TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİ: 1990’LI YILLARDA İKİ ÜLKEYİ BİRBİRİNE YAKINLAŞMAYA İTEN NEDENLER
Her ne kadar Türkiye İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden birisi de olsa birçok gözlemciye göre Türkiye-İsrail ilişkileri Türkiye’nin Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında izlediği denge politikası ve Orta Doğu’ya yönelik kayıtsızlığı nedeniyle başlarda düşük profil düzeyinde seyretmiştir.[1] Bu doğrultuda Nachmani’ye göre Türkiye-İsrail ilişkilerini iki büyük dönemde incelemek doğru olacaktır: birincisi 1948-1980 döneminde inişli çıkışlı ve dalgalı bir seyir izleyen ve daha çok istihbarat ve askeri konularda iş birliğine dayalı dönem; ikincisi ise 1980’lerden 2000’lere kadar süren istihbarat, askeri konular, ekonomik ve sivil-kültürel pek çok alana yayılan ve sürekli bir yükseliş grafiği gösteren dönemdir.[2]
2000’li yılların ortalarından bugüne özellikle Davos krizi ve sonrasındaki Mavi Marmara baskını ile Türkiye-İsrail ilişkilerinde üçüncü ve yeni bir dönemin Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında başladığı söylenebilir. Ancak bu yazıda daha çok 1980’lerden 2000’lere kadar istikrarlı bir gelişme grafiği gösteren Türkiye-İsrail ilişkilerinin ikinci dönemi incelenecek ve Türkiye ve İsrail’i birbirlerine yakınlaşmaya iten nedenler üzerinde durulacaktır.
1980’lerden 1990’lara uzanan ve nihayetinde birçok askeri ve ekonomik antlaşmayla taçlanan Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde İsrail’i Türkiye ile yakınlaşmaya iten faktörler incelendiğinde öncelikle Arap devletleriyle çevrili ve İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanılan trajik Holokost sonrası kurulan İsrail’in kuruluşundan bugüne değin kendisini hiçbir zaman güvende hissedemediği ve bunun sonucunda kendisine bölgede ortaklar arayışına girmek zorunda kaldığı söylenebilir. İsrail’in en başından beri yaşadığı bu yalnızlık ve yok edilme korkusu, Birinci Körfez Savaşı’nda ülkenin Scud füzeleri tehdidi nedeniyle haftalarca paralize olması sonrasında doruk noktasına çıkmıştır.[3] Bu sebeple 1993 yılında İsrail Dış İşleri Bakanı Shimon Peres geleneksel ulusal güvenlik politikalarının bir kenara bırakılarak, başta Türkiye ile olmak üzere bazı ülkelerle bölgesel iş birliğine gidilmesi fikrini ortaya atmıştır.[4] Carroll’a göre zaten İsrail’i Türkiye ile yakınlaşmaya iten temel sebep; düşmanca ilişkilerin Filistin sorunu temelinde daha da derinleştiği Irak ve Suriye karşısında kendisine güçlü bir ortak bulma gayretidir.[5] İnbar ve Sandler’a göre İsrail’in Amerikan desteğinin yanında Orta Doğu’da varlığını ve güvenliğini koruyabilmesi için mutlaka bölgesel ortaklıklara ihtiyacı vardır.[6] Örneğin İsrail’le düşmanca ilişkileri bulunan İran, Irak ve Suriye’den gelebilecek füze saldırılarına karşı Türkiye’nin hava sahasının kullanılması İsrail açısından önemli bir stratejik kazanım olacaktır. Bu anlamda İsrail’i Türkiye ile ilişkilerini yüksek profil düzeyine taşımak yönlendiren için temel neden güvenlik ihtiyacı doğrultusunda bölgesel iş birliklerine göre şekillenen yeni dış politikasıdır. Bu sebeple İsrail Savunma Bakanı Yitzhak Mordechai 1997 Aralık’ında Türkiye-İsrail ilişkilerinden “stratejik ortaklık” şeklinde söz etmiştir.[7] Güvenlik ihtiyacı temel sebep olmasına karşın diğer bazı motivasyon kaynaklarından da söz edilebilir. Mesela İsrail’in yüksek teknolojik silah ve askeri teçhizatlarını önemli bir pazar olan Türkiye’ye satmak ve ekonomisini güçlendirmek istemesi bu noktada diğer önemli bir neden olarak vurgulanmalıdır. Türkiye vasıtasıyla İsrail’in başta Orta Asya Türk devletleri olmak üzere yeni pazarlara açılmak istediği ve buralara da askeri teknolojisini satarak ekonomik kazanç elde etmek istediği söylenebilir. Sonuç olarak İsrail’i Türkiye ile yakınlaşmaya iten temel güdülerin güvenlik ve ekonomik kazanç olduğu belirtilmelidir.
