süreç içinde Türkiye-İsrail ilişkileri incelendiğinde, tarih boyunca Türkler ile Yahudiler arasında sürdürülen iyi ilişkilerin Türkiye-İsrail ilişkilerin tesisinde önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Türkiye, 14 Mayıs 1948’te kurulan İsrail Devleti’ni ilk tanıyan devletler arasında yer almış ve 1950 yılında Elçilik düzeyinde diplomatik ilişki tesis etmiştir. Ancak başlangıçtaki bu olumlu gelişmeler İsrail’in ihtirasları ve saldırgan politikaları nedeniyle birkaç defa dibe vurmuştur. Örneğin Bağdat Paktı’nın kurulması yıllarında İsrail’in tepkilerini yüksek sesle dile getirmesi ikili ilişkilerin yıpranmasına yol açmış ve 1955 yılı ortalarından başlayarak diplomatik temaslarda gözle görülür bir biçimde azalma gözlenmiştir. Süveyş Krizi içinde 1956 yılında İsrail’in İngiltere ve Fransa ile işbirliği halinde Sina Yarımadasını işgale başlaması sonrasında, Bağdat Paktı’nda alınan karar doğrultusunda, Türkiye 26 Kasım 1956’da İsrail ile ilişkilerinin temsil düzeyini maslahatgüzar seviyesine düşürmüş ve Büyükelçi Şefkati İstinyeli geri çekilmiştir.
Benzer şekilde Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan soğukluk Kudüs’ün ebedi başkent ilan edilmesiyle birlikte bunalım düzeyine tırmanmıştır. İsrail hükümetinin yürürlüğe koyduğu Temel Yasa’ya Türkiye sert tepki göstermiş, kararı tanımadığını açıklamıştır. Türkiye ayrıca, Tel Aviv elçiliğinde görev yapmakta olan maslahatgüzar Üstün Gündoğdu’yu danışmalarda bulunmak üzere Ankara’ya çağırmış, ardından BM Güvenlik Konseyi’nin 20 Ağustos 1980’de aldığı 478 sayılı kararı uyarınca Kudüs temsilciliğini kapatmıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Genelkurmay Başkanı Kenan Evren başkanlığında ve kuvvet komutanlarının katılımıyla oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi, Kudüs kararına tepki olarak, 26 Kasım 1980’de İsrail ile ilişkilerini sınırlandırarak karşılıklı temsil düzeyini düşürmüştür. “İsrail ile ilişkilerin kesilmemekle birlikte, yalnızca sembolik bir düzeyde tutulmasını” öngören karar uyarınca, Türkiye’nin Tel Aviv’de bulunan maslahatgüzar, müsteşar ve askeri ataşe dâhil olmak üzere bütün görevlileri merkeze çağırmıştır.
Türkiye-İsrail ilişkileri 1990’ların başından itibaren tekrar gelişmeye başlamıştır. Bu kapsamda Türkiye 1991 yılında İsrail’deki temsilciliğinin seviyesini büyükelçilik seviyesine yükseltmiş ve iki ülke arasında karşılıklı üst düzey ziyaretler gerçekleştirilmiştir. İlişki düzeyi 1996 yılında askeri, ekonomik ve teknolojik alanlarda imzalanan bir dizi anlaşmayla yeni bir döneme girmiştir. Türkiye-İsrail Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması çerçevesinde Türk Hava Kuvvetleri’nin elindeki F-4 ve F-16 uçaklarının modernizasyonu projesi uygulamaya başlanmıştır. Askeri Eğitim İşbirliği Antlaşması kapsamında sekiz İsrail F-16 savaş uçağı ilk defa Türk hava sahasında Konya semalarında Anadolu Kartalı (Anatolian Eagle) adıyla eğitim uçuşu yapmıştır. Aynı yılın haziran ayında on iki Türk savaş uçağı İsrail’e gitmiştir. Akdeniz’de Ocak 1998’de Türkiye-ABD-İsrail gemilerinin katıldığı Güvenilir Denizkızı (Reliant Mermaid) adını taşıyan arama-kurtarma tatbikatı icra edilmiştir.
PKK terör örgütüne destek veren Suriye ve Yunanistan’ın 1995’te askeri eğitim anlaşması imzalaması ile Türkiye’nin hasım devletlerce çevrelenmesi, Avrupa Birliği ile gergin ilişkilerden dolayı Türkiye’nin Batı’dan askeri teknoloji ve malzeme almakta zorlanması Türkiye-İsrail arasında imzalanan bu anlaşmaların temel nedenleriydi. 1998 sonrasında, Abdullah Öcalan’ın Suriye dışına çıkartılması ve ardından Suriye ile Adana Mutabakatı’na varılması Türkiye, Suriye ve İran ilişkilerinin gelişmesinin önünü açtı. Türkiye Arap dünyasıyla daha iyi ilişkiler geliştirmek için girişimlerde bulunmaya başladı. Aynı dönemde Avrupa Birliği ile ilişkilerde aday ülke statüsüne geçilmesi Ortadoğu’yla ticari, siyasi, kültürel ilişkilerini geliştirmesine yardımcı oldu. Bu gelişmeler İsrail’le olan ilişkilerin yoğunluğunu azalttı ve yakın stratejik işbirliğinden ortak dengeli ilişkiye geçilmesine neden oldu.
İsrail’deki hükümet değişikliği ve barış sürecinin askıya alınmasının etkisiyle 2000’li yıllarda Türkiye-İsrail ilişkilerinin ivmesi düştü. Ariel Şaron hükümetinin iktidara gelmesiyle beraber Filistin halkına karşı şiddet arttı. El-Aksa intifadası ve Nisan 2002’de İsrail’in işgal altındaki topraklarda artan operasyonlar sonrası Türkiye’de pek çok şehirde İsrail karşıtı büyük gösteriler düzenlendi. Türkiye, İsrail’i soykırım yapmakla suçladı ve ilişkiler gerildi. Bu dönemde siyasi kulvarda gerginlikler yaşansa da ekonomik ve askeri alanda ilişkiler hızla gelişti. 170 Türk M-60 tankının modernizasyon projesi, Başbakan Ecevit’in soykırım suçlamasından 2 gün önce, 30 Mart 2002’de bir İsrail firmasına verildi.