Türkiye açısından da bakıldığında ise durum biraz daha karışıktır. Soğuk Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından doğan boşluğu müttefiki Amerika Birleşik Devletleri’nin de teşvikiyle doldurmak ve böylelikle Orta Doğu ve Orta Asya’da daha fazla söz sahibi olmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti, giderek ABD ile yakın ilişkilere ve Avrupa Birliği üyeliğine dayalı Batı yanlısı dış politikasını çok boyutlu bir eksene oturtmaya başlamıştır.[8] Bu nedenle Türkiye giderek daha aktif ve iddialı bir dış politika izlemeye başlamış; İran İslam Devrimi sonrası İran’a yönelik ambargoya katılmamış, Karadeniz Ekonomik İş Birliği Teşkilatı ve İslam Konferansı Örgütü vasıtasıyla bölgesel gücünü arttırmaya başlamıştır.[9] Ancak aktif dış politika açılımının Türkiye’ye önemli bir maliyeti olmuş ve komşu ülkeler güçlenmesini istemedikleri Türkiye’ye karşı etnik bölücü PKK terörizmini desteklemeye başlamıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin enerjisi de ülke içerisinde ciddi yönetişim sorunları yaratan PKK terör örgütünün faaliyetlerinin durdurulması üzerine yoğunlaşmaya başlamıştır. Güneydoğu Anadolu bölgesi başta olmak üzere Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli nüfus arasında giderek kitleselleşen ve daha fazla sempatizan bulmaya başlayan PKK ile mücadelede gelişmiş teknolojik silahlara ihtiyaç duyan Türkiye, bu sebeple İsrail ve Mısır’ın hemen ardından ABD’den en çok silah ithalatı yapan ülke durumundadır.[10] Ancak çeşitli lobi grupları ve insan hakları kuruluşlarının çabalarıyla Amerika’da Türkiye’ye yönelik silah satışlarına tepkiler oluşmuş ve 1996 yılından başlayarak silah satışı sınırlandırılmıştır. Özellikle Uluslararası Af Örgütü’nün çalışmaları sonucu örneğin 1997 Aralık ayında Beyaz Saray’da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Mesut Yılmaz’ı kabul eden ABD Başkanı Bill Clinton, “Türkiye’de insan hakları konusunda gelişme kaydedilmezse bu ülkeye silah satışı yapılmayacağını” belirtmiştir.[11] Türkiye’nin bu durumda ABD’ye alternatif aradığı günlerde karşısına çıkan en uygun ülke İsrail olmuştur. Silah alımının yanında İsrail istihbaratından (MOSSAD) yardım alarak PKK ile daha kolay mücadele edilebileceğini düşünen Türkiye, İsrail’e benzer şekilde temelde güvenlik açısından İsrail’le yakınlaşma gereksinimi duymuştur. 1970’lerde CİA ve SAVAK’la beraber Irak’taki Baas rejimine karşı Kürt peşmergelerinin eğitiminde rol üstlenmiş olan MOSSAD’ın Türkiye’ye PKK ile mücadelede çok değerli katkılar sunabileceği düşünülmüş ve bu nedenle İsrail’le yakınlaşmanın haklı gerekçesi bulunmuştur.[12] Türkiye’nin bu konuda cesaretlenmesinde İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun Mayıs 1996’da yaptığı PKK’yı ve genel olarak terörizmi kınayan ve Türkiye’ye dostluk eli uzatan açıklamasının da önemli rolü olmuştur.[13] İsrail’in daha sonraları teröristbaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasında da Türkiye’ye yardımcı olduğu ilerleyen yıllarda Türk basınında birçok defa yazılmıştır. Buna ek olarak, Türkiye’yi İsrail ile yakınlaşmaya iten ikinci çok önemli bir neden Türkiye’nin iç politikasıyla alakalıdır. Türkiye’de yükselen siyasal İslam akımına karşı iç hizmet kanunu 35. maddeye[14] dayanarak kendini rejimin bekçisi olarak gören Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Refahyol iktidarı ve İsrail karşıtı görüşleriyle bilinen Başbakan Necmettin Erbakan’ın politikalarına karşı İsrail ile yakınlaşmayı savunması ve bu doğrultuda hükümete yönelik baskıları da (mesela Şubat 1996’da imzalanan ancak Erbakan hükümetince birkaç defa ertelenen silah antlaşmasının yürürlüğe sokulması) Türkiye-İsrail yakınlaşmasında etkili bir faktör olmuştur. Bu noktada ismini 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından alan 28 Şubat sürecinde de İsrail-Türkiye yakınlaşmasının etkili olduğu iddia edilebilir. Bunlara ek olarak Türkiye’de yükselen İslamcılık hareketinin yarattığı endişe ve korkuların Türkiye’deki sivil ve askeri bürokrasi ile entelijensiyayı psikolojik olarak da İsrail ile yakınlaşmaya itmiş olduğu söylenebilir.
Son tahlilde, 1990’lı yıllarda her iki ülkeyi birbirleri ile yakınlaşma ve ortaklığa iten temel sebeplerin güvenlik olduğu ortadadır. İsrail bölgedeki yalnızlık durumunu ortadan kaldıramadığı için Müslüman ancak Arap olmayan Türkiye ile ortaklık kurmak istemiş, Türkiye de PKK terörizmine karşı İsrail’in silah teknolojisine ve istihbarat desteğine ihtiyaç duymuştur. İsrail’in için ikinci önemli neden ekonomik olarak karşımıza çıkarken, Türkiye için ise rejimin laik ve demokratik niteliğinin korunması ikinci temel faktör olmuştur. Ancak bu yakınlaşma 2000’li yıllara gelindiğinde ciddi bir şekilde yıpranmaya başlamış ve iki ülke Mavi Marmara krizi ile neredeyse savaş durumuna gelmiştir. Gelecekte Orta Doğu’da barış ve istikrar adına ilişkilerin düzelmesi için, her iki ülkenin de birbirlerinin hassasiyetlerine daha fazla önem vermeleri ve İsrail’in Filistin’e yönelik politikalarını revize etmesi beklenebilir.