Türkiye’de AK Parti Hükümeti’nin göreve başlamasıyla birlikte ilişkilerdeki gerginlik belirli dönemlerde tırmansa da iki ülke arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkiler aynı şekilde devam etti. Irak Savaşı sonrası Irak’ın kuzeyindeki İsrail varlığı ve Mossad ajanlarının Peşmergeleri eğitmeleri ile ilgili haberler ikili ilişkilerde güven problemini ortaya çıkardı. İsrail’in 2004’te Refah mülteci kampına operasyon düzenlemesi ve insan haklarını hiçe sayan uygulamaları Türkiye’nin İsrail’e bakışını değiştirdi. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün operasyonla ilgili beyanatları gelecekte iki ülke ilişkilerinin eskiden olduğu gibi devam edemeyeceğini gösteriyordu. İsrail devlet terörü uygulamakla suçlanıyor, Türkiye’nin bu uygulamalar karşısında sessiz ve hareketsiz kalamayacağı belirtiliyordu. Bu tepki, Türkiye’nin Arap dünyasındaki itibarını artırdı. Kısa süreli gerginlik sonrasında Türkiye’nin girişimleriyle ilişkiler yeniden düzeldi. Başbakan Erdoğan dış politika danışmanlarını İsrail’e gönderdi ve Ocak 2005’de Dışişleri Bakanı Gül İsrail’i ziyaret etti. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Eretz sanayi bölgesini geliştirme projesini başlattı.
Türkiye bölgede barış ve istikrarın yerleşmesi için komşularıyla ilişkilerini geliştirmeye ve bölgesel problemlerin çözümüne katkı yapmak için girişimlerini artırdı. Bu kapsamda Suriye ile ilişkiler geliştirilmiş ve Suriye-İsrail arasında bir anlaşmaya varılması için gizli görüşmelere öncülük edilmiştir. Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu katıldığım özel bir toplantıda bu görüşmelerin çok yakında olumlu sonuçlarının basına yansıyacağını belirtmiş ve 10-15 gün içinde açık görüşmelere geçilebileceğini söylemişti. Ancak bu süre içinde tam tersi bir gelişme yaşanmış İsrail Lübnan’ın güneyini işgale başlamıştır. İşgal süresince 1000’den fazla sivil öldürülmüş başta Beyrut olmak üzere Lübnan’da büyük hasar meydana gelmiştir. Birçok hastane bu saldırılara hedef olmuş, BM bağlı bir gözetleme tesisi vurulmuş, 4 BM personeli hayatını kaybetmiştir. Türkiye, İsrail’in saldırısına sert tepki göstermiş, kriz artık ekonomik ilişkileri de etkilemeye başlamıştır. İki ülke arasında imzalanmış olan araştırma ve geliştirme projeleri askıya alınmış, Manavgat Suyu projesi durmuş, GAP bölgesine yapılan yatırım planları sonlandırılmış ve hatta büyük ihaleler, özellikle askeri alandaki büyük modernizasyon projeleri, gündemden kalkmaya başlamıştır.
Türkiye’nin, İsrail ve Suriye arasında kolaylaştırıcı rolü Mart 2007’den itibaren tekrar gelişme göstermiştir. Başbakan Olmert’in 22 Aralık 2008’de Ankara’ya yaptığı ziyarette İsrail-Suriye arasındaki anlaşmazlık alanları çözülmeye çalışılmıştır. Filistinlilerle ateşkesin sağlanması, Filistinli gruplar arasında uzlaşmaya varılması ve Gazze’nin yeniden inşası konuları görüşülmüştür. Basına bilgi verilen görüşmelerde olumlu gelişmeler üzerinde durulurken bu sefer 27 Aralık 2008’de İsrail’in Gazze’ye yönelik Dökme Kurşun Operasyonu başlamıştır. 22 gün süren İsrail’in Gazze saldırılarında yarısı kadın ve çocuk olmak üzere yaklaşık 1.500 kişi hayatını kaybederken binlerce kişi de yaralanmıştır. 2006’dan itibaren Gazze’deki yönetimi elinde bulunduran Hamas’a karşı gerçekleştirilen harekâtta İsrail ordusu uluslararası antlaşmalarla yasaklanan kimyasal patlayıcıları (fosfor bombası, pudra bombası gibi) kullanmıştır. Büyük bir yıkımın yaşandığı bölgede altyapı büyük zarar görmüş; hastahaneler, okullar ve devlet binalarının yıkılması sonucu milyarlarca dolarlık maddi zarar meydana gelmiştir.
Gerek 2006’daki Lübnan işgali gerekse 2008-2009’daki Gazze’ye yapılan harekât Türkiye’nin bölgede kalıcı barış ve istikrarın tesisine yönelik girişimlerinin İsrail tarafından istismar edildiğini göstermiştir. Suriye-İsrail arasında muhtemel bir barışın inşası istikametine Türk hükümetinin girişimleri devam ederken yapılan harekâtlar adeta taktik örtü ve aldatma planı olarak kullanılmıştır. Türkiye bu tarihten itibaren İsrail’e bakışını değiştirmiş, İsrail’i bölgesel barış ve istikrarı tehdit eden bir devlet olarak algılamaya başlamıştır. Başbakan Erdoğan, operasyonu Türkiye’nin iyi niyetine ve arabuluculuk rolüne büyük saygısızlık olarak yorumlamış ve barışa indirilmiş büyük bir darbe olarak değerlendirmiştir. Başbakan; İsrail’i saldırgan bir ülke, operasyonu devlet terörü, Gazze’yi “açık hava hapishanesi” olarak nitelemiş ve BM’yi göreve çağırmıştır. Dışişleri Bakanı Babacan bu süreçte İsrail-Filistin hattında savaş varken, Suriye-İsrail hattında barış görüşmelerinin yapılamayacağını belirtmiştir. Türkiye’nin sert tepkisi Arap ülkeleri tarafından takdirle karşılanmış, Erdoğan’ın Ortadoğu halkları arasında saygınlığı daha da artmıştır.
Davos Ekonomik Forumu’nda “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” başlıklı panelde, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez sesini yükselterek İsrail’in Gazze saldırısının haklı olduğunu iddia edince Erdoğan Perez’i eleştirmiş ve İsrail’in Gazze’de ölçüsüz güç kullandığını vurgulamıştır. Perez’in olayları çarpıtma girişimleri karşısında oturum yöneticisi Ignatius’dan söz isteyen Başbakan Erdoğan panel yöneticisinin söz hakkı vermek istememesine karşılık Perez’e dönerek, “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.” demiştir. “One Minute Krizi” olarak adlandırılan bu olay Türkiye-İsrail ilişkilerindeki düşüş ivmesini artırırken Başbakan Erdoğan’ın Arap dünyasında kahraman ilan edilmesine vesile olmuştur.
Davos’ta yaşananların ardından ortaya çıkan alçak koltuk krizi ise iki ülke arasındaki gerilimi tırmandıran diğer bir gelişme olmuştur. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Türkiye’de yayınlanan bir dizi filmin içeriğiyle ilgili görüşmek üzere Tel-Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkolu İsrail Parlamentosuna çağırmış, basın mensuplarını davet ettiği ayrı bir odada Türk büyükelçinin kendi oturduğu koltuktan daha alçak bir koltuğa oturmasını sağlamıştır. Ayalon, kameraların çekim yaptığı esnada İbranice “Bizim yüksek, onun daha alçak bir koltukta oturduğuna, masada yalnızca İsrail bayrağı bulunduğuna ve bizim gülümsemediğimize dikkatinizi çekerim” diyerek İsrail’deki radikal sağ siyasilerin Türkiye’ye tepkisini dışa vurmuştur. Türkiye’ye hakaretin hedeflendiği bu hadisenin ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İsrail’e özür dilemesi için aynı günün akşamına kadar mühlet vermiş, İsrail de akşam saatlerinde resmi özür beyanının yer aldığı mektubu Tel-Aviv büyükelçiliğine ulaştırmıştır.
Gazze’ye insani yardım ulaştırma maksadıyla yola çıkan konvoydaki Mavi Marmara gemisine yapılan saldırı ise ilişkilerin dibe vurduğu bir süreci doğurmuştur. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Türkiye vatandaşı siviller düzenli bir ordu tarafından katledilmiştir. Türk yolcuların yoğun olarak bulunduğu Mavi Marmara gemisine yapılan baskın İsrailli siyasi iradenin talimatıyla emir-komuta zinciri dâhilinde gerçekleşmiştir. İsrail ordusu gerçekleştirdiği baskında gerçek mermi kullanmış, baskına direnen yardım gönüllülerine doğrudan kafaya atış gerçekleştirerek öldürme hedefiyle müdahale etmiştir. Baskın sonrasında Adli Tıp Kurumu’nun cesetler üzerindeki otopsi çalışması İsrailli askerlerin baskında öldürme kastıyla ateş ettiğini doğrulamıştır. Mavi Marmara baskınının Türkiye-İsrail ilişkilerinde tamiri oldukça zor bir hasara neden olduğu ifade edilmelidir. Türkiye’nin baskının ardından ilişkilerin düzelmesi için sıraladığı taleplere İsrail’deki mevcut hükümetin itirazı ise iki ülke arasındaki siyasi münasebetlerin düşük düzeyli devam edeceğine işaret etmektedir.
Palmer Raporu
Rapor özet, giriş, Türkiye ve İsrail’in Ulusal Soruşturma Raporları’nın özetleri, olgu ve koşulların tespiti, gelecekte benzer olaylardan nasıl kaçınılacağına ilişkin tavsiyeler bölümlerini içermektedir. Giriş kısmında raporun içeriği ve sonuçlarının herhangi bir bağlayıcılık taşımadığı vurgulanmaktadır. Raporda dikkat çeken hususlar şöyle özetlenmiştir:
“Açık denizlerdeki seyri sefer özgürlüğü ilkesi uluslararası hukuk çerçevesinde bazı istisnalarla sınırlıdır. İsrail Gazze’deki militan gruplar nedeniyle güvenliğine yönelik ciddi bir tehdit altındadır. Deniz ablukası Gazze’ye deniz yoluyla silah girişinin engellenmesi amacıyla meşru bir güvenlik tedbiri olarak uygulanmaktadır ve uygulanması uluslararası hukukun gereklilikleriyle uyumludur.
Yardım Filosu deniz ablukasını kırmak için sorumsuzca hareket etmiştir. Filoya katılımcıların çoğunluğunun şiddete yönelik amaçları yoktur. Ancak, filoyu örgütleyenlerin (özellikle İHH’nın) amaçları ve faaliyetleri hakkında ciddi sorular bulunmaktadır.
Olaylar ve sonuçları Türkiye ve İsrail tarafından istenilir şeyler değildir. Her iki devlet de bireylerin yaşamını, uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye atacak olayların gerçekleşmemesi için adımlar atmıştır. Türk yetkilileri filoyu örgütleyenlere İsrail güçleri ile karşı karşıya gelmekten sakınmaları gerektiği konusunda bir ikna çabası yürütmüştür. Fakat filoya katılanların potansiyel riskler konusunda uyarılması ve eylemlerinden vazgeçmesi için daha fazlası yapılabilirdi.
İsrail’in gemilere büyük bir güç ile abluka bölgesinden uzak bir alanda ve çıkarmadan hemen önce son bir uyarı göndermemesi aşırıdır ve makul değildir. İlk aşamada şiddet içermeyen seçenekler kullanılabilirdi. Özellikle baskın yapılacak gemilere açık bir ön uyarı ve güç kullanılacağının gösterilmesi çatışmayı engelleyebilirdi. İlk baskın sırasında direniş açık hale gelince operasyon yeniden değerlendirilebilirdi.
İsrail Ordusu, Mavi Marmara’ya çıktığında bir grup yolcu tarafından örgütlü, şiddetli ve kendilerini korumalarını gerektirecek derecede bir direnişle karşılaştı. Üç asker yakalandı ve dövüldü. Bazı askerler de yaralandı. Buna rağmen İsrail Ordusu’nun kullandığı güç sonucunda hayatını kaybeden ve yaralananların olması kabul edilemezdir. Dokuz yolcu öldürülmüş ve birçoğu da ciddi olarak yaralanmıştır. İsrail tarafından Panel’e dokuz kişinin ölmesi hakkında tatmin edici bir açıklama sunulmamıştır. Öldürülenlerin çoğunun sırtlarından ve yakın mesafeden birçok kez vurulduğuna ilişkin kanıtlar İsrail tarafından sunulan materyallerde yeterince açıklanamamıştır.
Raporda; tüm ilgili devletlerin benzer bir olayın tekrarlanmasından kaçınması için çaba harcamaları; açık denizlerde seyrüsefer özgürlüğünün önemi ve sonuçları akılda tutularak İsrail’in deniz ablukasını düzenli bir gözden geçirme çerçevesinde sürdürmesi; İsrail’in Gazze’ye gidecek ya da Gazze’den çıkacak kişi ve malların hareketi üzerindeki kısıtlamaları azaltması ve BMGK’nın 1860 sayılı kararına uygun hareket etmesi; Gazze halkına yardım etmek isteyen tüm insani yardımların İsrail Hükümeti ve Filistin Yönetimi’yle görüşerek mevcut prosedürler ve belirlenmiş kara geçiş noktaları yoluyla yapılması tavsiye edilmektedir.
Ayrıca Raporda; bir meşru müdafaa eylemi olarak deniz ablukası uygulamasının BM Anlaşması’nın 51. maddesi çerçevesinde BMGK’ye rapor edilmesi; deniz ablukasını uygulayan devletlerin insani yardıma saygı göstermesi; insani yardımların tarafsızlığa uygun olması; her tür güvenlik tedbirine saygılı olunması; insani yardım taşıyan gemilerin talep edildiğinde teftişe ve rotanın değiştirilmesi ve durdurulmasına izin vermesi önerilmektedir.
Hukuka uygun bir biçimde uygulanan deniz ablukasını kırmaya çalışmanın gemileri ve gemide bulunanları riske sokacağı vurgulanmakta ve şu önerilerde bulunulmaktadır. Vatandaşlarını veya bayrağını taşıyan gemilerin bir deniz ablukasını kırmaya niyetlendiğinin farkına varan devletler demokratik haklarla ve özgürlüklerle uyumlu olarak, gemileri bu eylemlerin riskleri konusunda uyarmalı ve vazgeçirme konusunda önleyici adımlar atmalıdır. Deniz ablukası uygulayan devletler askeri olmayan gemilere karşı kuvvet kullanımı hususunda dikkatli olmalıdır. Çabalar öncelikle gemileri şiddet içermeyen araçlarla durdurma yönünde olmalıdır. Mutlak bir gereklilik olmadıkça kuvvet kullanılmamalı, kuvvet kullanımı gerektiğinde ise ablukayı sürdürme amacına uygun olarak asgari düzeyde güç kullanılmalıdır. Devletler, kuvvet kullanacakları gemilere kuvvet kullanılacağına dair açık uyarı göndermelidir.”
Palmer Raporu, soruşturma panelinin Türk üyesi Özdem Sanberk’in ifadesiyle adeta İsrail ile birlikte hazırlanmış ve Türkiye’nin hukuki savlarını dışlamıştır. Rapor, İsrail’in savlarını açıkça desteklerken Türkiye’nin talepleri ile ilgili konuları üstü kapalı ve belirsiz bir şekilde işlemiştir. BM İnsan Hakları Konseyi’nin kararıyla toplanan Veri Toplama Ekibi’nin hazırladığı bulgular Gazze kuşatmasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu açıkça ortaya koymuşken, Palmer Raporu kuşatmayı meşru bir güvenlik önlemi olarak nitelemektedir.
Türkiye’nin Tepkisi ve Yaptırımlar
Palmer Raporu’nun basına sızdırılması sonrasında 2 Eylül 2011 tarihinde basın toplantısı düzenleyen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail’in, “Türkiye’den özür dilenmesi, tazminatların ödenmesi ve Gazze’deki ablukanın kaldırılması” talepleri yerine getirileceği tarihe kadar 5 maddelik yaptırım uygulanacağını açıklamıştır. Bu yaptırımlara göre; “Türk İsrail diplomatik ilişkileri ikinci kâtip düzeyine indirilecektir. Bunun üzerindeki tüm görevliler, başta büyükelçi, en geç Çarşamba günü ülkelerine geri döneceklerdir. Türkiye ile İsrail arasındaki tüm askeri anlaşmalar askıya alınmıştır. Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan sahildar devlet olarak Türkiye, Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestîsi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır. Türkiye, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı tanımamaktadır. İsrail’in 31 Mayıs 2010 tarihi itibariyle Gazze’ye yönelik uyguladığı ambargonun Uluslararası Adalet Divanı’nda incelenmesini sağlayacaktır. Bu doğrultuda BM Genel Kurulu’nu harekete geçirmek için girişime başlıyoruz. İsrail saldırısının Türk ve yabancı tüm mağdurlarının mahkemelerdeki hak arama girişimlerine gereken destek verilecektir.”
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin çatışmayı değil barışı, zulmü değil adaleti hâkim kılmak isteyen bir anlayışın temsilcisi olduğunu vurgulamış, “Bunun içindir ki nasıl Bosna’daki, Kosova’daki katliamlara karşı sesimizi yükselttiysek, Gazze’ye yapılan insanlık dışı saldırılara karşı da tepkimizi gösterdik.” demiştir.
Davutoğlu, gelinen noktada İsrail hükümetinin bir tercih yapması gerektiğini belirtmiştir. İsrail’i yönetenlerin, gerçek güvenliğin, ancak gerçek barışın inşa edilmesiyle mümkün olabileceğini görmeleri gerektiğini dile getirmiştir. Davutoğlu, şöyle devam etmiştir: “Yine anlamalılardır ki gerçek barışın inşasının yolu, dost ülke vatandaşlarını katletmekten değil, dostlukların güçlendirilmesinden geçmektedir. Ancak, mevcut İsrail hükümetinin bu yalın gerçeği görmekten, Ortadoğu coğrafyasındaki devasa değişimlerin sonuçlarını idraktan aciz olduğu açıktır. Bu vesileyle, aldığımız ve alacağımız tedbirlerin, sadece mevcut İsrail hükümetinin tutumuyla bağlantılı olduğunu özellikle vurgulamak isterim.”
Amacın, tarihe mal olmuş Türk-Yahudi dostluğuna halel getirmek olmadığını söyleyen Davutoğlu, bilakis İsrail hükümetinin bu istisnai dostluğa sığmayan bir yanlışını düzeltmek olduğunu belirtmiştir. Türkiye’nin, bölgesel ve küresel barış ve istikrarı olumsuz etkileyen gelişmelerin önlenmesi, cereyan etmiş bulunan olumsuzlukların ise telafisi doğrultusunda her zaman samimi ve yapıcı bir tavır içinde olduğunu anlatan Davutoğlu, Türkiye’nin bu konuda talep ve beklentilerini net bir şekilde ortaya koyduğunu ve üzerine düşeni yaptığını vurgulamıştır. Bugünkü gelişmelerin sorumlusunun İsrail hükümeti olduğunun altını çizen Davutoğlu, İsrail hükümetinin gereken adımları atmadıkça bu noktadan geri dönülmesinin söz konusu olmayacağını ifade etmiştir.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu Mavi Marmara saldırısıyla ilgili olarak İsrail hükümetinin, Türk halkından özür dilemek, saldırılarda ölenlerin ailelerine ve yakınlarına tazminat ödemek perspektifiyle Türkiye ile görüşmeye hazır olduğunu bildirmesi üzerine dört tur görüşme süreci gerçekleştirildiğini hatırlatmıştır. Davutoğlu, bu görüşmelerde müzakereyi yürüten Türk ve İsrail heyetleri arasında Türkiye’nin özür ve tazminat taleplerini karşılayan anlaşma metinleri üzerinde birkaç kez mutabakat oluştuğunu açıklamıştır. İlk kez 2010 Aralık ayında İsrail’de gerçekleşen orman yangınına Türkiye’nin katkısı üzerine, İsrail Başbakanının talebiyle Cenevre’de gerçekleşen görüşmeler neticesinde iki ayrı anlaşma metni üzerinde mutabakata varıldığını anlatan Davutoğlu, “Bu mutabakat, İsrail Başbakanı Netanyahu tarafından da onaylandı. Bilahare anlaşmanın imzalanması konusunda İsrail Bakanlar Kurulu içinde anlaşmazlıklar nedeniyle bu anlaşma uygulamaya konulamadı. Bu süreçte Palmer Komisyonu’nun raporunun yayımlanmasındaki ertelemelerin hepsi, bunu özellikle söylüyorum, çünkü çok ciddi bir basın manipülasyonu ile karşı karşıyayız, Palmer Komisyonu’nun raporunun yayımlanmasındaki ertelemelerin hepsi, İsrail hükümetinin, özür ve tazminat konusunda iç mutabakatı sağlamak için zamana ihtiyacı olduğunu bildirmesi üzerine, yani İsrail hükümetinin talebi sonucunda gerçekleşmiştir. İsrail’in son defa önerdiği 6 aylık uzatma talebi ise tarafımızdan kabul edilmemiştir. Çünkü bu uzatma taleplerinin hepsinin süreci zamana yayma amacı taşıdığı anlaşılmıştır.” demiştir.
Gerek Türkiye’nin gerek İsrail’in taraf olmadığı ve sadece Başkan Palmer ve yardımcısı Uribe’nin imzalarını taşıyan raporun, henüz BM Genel Sekreteri’ne resmen sunulmadan önce 1 Eylül’de basına sızdırılmış olmasının da kuşkusuz bu bağlamda oldukça düşündürücü olduğuna dikkat çeken Davutoğlu, şunları ifade etmiştir: “Ben bu konuyu BM Genel Sekreteri Sayın Ban Ki-moon’la da açık bir şekilde konuştum. Kendisi, kendilerine dahi iletilmemiş bir raporun detaylarını daha bilmediklerini ve bu sızma karşısında gerçekten büyük bir üzüntü ve şaşkınlık içinde olduklarını ifade ettiler. Maalesef bu süreçte İsrail tarafı hiçbir zaman devlet ciddiyeti içinde ve mahremiyeti içinde davranmamıştır. Bu süreç zarfında basına sızdırmaların devlet ciddiyetiyle bağdaşmadığını düşünüyoruz.”
Bu raporun sadece adı geçenlerin görüşlerini yansıtmakta olduğunu dile getiren Davutoğlu, “Rapor, İsrail askerlerinin ve diğer yetkililerinin işledikleri suçları açık biçimde tespit etmekte ve dile getirmektedir. Bu bağlamda, İsrail’in abluka sahasından çok ileride bir mevkide, büyük bir askeri kuvvetle gemilere saldırmasının aşırı ve izah edilemez olduğu belirtilmektedir. İsrail askerlerinin sebep olduğu ölüm ve yaralanmaların kabul edilemeyeceği, İsrail tarafından dokuz can kaybının hiçbirinin hesabının verilemediği, delillerin ölenlerin çoğunun yakın mesafe ve arkadan olmak üzere birçok kez vurulduklarını gösterdiği kaydedilmektedir. Ayrıca, yolcuların ciddi anlamda kötü muameleye maruz kaldıkları, bu muamelenin fiziki darp, taciz ve tehdidin yanısıra kişisel eşyalara hukuk dışı el konulması ile konsolosluk yardımı almalarına mani olunmasını da içerdiği açık biçimde vurgulanmaktadır. Raporda, Gazze’ye yönelik olarak İsrail tarafından uygulanan insanlık dışı ablukanın ise hukuka uygun olduğu ileri sürülmektedir. Tabiatıyla bu yaklaşımın kabul edilmesi ne mümkün ne de söz konusudur. BM İnsan Hakları Konseyi’nin alanlarında uzman ve son derece ehil hukukçulardan oluşan Veri Toplama Misyonu, Gazze ablukasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu açık bir biçimde ortaya koymuştur. Geçen sene olayı müteakip yaptıkları çalışmada bu durumu açık bir şekilde tespit etmişlerdi. Bu yargı hem BM İnsan Hakları Konseyi’nce onaylanmış, hem de BM Genel Kurulu’nda kabul görmüştür. Hal böyle iken, Panel’in Başkan ve Yardımcısı’nın, Panel’e verilen yetkileri aşmak suretiyle, farklı ve son derece tartışmalı bir takım görüşler ileri sürmelerinin, hukuki olmaktan ziyade, bir takım siyasi saiklere dayandığı anlaşılmaktadır. Türkiye, panelin işleyişi ve güvenilirliğini de zedeleyici nitelikteki bu yaklaşımı hiçbir şekilde kabul etmemektedir. Türkiye BM Güvenlik Konseyinin oybirliği ile yaptığı başkanlık açıklamasının lafzı ve ruhuyla bağdaşmayan bu yaklaşımı şiddetle reddetmektedir. Bu doğrultuda konuyu uluslararası yetkili hukuki mercilere götürmeye kararlıyız.” şeklinde konuşmuştur.
Türkiye’nin, bu hukuk dışı eylemine karşı tutumun ilk andan itibaren çok net ve ilkeli olduğunu vurgulayan Davutoğlu, şöyle devam etmiştir: “Taleplerimiz bilinmektedir. Bu koşullar yerine getirilmedikçe İsrail’le ilişkilerimiz normalleşmeyecektir. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, İsrail, kendisine tanınan bütün fırsatları heba etmiştir. Artık, İsrail Hükümetinin, kendini uluslararası hukukun üzerinde gören, insanlık vicdanını hiçe sayan gayrimeşru eylemlerinin sonuçlarına katlanmasının ve bir bedel ödemesinin vakti gelmiştir. Bu bedel, her şeyden önce Türkiye’nin dostluğundan mahrum kalmaktır. Bu noktaya gelinmesinin tek sorumlusu İsrail Hükümeti ve İsrail Hükümeti’nin sorumsuz eylemidir. Türkiye, bölgesel ve küresel barış ve istikrarı olumsuz şekilde etkileyen gelişmelerin önlenmesi, cereyan etmiş bulunan olumsuzlukların ise telafisi doğrultusunda her zaman samimi ve yapıcı bir tavır içinde olagelmiştir. Bu konuda talep ve beklentilerini başından beri net bir sekilde ortaya koymuş, üzerine düşeni yapmıştır.”
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise şu açıklamalarda bulunmuştur. “İyi niyetli gayretlere fırsat vermek için beklenmiştir. Yaşanan olayların unutulmadığı, vatandaşlarımızın hak ve hukukunun korunması gereğini, devletin kararlığını belki anlayamadılar. Şu anda alınan tedbirler bunun ilk aşamasıdır. Olayların seyrine, İsrail’in davranışlarına göre başka tedbirler de söz konusu olabilir. İsrail hükümeti kendi halkına da yük olan bir hükümettir. Hiçbir güvenirliği söz kousu değil. Ortadoğu’da olup bitenleri tahlil etmesi gereken İsrail hükümetiyken statü yoksunu bir durumdadır. Türkiye bu bölgenin en güçlü hükümeti olarak sadece kendi haklarını değil bütün mazlumların hakkını korumakta elinden geleni gösterecektir. Türkiye barış ve istikrar peşindedir. Bunun sağlanması için İsrail’in atması gereken adımlar var. Kendileri fark etmiyorsa müttefikleri fark ettirmelidir. Açıkçası rapor bizim için yok hükmündedir.”
Cumhurbaşkanı Gül’ün de işaret ettiği gibi Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun açıkladığı yaptırımlar başlangıç niteliğindedir. Süreç içinde İsrail’in tutumuna bağlı olarak Türkiye ilave yaptırımlar uygulayabilir. İsrail daha önce hazırlattığı iki raporda (İsrail ordusunun hazırladığı rapor ve Turkel Komisyonu raporu) Mavi Marmara saldırısının tamamen yasal olduğunu uluslararası topluma kabul ettirmeye çalışmıştır. Gemiye çıkarma yapan İsrail askerlerinin meşru müdafaa saikiyle hareket ettiği Palmer Raporu’na da ustaca yerleştirilmiştir. İsrail Batı medyasındaki bağlantıları ile tüm dünya kamuoyuna Palmer Raporu’nun İsrail’in tezlerini desteklediği ve Gazze kuşatmasının yasal olduğu kampanyasını yürütecektir. İsrail bu duruşunu değiştirmediği sürece de Türkiye’nin yaptırımlardan geri adım atmayacağı, gerekirse yenilerini uygulamaya sokacağı tahmin edilmektedir.
Dünya Basınında Yer Alan Yorumlar
Fransa’da Liberation gazetesi gelişmeleri “İsrail ve Türkiye arasındaki gerilim dorukta” başlığıyla verdi. ”Türkiye’nin yaptırımlarının radikal olduğu” yorumunu yaptı. Gazetede, uluslararası alanda Filistin’in tanınmasıyla ilgili manevraların sürdüğü bir dönemde Türkiye ve İsrail arasındaki diplomatik ilişkilerin tırmandığına dikkat çekildi. Le Figaro’da “Türkiye, İsrail büyükelçisini sınır dışı etti”’ başlığıyla çıkan haberde, Türkiye’nin yaptırımları ve Türk yetkililerin konuyla ilgili açıklamaları ayrıntılı bir şekilde yer aldı. Gazetenin haberinde, “iki eski ittifak üyesi arasındaki uzlaşma çabalarının başarısızlıkla sonuçlanmasının Türkiye’nin yaptırımlarına neden olduğu”’ yorumu yapıldı.
İngiltere’de Times gazetesinde James Hider imzalı bir yorumda, İsrail’in Türkiye’yi kaybetmenin yanı sıra bu yıl Mısır’la da ilişkilerinin kötüleştiğini kaydetmiştir. Gazete, “Arap baharındaki istikrarsızlığın, bölgedeki güç dengelerinde ciddi kaymalara neden olduğunu” vurgulamıştır. Guardian eski bir İsrailli diplomat olan Alon Liel’in İsrail hükümetinin Türkiye’den özür dilemeyerek stratejik bir hata yaptığını söylediğini kaydetmiştir. Liel, Türkiye’nin İsrail Büyükelçisini sınır dışı etmesinin Ürdün ve Mısır gibi ülkelerde benzer şeyin yapılması konusunda hükümetlere yönelik halk baskısının artacağı yorumunu yapmıştır. Financial Times İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın eski genel direktörü ve siyaset bilimci Shlomo Avineri gazeteye İsrail’in özür dilemeyerek ve tazminat ödemeyerek hata yaptığını belirterek, “Türkiye ile ilişkiler, İsrail için önemli ve bu rapor krizin çözülmesi için bir çıkış yoluydu” demiştir.
İspanya’da El Pais “Türkiye, İsrail ile ilişkileri kesme tehdidinde bulunuyor” başlığını atmış ve İsrail’in Orta Doğu’daki müttefiklerini kaybettiğini vurgulamıştır. “Bir şey kesin: Kriz, Türkiye’ye olduğu kadar İsrail’e de zarar veriyor. Türkiye’ye zarar veriyor çünkü İran’dan İsrail’e tüm komşularıyla olan ilişkileri sayesinde bugünkü yüksek diplomasisini elde etmeyi başardı. İsrail’e zarar veriyor, çünkü BM’nin Filistin devletini tanıma kararı almaya yakın olduğu bir dönemde yalnız kalma lüksüne sahip değil” demiştir. El Mundo “Türkiye, İsrail ile bağları koparıyor” başlığının altında, “Ültimatom tamamlandı. Gelecek Çarşamba günü Ankara’daki İsrail büyükelçiliğinde ikinci kâtip düzeyinden yüksek diplomat kalamayacak” ifadelerini kullanmıştır.
Almanya’da B.Z “Büyükelçinin sınır dışı edilmesi İsrail’i tehlikeye sokacak ve dışlayacak” başlığıyla yayınladığı bir yorumda, Türkiye’nin aldığı yeni kararlarla İsrail’in daha da yalnızlığa sürüklendiği, İsrail’in, ABD ve Almanya gibi az sayıdaki dost ülkeye muhtaç olduğunu savunmuştur. Frankfurter Rundschau’da “Erdoğan’ın güçlü sinyalleri” başlığıyla yayınlanan bir yorumda, Türk hükümetinin, İsrail’e karşı gösterdiği sert tepkiyle bölgedeki güç seçeneklerinden faydalandığını gösterdiği belirtilerek, “Dengeli BM raporu anlaşmak için iyi bir temel oluşturabilirdi” denilmiştir. Berliner Morgenpost “Türkiye, İsrail ile gerginliği arıyor” başlığıyla yayınlanan bir yorumda ise, Türkiye’nin gerginliği azaltmak için daha fazla çaba harcaması gerektiği savunularak, “Ankara tarafından gerginliğin artırılması kabul edilemez ve Alman hükümeti de bunu açıkça dile getirmeli” şeklinde görüş belirtmiştir. Frankfurter Allgemeine Zeitung bölgedeki gerginliğin artırılmasının ne Türkiye’nin, ne de İsrail’in çıkarına olduğu belirtilerek, Türklerin ve Yahudilerin Osmanlı Devleti döneminde yıllarca barış içinde bir arada yaşadığı, her iki ülke diplomatlarının en kısa zamanda bunu hatırlayarak, bir an önce soruna çözüm yolu bulması gerektiği ifade edilmiştir.
ABD’de New York Times (Raporu resmi açıklama yapılmadan yayınlayan gazete) BM raporunun, İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkileri iyi yönde değiştirmesi gerekirken tam tersine iki ülkenin de kendi kuyusunu kazdığı yorumunu yapmıştır. Wall Street Journal Türkiye’nin İsrail Büyükelçisini sınır dışı ettiğine dikkat çekerken, ABD’nin Ortadoğu’da iki güçlü müttefikiyle arasındaki ilişkilerin düzeyinin düştüğünü yazmıştır. İsrailli bir yetkili ise, “Onlar bir yumruk gönderdiyse, bu bizim de onlara yumruk göndermemiz gerektiği anlamına gelmez” demiştir.
İsrail’de Haaretz gazetesinde Zve Bar’el imzalı yorumda Türkiye’nin tepkisinin İsrail’e açık kapı bıraktığı ve İsrail’in olanlardan dolayı özür dileyerek ilişkileri düzeltebileceğini iddia etmiştir. Bar’el, krizden Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ı sorumlu tutmuştur.
Türkiye’nin Yaptırımlarının Nedenleri
Türkiye, İsrail’den özür beklemektedir. Çünkü İsrail uluslarası hukuka aykırı olarak çoğunlukla Türk yolcuların bulunduğu bir gemiye operasyon yapmış, bunun sonucunda 9 Türk vatandaşı ölmüş, çok sayıda vatandaş yaralanmış ve baskı görmüştür. İsrail’in hareket tarzının temelinde ABD ve Batılı devletlerin sağladığı sınırsız destek neticesinde bu ülkede ortaya çıkan fütursuz yaklaşım ve şımarıklık yatmaktadır. İsrail özür dilemelidir. Çünkü özürün arkasında kendini sorgulama ve pişmanlık vardır. Bu sorgulama sonrasında ise İsrail paradigma değişimine gitmelidir. İsrail’in güvenlik tüketen bir ülke değil bölgede barış ve istikrara katkıda bulunan ve güvenlik üreten ülke paradigmasına terfi etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Türkiye’nin bölgede barış ve istikrarı sağlama yönündeki gayretleri belirli bir sonuca ulaşamayacaktır.
İsrail’in mevcut yaklaşımlarının ve hareket tarzının arkasında ABD ve diğer Batılı devletlerin sorgusuz desteği vardır. Türkiye’nin özür talebi, Batıyı bu sorgusuz desteği sorgulamaya ve İsrail’e baskı yapmaya sevk etmelidir. ABD ve Batının baskısıyla İsrail’de gerçekleşebilecek bir paradigma değişimi İsrail’in bölge ülkeleriyle ilişkilerinin gelişmesine imkan tanıyabilir. Böylece bölge güvenliği daha iyi sağlanabilecektir. Bu süreç aynı zamanda bölgedeki ABD ve Batı karşıtlığının yavaş yavaş ortadan kalkmasına hizmet edebilir.
Özürün ikinci bir anlamı daha vardır. Çünkü gerek alçak koltuk krizinde gerekse Mavi Marmara krizinde İsrail’in bölgede yükselen bir güç olarak Türkiye’yi hazımsızlığı yatmaktadır. İsrail iki krizde de; güçlenen Türkiye’nin yükselişini sekteye uğratmak, bölgedeki devletler ve halklar üzerindeki artan itibarını zedelemek istemiştir. Özür İsrail’in bu yöndeki beklentilerini boşa çıkaracak, Türkiye’nin bozulmaya çalışılan imajını daha da güçlendirecektir. Özür aynı zamanda hem küresel hem de bölgesel aktörler nezdinde Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğu, Türkiye’nin siyasi ilişkilerini ikinci kâtiplik düzeyine indirmesi ve askeri antlaşmaları askıya almasının özür dilemesi için İsrail üzerinde baskı oluşturduğu vurgusunu yerleştirecektir. Özür diğer taraftan Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesini isteyen küresel güçlere İsrail’e baskı yapılması gerektiği mesajını verecektir.
Türkiye zarar gören vatandaşlarına gerekli tazminatların ödenmesini istemektedir. Bir uzlaşma sağlanamadığına göre bu tazminatların uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak elde edilmesi için destek sağlanması gerekmektedir. Türkiye’nin açıkladığı yaptırımlarda bu desteğin sağlanacağı belirtilmektedir.
Türkiye’nin diğer bir talebi Gazze’deki insani dramın sona ermesi için bu bölgeye uygulanan ambargonun ve ablukanın kaldırılmasıdır. Çünkü ambargo ve abluka Gazze’de yaşayan halkın yaşama hakkını elinden almakta, beslenme, barınma ve sağlık hizmetleri gibi en zaruri ihtiyaçlarının karşılanmasını engellemektedir. Abluka ayrıca İsrail’in doğu Akdeniz’de üstünlük ve otorite sağlaması için bir araçtır. İsrail abluka aracılığıyla doğu Akdeniz’deki seyrüseferi kontrol etme imkânına sahip olmaktadır. Bu nedenle Türkiye İsrail’in Gazze’ye uyguladığı abluka ve ambargoyu Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) götüreceğini belirtmiş, doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestliğinin sağlanması için bölgesel bir güç olarak üzerinde düşen sorumluluğu yerine getireceğini beyan etmiştir.
Sonuç
Sonuç olarak Türkiye-İsrail ilişkileri tarihsel süreç içinde belirli zamanlarda yükselişler yaşadığı gibi belirli zamanlarda da dipler yaşamıştır. Son olarak 1990’larda başlayan yükseliş, Türkiye’nin bölgesel güç olarak son yıllarda bölgedeki etkinliğini artırması, bölgesel barış ve istikrarı sağlama girişimlerine İsrail’in gerekli katkıyı yapmaması, tam tersine güvenlik üreten değil güvenlik tüketen bir ülke olarak karşılık vermesi ilişkilerin gerilmesine neden olmuştur. Özellikle İsrail’in 2006’da Lübnan’a ve 2008’de Gazze’ye yaptığı operasyonlar Türkiye’nin bölgesel barış ve istikrar arayışlarına büyük bir darbe vurmuştur. Alçak koltuk krizi ile Türkiye’nin bölgede yükselen prestijine zarar verilmeye çalışılmış ve İsrail askerleri tarafından 9 Türk vatandaşının öldürüldüğü ve çok sayıda vatandaşın yaralandığı Mavi Marmara baskını ile de adeta Türkiye hedef alınmıştır. İsrail’in fütur tanımaz, insan hakları ve uluslararası hukuku hiçe sayan girişimleri karşısında Türkiye’nin uygulamaya koyduğu yaptırımlar ile Türkiye-İsrail ilişkileri dibe vurmuştur.
Yaptırımlar bölgedeki gelişmeler de dikkate alındığında İsrail’in iyice yalnız kalmasına neden olacaktır. Arap Baharı sürecindeki gelişmelerle birlikte bölge halklarının hükümetler üzerindeki yönlendirici etkisi ve İsrail’e duyduğu nefret bu ülkeyi bir güvensizlik ortamına sürükleyecektir. İlişkilerin dibe vurması, Türkiye-İsrail işbirliğini teşvik eden Batılı ülkelerin bölgedeki nüfuzuna zarar verecektir. Son derece haksız olduğu bu krizde dahi ABD ve diğer Batılı devletlerin İsrail’e sorgusuz sualsiz destek vermesi bölgedeki ABD ve Batı karşıtlığını artıracaktır. Bu nedenle bölgede imaj düzeltme çabası içindeki ABD ve Batının sorunun çözümü için Türkiye ve İsrail’in uzlaşması yönündeki girişimleri oldukça doğaldır.
Yaptırımlar sonrası Türkiye’nin bölgedeki imajı daha da yükselecektir. Türkiye bu süreçte mazlum Ortadoğu halklarının sorunlarını dile getirmek için risk alan, fedakârlık gösteren kahraman, örnek ve öncü ülke statüsü kazanacaktır. Türkiye’nin bölgesel güç konumu böylece bölge ülkeleri ve küresel güçler tarafından kabul edilecek ve benimsenecektir. Bölge sorunlarının çözüme kavuşturulması için uluslararası düzeyde girişimlerde bulunması, bu girişimlere büyük güçlerin ve diğer ülkelerin desteğini sağlama gayretleri Türkiye’yi küresel aktör seviyesine taşıyabilecektir.
İsrail’in hasım ülke durumuna getirilmesi Türkiye’nin terör ve sözde Ermeni soykırımı tasarısı gibi var olan hassasiyetlerinde olumsuz gelişmelere yol açabilir. Aynı şekilde İsrail ile teknolojik, ekonomik ve ticari ilişkilerde yavaşlamanın Türkiye’nin gelişmesine olumsuz etki etmesi muhtemeldir. Ancak Türkiye’nin bugün ulaştığı mevcut kapasitesi bu sürecin üstesinden gelmesini sağlayabilecektir. Diğer taraftan İsrail’le ilişkilerin gerilemesi ile Türkiye’nin Batılı imajının sorgulanması artarak devam edecektir. Eğer gerekli tedbirler alınmazsa Batı ile ilişkiler olumsuz yönde etkilenebilir.
Bölgesel bir güç ve küresel bir aktör olma hedefi, yumuşak gücün yanında sert gücün de dış politikanın bir aracı olarak kullanılmaya başlanmasını gerekli kılmaktadır. Ancak sert güç kullanılırken gerçekçi, akılcı ve sağduyulu olunmalıdır. Sert güçün yumuşak güç ile etkileşim içinde sinerji sağlayacak şekilde kullanılmasına özen gösterilmelidir. Aksi takdirde tutkular ve hayalperestlik Türkiye’nin hata yapmasına neden olabilir.
Yazının İngilizcesi için tıklayınız…
Doç. Dr. Atilla Sandıklı
BİLGESAM Başkanı
Kaynak: BİLGESAM