Ozan ÖRMECİ
KAYNAKÇA
– Amikam Nachmani, The Remarkable Turkish – Israeli Tie in “Turkey and the Middle East” (The Begin-Sadat Center for Strategic Studies, Bar-Ilan University, Israel, Ramat Gan, May 1999), Security and Policy Studies No. 42, Reprinted with permission from Middle East Quarterly, Vol. 5, No. 2 (June 1998)
– Amikam Nachmani, Turkey: Facing a New Millennium, (Manchester: Manchester University Press, 2003)
– Efraim Inbar, Türk-İsrail Stratejik Ortaklığı (Turkish – Israeli Strategic Cooperation), (Ankara: ASAM, 2001)
– Efraim Inbar and Shmuel Sandler, “The Changing Israeli Strategic Equation: Toward a Security Regime”, BESA Security and Policy Studies No. 23, June 1995
– Gencer Özcan, “Türkiye – İsrail İlişkileri 50. Yılına Girerken” (Turkish – Israeli Relations in its 50th year) in Türk Dış Politikasının Analizi eds. Faruk Söylemezoğlu. (İstanbul: Der Yayınları, 2001)
– Gökhan Bacık, “The Limits Of An Alliance: Turkish-Israeli Relations Revisited”, Arab Studies Quarterly (ASQ), (Summer 2001)
– Ha-aretz, (May 27, 1997)
– Ha-aretz, “Turkey pledges to deepen ties”, (December 9, 1997)
– Jennifer Washburn, “Power Bloc”, The Progressive, 20 (1), December 1998
– John Tirman, “Improving Turkey’s Bad Neighborhood: Pressing Ankara for Rights and Democracy”, World Policy Journal, Vol. 15, No. 1
– Shimon Naveh, “The Cult of the Offensive Preemption and Future Challenges for Israeli Operational Thought” in Efraim Karsh, ed. Between War and Peace: Dilemmas of Israeli Security (London: Frank Cass, 1996)
– Thomas Patrick Carroll, “Ankara’s Strategic Alignment with Tel Aviv: Implications for Turkey and the Region”, Middle East Intelligence Bulletin, Vol.3, No. 5, (May 2001)
[1] Efraim Inbar, Türk-İsrail Stratejik Ortaklığı (Turkish – Israeli Strategic Cooperation), (Ankara: ASAM, 2001), p. 8.
[2] Amikam Nachmani, The Remarkable Turkish – Israeli Tie in “Turkey and the Middle East” (The Begin-Sadat Center for Strategic Studies, Bar-Ilan University, Israel, Ramat Gan, May 1999), Security and Policy Studies No. 42, p. 19. Reprinted with permission from Middle East Quarterly, Vol. 5, No. 2 (June 1998).
[3] Shimon Naveh, “The Cult of the Offensive Preemption and Future Challenges for Israeli Operational Thought” in Efraim Karsh, ed. Between War and Peace: Dilemmas of Israeli Security (London: Frank Cass, 1996), p. 170.
[4] Ha-aretz, “Turkey pledges to deepen ties”, (December 9, 1997).
[5] Thomas Patrick Carroll, “Ankara’s Strategic Alignment with Tel Aviv: Implications for Turkey and the Region”, Middle East Intelligence Bulletin, Vol.3, No. 5, (May 2001). Available on http://www.meib.org/articles/0105_me2.htm.
[6] Efraim Inbar and Shmuel Sandler, “The Changing Israeli Strategic Equation: Toward a Security Regime”, BESA Security and Policy Studies No. 23, June 1995.
[7] Ha-aretz, “Turkey pledges to deepen ties”, (December 9, 1997)
[8] Gencer Özcan, “Türkiye – İsrail İlişkileri 50. Yılına Girerken” (Turkish – Israeli Relations in its 50th year) in Türk Dış Politikasının Analizi eds. Faruk Söylemezoğlu. (İstanbul: Der Yayınları, 2001), p. 168.
[9] Gökhan Bacık, “The Limits Of An Alliance: Turkish-Israeli Relations Revisited”, Arab Studies Quarterly (ASQ), (Summer 2001).
[10] John Tirman, “Improving Turkey’s Bad Neighborhood: Pressing Ankara for Rights and Democracy”, World Policy Journal, Vol. 15, No. 1, p. 62.
[11] Jennifer Washburn, “Power Bloc”, The Progressive, 20 (1), December 1998, p. 3.
[12] Marios Evriviades, “The Turkish – Israeli Axis: Alliances and alignments in the Middle East”, Orient: German Journal for Politics and Economic of the Middle East, Vol. 39, No. 4 (1998), p. 566.
[13] Ha-aretz, (May 27, 1997).
[14] Madde 35 – Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır.