Türkiye İle Avrupa Birliği (AB) Arasındaki İlişkilerde Yaşanan Tıkanıklığın Nedenlerine ve Geleceğe İlişkin Düşünceler
Öncelikle önemli bir hususu vurgulayarak başlamamda yarar vardır. Bu çalışma esas itibariyle, baslıkta da belirttiğim gibi, AB ile ilişkilerimizde yaşanmakta olan sıkıntılı bir dönemin nedenlerini ve geleceğe yönelik beklentilerimi kendi değerlendirmeme göre irdeleyebilme amacı taşımaktadır. Türkiye’nin AB için önemi veya vazgeçilmezliği ve/veya AB’nin Türkiye olmadan küresel bir güç olamayacağı gibi, gene de kısaca değineceğim savların, içinde bulunduğumuz aşamada, en azından resmi düzeyde, artık geride kalmış olmaları gerektiğini varsayıyorum. Taraflar karşılıklı olarak çıkar görmemiş ve ikna olmamış olsalar, üyeliğin ilk basamağı olarak görülebilecek müzakereler başlayabilir miydi? Diğer bir ifadeyle, Devletler düzeyinde müzakerelerin başlatılması için koşulların yeterli olduğu kararı verilmiştir. Kamuoyları nezdinde tanıtma faaliyetleri ise doğal olarak sürdürülecektir. Kamuoyu desteği olmadan basari sağlanması kolay değildir. Türkiye’nin AB için niçin gerekli olduğuna dair tezlerimizin bu kapsamda islenmeye devam edilmesi eşyanın tabiatında vardır.
Türkiye-AB İlişkilerinin Kısa Tanımı
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin tarihi elli yılı asmış bulunmaktadır. Türkiye o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET) Temmuz 1959’da başvurmuştur. Başvurunun arkasında aslında o günkü koşullarda değerlendirilmeye muhtaç bazı gerekçeler yatmaktadır:
a) Yunanistan Mayıs 1959’da başvuruda bulunmuştur. Türkiye dış politikası gereği gecikmeden izlemiştir.
b) Türkiye o dönemlerde basta tutun, fındık, kuru uzum ve kuru incir olmak üzere az sayıda tarım urunu ve bazı madenleri ihraç edebiliyordu. Aslında talep kâr ülkeler bunları ithal ediyordu demek daha gerçekçi olur. Bunların önde gelen ithalatçıları AET ülkeleriydi.
c) Türkiye 1958’de yeni bir ekonomik kriz yasamıştı ve büyük bir devalüasyon yapmıştı. Para sıkıntısı vardı. AET bu bağlamda güçlü bir destek olabilecekti.
d) Gümrük Birliği ve uzun vadede Siyasi Birlik esasi üzerine bina edilen AET’ye rakip olarak İngiltere’nin öncülüğünde Serbest Mübadele Bölgesi kapsamında kurulan EFTA’nın temel felsefesi Türkiye için daha az geçerliydi. Türkiye, Batılılaşma politikası çerçevesinde, AET’nin parçası olmanın uzun vadede hedefleriyle daha fazla örtüştüğü inancındaydı.
Sonuçta Türkiye-AET Ortaklık Antlaşması (Ankara Antlaşması) Eylül 1963’de parafe edildi ve 1 Aralık 1964’de yürürlüğe girdi.
Antlaşma uç safhalı bir uygulamayı içeriyordu. Birinci safha, normalde beş yıl olmakla birlikte gerekirse on bir yıla kadar uzatılabilecek Hazırlık Dönemi’ydi. Bu Dönemde Türkiye’nin, AET’nin verdiği tek taraflı ticari tavizler ve beser yıllık mali yardımlarla, ekonomisini, İkinci Donemi oluşturacak Gümrük Birliği’nin getireceği yükümlülükleri üstlenebilecek bir düzeye yükseltmesi amaçlanıyordu. Bu Donemin aslında bir ise yaramadığı kısa surede ortaya çıktığından, zamanın Başbakanı Demirel’in Mayıs 1967’de gerçekleştirdiği Brüksel ziyaretinden sonra, daha fazla beklemeden, İkinci Döneme geçiş müzakerelerinin başlatılması kararlaştırıldı. Aralık 1968’de başlatılan müzakereler bir buçuk yıl surdu ve Gümrük Birliği’nin esaslarını düzenleyen Katma Protokol, 23 Kasım 1970’de imzalanarak, onay işlemlerini müteakip, 1 Ocak 1973’de yürürlük kazandı. Protokol’ün ticari hükümleri ise bir ara mutabakatla 1 Eylül 1971’den itibaren uygulamaya konulmuştu. Antlaşma’nın Son Dönemi’nde Tarafların politikalarını her alanda giderek daha fazla ahenkleştirmeleri öngörülmüştü. Bu dönemin suresi yoktu.
Sanayi alanını kapsayan ve halen de uygulanmakta olan Gümrük Birliği’nin normal suresi on iki yıldı. 1967 yılında değer olarak AET’den yaptığımız ithalatın yüzde kir besine tekabül eden ürünler listesi için korumanın, tarafımızdan giderek yirmi iki yılda kaldırılması vazedilmişti. AET ise pazarını Türkiye’ye ilk günden itibaren topyekûn açmaktaydı. Bir başka deyişle, Gümrük Birliği modeli asimetrikti. Bunun nedeni doğal olarak Taraflar arasındaki gelişmişlik farkıydı. Türkiye’nin güçlenerek tedricen yükümlülük altına girmesi ilkesi kabul edilmişti. Bu bağlamda her iki Taraf için de Gümrük Birliğine kesin geçiş tarihi 1 Ocak 1996’dir.AET ayrıca tarım alanında Türkiye’ye zaman içinde gelişen tek taraflı tavizler tanıyor, sosyal alanda AET normlarına geçişi amaçlayan olanaklar sağlıyor, mali yardımları da artarak sürdürüyordu. Israrla yapıldığı cihetle burada düzeltmem gereken hata, Gümrük Birliği’nin yeni bir Antlaşma olmayıp, Ortaklık Antlaşması’nın İkinci Dönemi’nden ibaret olduğudur. Bu arada Türkiye’nin yirmi yıla yakın bir sureyle AET pazarından tek taraflı olarak yararlandığı da hatırda tutulmalıdır. Bu konuya ileride döneceğim.
Ortaklık Antlaşması bağlamında kısaca belirtmemde yarar olan diğer bir husus, tam üyelikle ilgilidir. AET’yi kuran Roma Antlaşması’nda doğrudan tam üye olabilmenin temel koşulu Avrupalı demokratik bir ülke ve ekonomik açıdan yükümlülükleri üstlenebilecek düzeyde olmaktı. Ekonomik yeterliliğe sahip bulunmayan bu nitelikteki ülkeler içinse, 238 inci maddede, tam üyelik hedefine yönelik Ortaklık statüsü öngörülmekteydi. Yunanistan’ın ve ülkemizin Antlaşmaları bu kapsamdadır. Bir başka anlatımla, tam üyelik üzerine bina edilmişlerdir. Buna ve Giriş Bölümündeki ifadelere ek olarak, Ortaklık Antlaşmamızın 28 inci maddesinde, tam üyelik hakkimiz ayrıca özel biçimde de vurgulanmıştır. Bu hak iki önemli veriyi içermektedir. İlk olarak, ileride ele alacağım itirazlara karsın, Türkiye’nin Avrupalı olduğu bu Antlaşmayla teyit ve tescil görmüştür. İkincisi, Türkiye’nin tam üyelik için başvuru hakki zamanla sınırlandırılmamış olup, her an yapılabilir. Bunun için Gümrük Birliğinin tamamlanmasının beklenmesine gerek yoktur. Nitekim Başbakan Özal zamanında 1987’de gerçeklesen ancak o günü koşullarında sonuç alınamayan başvuru bunun kanıtıdır. Burada tek koşul, Tarafların Türkiye’nin tam üyelikten doğacak yükümlülükleri yerine getirebilecek bir düzeyde olduğunda anlaşmaya varmalarıdır ki, bu da doğaldır ve esasen Roma Antlaşmasındaki hükümle örtüşmektedir. Bu vesileyle, gene itirazlara bağlı olarak, Fransa’nın büyük Devlet adamlarından olan General De Gaulle’un 1968 yılında bir dergide yayınlanan uzun makalesinde, Türkiye’yi Avrupa’nın değerli ve ayrılmaz bir parçası olarak zikrettiği de hatırlardadır. Esasen, Ortaklık Antlaşmamızın akdini açan yolda General De Gaulle ile Alman Şansölyesi Adenauer’in ortak kararlarının oynadığı rol de inkâr edilemez. Son dönemde Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ile Almanya Şansölyesi Schroeder’in müzakerelerin başlamasına götüren destekleri de anımsanacaktır.
Antlaşma, tam üyelik müzakerelerinin sürdüğü günümüzde de, AB ile ilişkilerimizi düzenleyen hukuki zemini oluşturmaya devam etmektedir.
Moral Açıdan AB’nin Anlamı
Ortaklık ilişkilerinin başlamasından bu yana hem dünya konjonktürü, hem AB, hem de Türkiye önemli değişikliklere uğramıştır. Küreselleşen dünyada rekabet artık bölgeler arasında cereyan etmektedir. Büyük güce sahip başat ülkeler dışında birleşerek güç ve işbirliği yapmak ve geniş piyasa oluşturmak için çaba harcanmaktadır. AB bunun Avrupa kıtasında gelişen örneğidir. Giderek de kıtasal konumunu güçlendirmektedir. Halen yirmi yedi üyeye çıkmış olup, zamanla ve katılacakların iradesine göre otuz uç üyeliğe ulaşabileceğinden söz edilebilmektedir. Türkiye de kuskusuz Ortaklık Antlaşmasının yapıldığı zamanki ülke değildir. Kalkınmasıyla artık bir bölgesel güç konumuna doğru yol almaktadır. Halen AB üyesi pek çok ülkeden daha ileri bir düzeye sahip olduğu da açıktır. Temel yöneliminin Bati olmaya devam etmesi çıkarınadır. Bu bağlamda AB ile ilişkilerini tam üyelikle tamamlamasından daha doğal bir şey olamaz. Bu bakımdan, bu faktörlerin ışığında, katılma müzakerelerinin başlatılmış olması surecin mantıklı bir sonucudur.
Hal böyle olmakla beraber, gelinen nokta çeşitli soru işaretleriyle doludur. Bunun nedenlerini kısaca irdelemekte yarar olduğu kanaatindeyim. Bunun, bilerek veya bilmeyerek ileri sürülen iddialara da bir ölçüde cevap oluşturabileceğini düşünüyorum.
Öncelikle AB’nin simgesel ve ilkesel statüsünün ne olduğuna bakalım. Bu statü ayni zamanda Türkiye’nin nasıl bir entegrasyonda yer almaya aday olduğunun ve nelere uyum sağlaması gerektiğinin de göstergesini oluşturmaktadır:
a) AB’nin kuruluş amaçlarından biri sürekli barısın tesisidir. Tarihte büyük savaşlar çoğunlukla Avrupa’dan veya Avrupalı ülkelerden kaynaklanmıştır. AB basta Almanya ile Fransa’yı devletler üstü bir sistemde bağdaştırarak, bu hedefi gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Avrupa’da altmış yıldır barış içinde yaşandığı ve yaşanmaya devam edildiği dikkate alınırsa, bu iddialı girişimin başarıya ulaştığı söylenebilir.
b) Devletler üstü sistemin temel ögesi, üye ülkeler arasında uzlaşıya dayalı bir karar alma mekanizması üzerine bina edilmiş bir egemenlik devridir. Diğer bir deyişle, üye ülkeler anlaştıkları ve iç hukuk yoluyla sonuçlandırdıkları alanlarda yetkiyi Brüksel’deki Organ’lara devretmeyi peşinen kabullenmişlerdir. Buna gerekli hallerde Anayasalar da dâhildir. Örneğin ulus-devlet konusunda en tutucu ülkelerden biri olan Fransa dahi, Anayasasına, bu şekilde oluşmuş AB hukukunun üstünlüğüne dair hüküm eklemiştir. Uzlaşma için en iyi örnek ise ahiren yaşanan referandum başarısızlıklarıdır. “Anayasa Projesinin” Fransa ve Hollanda’da reddinden sonra yeni uzlaşı arayışlarına gidilmiş ve bu aşamada yapılabilir olarak görülen “Lizbon Antlaşması” üzerinde mutabık kalınmıştır. Böyle bir Antlaşma olmadan AB’nin yönetilmesi olanaksızlaşmaktaydı. Buna da Iranda referandumunda karşı çıkılmıştır. Değişik bir açıdan bakıldığında, böylesine kritik bir konuda İrlanda boyutunda bir ülkenin beş yüz milyonun kaderini etkilemesi ve yıllarca suren bir uğraşıyı tamamen iç politika saikleriyle akamete uğratması karsısında, diğer üyelerin bu ülkeye bir ültimatom vererek, ya devam ya terk talebinde bulunmalarının çok da mantık dışı olmayabileceği düşünülebilirdi. Oysa AB’nin uzlaşı ilkesi kapsamında, yeni bir zaman kaybı pahasına, tam tersi yapılmıştır. Önce İrlanda halkının itiraz ettiği hususlar değerlendirilmiş, bunlardan yerine getirilebilecekler için gereği yapılmış, kamuoyunun iknası için İrlanda Hükûmeti ile işbirliğine gidilmiş, ikinci referandumda olumlu sonuç alınarak, Antlaşma yürürlüğe konmuştur. Ayni örneğin geçmişte Danimarka için de yaşandığı hatırlardadır.
c) AB bir dayanışma mekanizmasıdır. Karar alma sistemi hantal görülebilirse de, ele aldığı konularda, er veya geç, arzulanana göre az, çok veya değişik, ancak mutlaka karara varabilmektedir. Gerçi sık aralıklarla gerçekleştirilen genişlemeler ve özellikle son zamanlarda katılanların yer yer uyum sorunu yaşamaları nedeniyle, Lizbon Antlaşmasıyla karar alma mekanizmalarında da bazı esneklikler ve yenilikler getirilmesi gereği ile karşılaşılmış olmakla birlikte, temel ilke devam ettirilmektedir. Roma Antlaşması’nda ise dayanışma ilkesi çok daha net biçimde yer almaktaydı. Roma Antlaşması AB’ne nasıl katlanacağına dair hükümler içermekte, ancak nasıl çıkılabileceğini düzenlememektedir. 1980’lerin baslarında bu konunun nedeni tartışılmak mecburiyetinde kalındığında, uzmanlar, AB’nin kurucularının dayanışma ilkesini vazettiklerini, bu bağlamda zorda olan ülkelere yârdim edilerek bunların da düze çıkarılmalarının amaçlandığını, dolayısıyla “çıkarılma veya atılma” gibi düşüncelere bilinçli olarak yer verilmediğini dile getirmişlerdir. Bu konu Ortaklık Antlaşmamızın imzalanmasından önce ülkemizde de tartışılmıştır. Dönemin Başbakanı İnönü, Antlaşma oluruna sunulduğunda, çıkma hükmünün bulunmamasının nedenini sormuş, “kapitülasyonlardan kurtulmak için verdiğimiz mücadele hala hatırımdayken sonu açık yeni bir Antlaşmayı kabullenemem” demiştir. Sonunda çıkmanın aslında her ülkenin hur iradesine bağlı ancak temel ilkenin dayanışma olduğu gerekçeleriyle anlatıldıktan sonra olur vermiştir. İleride yeniden kısaca döneceğim bu tereddüt bile, başından itibaren AB’ne bakış açımızı simgeleyen bir gösterge olarak değerlendirilebilir. Son olarak Yunanistan için alınan kararlar da dayanışma zihniyetinin bir tezahürüdür. Burada, Yunan Hükûmetlerinin yanlış ve savurgan politikaları nedeniyle yaşanan ve genelde yanıltılma dışında diğer üyelerin kusuru bulunmayan, ancak yıkıcı sonuçlardan kaçınmaya yönelik ortak çıkar dengesi uyarınca alınan bir karar olmanın unsurlarını görmek de mümkün olmakla birlikte, dayanışmanın yine işlevini yerine getirdiği gerçektir. Örneğin 1979’da, ucu AB üyesi dört konsorsiyum ülkesinin, beş yılda sonuçta toplam iki milyar dolarlık bir fon oluşturmak için bile Türkiye’yi ne kadar uğraştırdığı veya Arjantin’in karşı karsıya kaldığı krizle ilgili acı durum hatırlandığında, Yunanistan’a yapılanın, AB olgusunun önemini belirginleştiren yeni bir davranış olduğu rahatça ileri sürülebilir. Bu arada AB’nin Fon’lar marifetiyle gerçekleştirdiği yardımları anımsamakta da yarar mevcuttur.
Ancak bunun süresiz böyle devam edebilme sansı kuskusuz yoktur. Üyelerin katkıda bulunmadan hep alıcı gibi davranmalarının da hududu vardır. Burada önemli olan, uyum sağlayarak ve birlikte ileri giderek, geleceğin ortak hedeflerine varılmasının sağlanmasıdır. Bunu başaramayacağı açıkça ortaya çıkan ülkelerin, sistem dışına itilmeleri bir noktadan sonra kaçınılmaz olmaktadır. Bu bağlamda Lizbon Antlaşması “üyelikten ayrılma” hükmüne bu nedenle ilk kez yer vermek zorunda kalmıştır. AB’de, artık, alınanla verilen arasındaki oransal ilişkinin kabullenilmekte olduğu bir süreç de başlatılmış bulunmaktadır. Buna kimileri “çok vitesli Avrupa”, kimileri de “konsantrik halkalar” demektedirler. Buradaki esas, her üyenin AB politikalarına katılması veya katılabilmesi ölçüsünde bunlara dâhil olabilmesidir. Örneğin İngiltere dahi, sosyal politikalar ve mali konularda katılmayı henüz kabullenmediğinden, ikinci kategoride yer alacak gibi görünmektedir.
Bu vesileyle önemli bir hususa daha dikkat çekmek isterim. Yaşanmakta olan küresel kriz ve bunun AB yönünden de yarattığı ciddi sıkıntılar dolayısıyla, bir dağılma veya en azından gevşeme surecine girilebileceğine dair iddialar ortaya atılmaktadır. AB geçmişte de ciddi sıkıntılarla karşılaşmış ve her seferinde sorunları yeni bir ivmeyle asmıştır. Kurucularının zihniyeti ve birlikteliğin getirdiği avantajlar devam ettiği surece, AB, yukarıda kısaca sunmaya çalıştığım kapsamda, modelde pragmatik bazı düzenlemeler yapmakla birlikte, hedefinden herhalde sapmayacaktır. Bu bir intihar olur. Bu itibarla, mevcut konjonktürün de aşılacağına inanmak ve geleceğe bu bağlamda daha iyimser bakmak doğru yaklaşımdır diye düşünüyorum.
d) Yukarıdaki hususların doğal sonucu olarak, AB üyeleri karşılıklı güven duygusuna da sahip olmak durumundadırlar. Diğer bir ifadeyle, birbirlerine kuşku ile yaklaşmamakta, ortak idealler ve hedef doğrultusunda, tabiatıyla çıkarlarını da olabildiğince gözeterek, ileri hamleler yapmaktadırlar. Esasen bu nedenledir ki, kararlar genellikle uzun sure çalışarak ancak “asgari müşterekte oluşturabilmektedir. Bununla beraber, kesin olan husus, AB’nin uluslararası planda altmış yıl gibi kısa bir surede, kendi tabiriyle, belki “kaplumbağa hızında” ama kesinlikle gelişerek ilerlemekte olduğudur. Bugün itibariyle karara bağlanan ortak konular AB’nin kurulusunda düşünülemeyecek düzeydedir. Buna karşın yapılacak daha pek çok is olduğu da aşikârdır.
Türkiye-AB İlişkilerinde Yaşanan Tıkanıklığın Kısa Analizi
Türkiye ile AB’nin ilişkileri başından itibaren inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Bunda dünya konjonktürünün izleri kadar, Tarafların tutumlarının ve konulara yaklaşımlarının da etkisini görmek mümkündür.
a) Türkiye açısından durum: Türkiye’nin AB’ne tam üye olmayı gerçekten istemeyip istemediği kanımca kuşkuludur. İlk günden beri yaşanan gelişmelerin bu hususta düşünmeyi gerektirdiğine inanıyorum:
i) AB’ne üye olmak için demokratik bir rejime sahip olunması şarttır. Oysa ülkemiz daha Ortaklık Antlaşması müzakereleri sırasında 27 Mayıs ihtilaliyle karşılaşmış ve müzakereler durmuştur. 1961 Anayasasının kabulünü ve normal rejime dönme adımlarının atılmaya başlanmasını müteakip, De Gaulle ve Adenauer’in yaptıkları değerlendirmeye dayalı olarak, müzakereler yeniden ivme kazanmış ve sonuçlanmıştır. Bu değerlendirmeye ileride kısaca döneceğim.
ii) Ayni dönemde hayata geçirilen Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) vizyonu ve politikaları ile Ortaklık Antlaşması’nınkiler çelişmiştir. Ortaklık Antlaşması dış ticaret öncelikli serbest piyasa ekonomisi konsepti üzerine bina edilmişken, Plan ve Programlar esas itibariyle ithal ikamesine dayalı, dışa kapalı bir sisteme oturtulmuştur. Bu da o tarihte Türk ekonomisini sektör bazında en iyi bilen DPT’nin Antlaşmanın rayında yürümesini sağlayacak zorunlu desteğinden mahrum kalınması sonucunu doğurmuştur. Hatta DPT’nin Ortaklığın gelişmesini engellemeye çalıştığı bile söylenebilir. Bunu bazı çarpıcı örneklerle açıklamak gerekirse, yukarıda değindiğim Katma Protokol müzakereleri sırasında ülkemizin kendi müzakere pozisyonunu hazırlaması sırasında karşılaşılan sorunlardan hiç değilse ikisini zikredebilirim. Buna göre, çok gizli olan müzakere pozisyonumuz müzakerelerin başlamasına kısa sure kala Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. AB’nin Donem Başkanı İtalyan Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığını ziyaretle, bunun ne anlama geldiğini anlayamadıklarını dile getirerek, gerekçesini sormuştur. Yapılan soruşturmada, bu garip durumun müsebbibinin DPT olduğu anlaşılmıştır. Olay bir sehiv olarak açıklanmış ama zararı büyük olmuştur. Diğer bir sorun yirmi iki yıllık koruma listesinin hazırlanması aşamasında yaşanmıştır. Bu listenin hazırlayıcısı doğal olarak DPT olmalıydı. Ancak DPT, müzakerelerin durdurulması sonucunu doğuracak bir kararla, Başbakan Demirel’in açık talimatına rağmen, bunu yapmamıştır. Bunun üzerine Dışişleri Bakanlığı, kendi çabalarıyla, tabiatıyla yeterli olmayacak bir liste hazırlattırma yolunu seçme mecburiyetinde kalmış, bu zorlama sonucundadır ki DPT alelacele görevini yerine getirmiştir. Bu da listede çeşitli hataların yer almasını kaçınılmaz kılmıştır. Örneğin uçak motorları listeye konulurken, gövde aksamı on iki yıllık indirime tabi kılınmıştır. Oysa mantık sanayileşen bir ülkede aksinin daha doğru olacağını amirdir. Bu karşıtlık Katma Protokol’ün imzasına kadar sürmüştür. Gene örneğin 1972 yılında DPT on beş yıllık Sanayi Kalkınma Stratejisi belgesi yayınlamıştır. Oysa tarafımızdan hazırlanan Katma Protokol listeleri hedefi zaten göstermektedir. Bu arada, yirmi iki yıllık listenin içeriği ile ilgili olarak yaşanan traji-komik bir olaya da kısaca değinmeliyim. Liste 1967 ithalatı baz alınarak değer üzerinden hazırlandığından, ithalatı olmayan kalemler, Gümrük Tarife Cetvelinden tespit edilerek, her ihtimale karsı dahil edilmişlerdir. Bunlardan biri de rahip ve rahibe kıyafetlerini içermektedir. Kimi çevreler, buradan hareketle, Türkiye’nin ileride Hristiyan mi yapılmak istendiği gibi, abesle iştigali asmayan, olmayacak itirazlarda dahi bulunabilmişlerdir.
iii) Türkiye, Katma Protokol yürürlüğe girdikten sonra, ilk indirimler hariç, yükümlülüklerini çok uzun sure yerine getirmemiştir. Bunda, 1970’lerde yaşanan koalisyonlar döneminin izleri vardır. MC Hükûmetlerinin ortaklarının bir bolumu, AB’ni Siyonist veya emperyalist modelin temsilcisi olarak değerlendirip, ilişkiye karsı çıkmıştır. Bilahare Başbakan Ecevit, tek başına iktidarken, ülkemizin, AB’nin hâksiz şekilde yüklediği sorumlulukları kaldıramayacak durumda olduğunu ileri sürerek, sanayimizin toparlanmasını teminen, ilişkilerde beş yıllık bir dondurma talebinde bulunmuştur. Paralel olarak AB’den toplam on altı milyar dolarlık bir mali destek istemiştir. AB Komisyonu yetkililerinin, AB’nin dayanışma ilkesini hatırlatarak, sıkıntı duyduğumuz konularda gerekli önlemleri birlikte alma önerilerine de karşı çıkılmıştır. Sonuçta ilişkiler 1976’dan başlayarak beş yıllığına dondurulmuştur. Bu sırada 12 Eylül 1980 ihtilali kapıyı çalmıştır. Günde yirmi beş kişinin ölmekte olduğu ülkemizde ihtilalin düzeni geri getirebilecek istenmeyen ama gerekli bir çare olduğu düşüncesiyle AB, başlangıçta kontrollü bir göz yumma politikası izlemeyi yeğlemiştir. Ancak askeri rejimin niyetinin farklı olduğu kanaatine varılmasını müteakip, birinci yıldan sonra, baskı uygulamaya başlamıştır. 1982 Anayasa referandumun öne alınması bu baskının da sonucudur. Askeri dönemde yapılan icraat da aslında AB’ni ne kadar tanıdığımızın ve anladığımızın bir göstergesidir. Örneğin, İngiltere, Danimarka ve İrlanda’nın AB’ne katılmalarına uyum sağlamaya yönelik 1972 tarihli Tamamlayıcı Protokol, yukarıda vurguladığım çerçevede, TBMM’de onaya sevk edilmemiş ve bunu askeri rejim, AB’ne verdiği önemi ortaya koymak amacıyla, 1982’de yapmıştır. Yalnız yanlışlık, o tarihte bu kararı verecek demokratik bir Parlamento ve sistemin henüz olmamasıdır. Diğer bir deyişle, karar Kurucu Meclis tarafından alınmış ve AB’ne takdim yazısı “Devlet Başkanı” sıfatıyla “Orgeneral Evren” tarafından imzalanmıştır. AB, Orgeneral dışında, buna da göz yummuştur.
iv) 1970-1980 dönemi ayni zamanda kaçırılan fırsatlarla da hatırlanmalıdır. Kıbrıs harekâtını müteakip Yunanistan’a demokrasi avdet etmiş ve Cumhurbaşkanı olan Karamanlis AB’ne tam üyelik başvurunda bulunmayı kararlaştırmıştır. Karamanlis Albaylar Cuntasından kaçarak Fransa’ya yerleşmiş ve ailece, klasik Yunan hayranı olan Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing ile yakın dostluk kurmuştur. Adıgeçen Yunanistan’ın başvurusuna kuvvetli biçimde arka çıkmıştır. AB Komisyonu ise, hazırladığı raporda, özetle, Yunanistan’ın AB’ne girebilecek ne demokratik, ne ekonomik, ne sosyal kapasitesi olduğunu, ayrıca Türkiye’den ayrılarak üye yapılmasının AB’nin iki ülke arasındaki geleneksel denge politikasına ters düşmekle kalmayıp, uzun vadede ciddi sorunlar yaratacağını gerekçeleriyle anlatarak, üyeliğe karşı çıkmıştır. Giscard d’Estaing’nin baskısıyla Komisyon geri adim atmaya mecbur kalmış ve bütün olumsuz koşullara karşın, üyeliğin, Yunanistan’da demokrasinin süratle ihyası açısından yarar sağlayacağını raporuna son cümle olarak ekleyerek, yolu aç mistir. Bunu yaparken, Komisyonun önemli bir üst düzey yetkilisi, AB nezdindeki Büyükelçimiz ile gerçekleştirdiği bilinçli bir sohbet sırasında, Yunanistan için zorlamayla alınan bu karardan duydukları memnuniyetsizliği dile getirerek, Yunanistan’ın onunu kesebilecek ve her hal ve karda Türkiye için kazan/kazan anlamı taşıyacak bir seçenek bulunduğunu düşündüğünü, buna göre, ülkemizin de katılma başvurusu yapması halinde, AB’nin ya her iki ülkeyi de reddetme veya Giscard d’Estaing gerçekten kararlıysa, her ikisini de kabul etme şıklarıyla karşı karşıya kalacağını, sadece Türkiye’nin reddedilmesinin AB politikası açısından bir felaket olacağını herkesin müdrik bulunduğunu, her ikisi de reddedilirse dengenin süreceğini, her ikisi de onaylanırsa Türkiye’nin kendine rağmen AB’ne adim atabileceğini anlatmıştır. Mayıs 1975’de Ankara’da değerlendirmeye alınan bu düşünce, ortaklarının bir kısmının isteksizliği bilinen o zamanki koalisyon Hükûmeti tarafından, ülkemizin tam üyeliği kaldırabilecek koşulları henüz haiz olmadığı gerekçesiyle kabul görmemiştir. Kısa sure sonra da yeni Hükûmet işbaşına gelerek, yukarıda değindiğim, ilişkileri dondurma talebini yapmıştır.
Bu kapsamda diğer bir olay 1980’de, Demirel azınlık Hükûmetinin Dışişleri Bakanı Erkmen tarafından yaşanmıştır. Yunanistan’ın 1 Ocak 1981’de AB’ne gireceği kesinleşmişti. Bunun anlamı, Kıbrıs’a dayalı intikam duygularıyla dolu Yunanistan’ın bu tarihten itibaren Türkiye’nin onunu keseceğiydi. (Nitekim 1981-1999 arasında bu politikasını başarıyla uygulamıştır.) Dolayısıyla, AB ile ilişkilerimizde müktesebat yaratarak bunun olabildiğince önüne geçilmesi için, basta tarım alanı olmak üzere, müzakereler sürdürülmekteydi. 5 Ocak 1980 tarihli maraton oturumdan çıkan Erkmen, tam üyelik dışında tehlikeyi önleyebilecek bir mekanizma bulunmadığını görerek, katılma başvurusunu hemen yapmak suretiyle, bunun da müktesebat haline getirilmesi kararını almış ve kararı ayni gün basın toplantısında açıklamıştır. AB yönünden de büyük sürpriz oluşturmakla birlikte, bu açılım reddedilmemiş ve Komisyon, kamuoyunu ikna etmeye yönelik olarak bazı iç hazırlıklara bile başlamıştır. Ancak Ağustos ayında “kadayıfın altının kızardığı” gerekçesiyle Hükûmeti dıştan destekleyen parti desteğini çekeceğini beyan etmiş, Erkmen düşürülmüş ve konu bir kez daha kapanmıştır. Bir aydan kısa bir sure sonra ise 12 Eylül gelmiştir. Kim bilir, üyelik başvuru meyve vermiş olabilseydi, AB’ne bakış açılarına yukarıda değindiğim askerler gene de ihtilal yaparlar mıydı?
v) Askeri rejimden sonra iktidara kendi çabasıyla gelen Özal Hükûmeti döneminde yapılan reformlar, AB ile yakın işbirliğinin önemini netleştirmiştir. Aslında Demirel’in azınlık Hükûmeti sırasında ve bilahare askeri dönemde de görev yapan Özal, AB yetkilileriyle sık sık buluşarak, hem konuya bakış açısını değiştirmiş, hem üyeliğin zor ama yararlı bir dönemeç olacağına ikna olmuştur. 14 Nisan 1987’de yapılan katılma başvurusu bunun bir tezahürüdür. Başvuru, ne Türkiye’nin ne de AB’nin buna hazır olduğu gerekçesiyle iki yıl sonra sonuçsuz kalmıştır. Ama Türkiye ilk kez Katma Protokol’den kaynaklanan yükümlülüklerini yeniden yerine getirecek bir takvim çerçevesinde yola koyulmuştur. Diğer bir deyişle, ilk günden itibaren sanayi alanında pazarı bize topyekûn açan AB tavizlerine karşılık oluşturan yükümlülüğümüzü, ikinci indirimle, ancak yirmi yıl sonra yerine getirebilmişizdir. Ancak bu kere de, aşağıda değineceğim gibi, dünya konjonktürü değişmiş ve ümitlerimiz yine bir başka bahara kalmıştır.
vi) AB ile ilgili olarak lehimize önemli bir gelişme yaşanacağı ümidinin arttığı her dönemde, kısa sure kala, ülkemizde, çeşitli çevrelerden kaynaklanan, ya insan hakları konusunda aleyhimize kullanılabilecek, ya da demokrasi açısından istismara müsait engelleyici bir olayla karşılaşılmıştır. Bu, genellikle, kendini, adli bir karar, polisiye bir tutuklama veya bir şiddet olayı seklinde göstermiştir. 1990’lara kadar bu tip olayların meydana gelmesi sürpriz oluşturmayan ve nereden geleceği belli olmadığından önüne de geçilemeyen bir beklenti halini almıştır.
vii) Aralık 1997 Lüksemburg Zirvesinde AB üyelik hakkimizi reddetmiştir. Reddettiren başat ülke Şansölye Kohl yönetimindeki Almanya, kullandığı aracı ise Donem Başkanı Lüksemburg’dur. İki yıl suren ciddi soğukluğu müteakip, hatasını anlayan AB, Aralık 1999 Helsinki Zirvesinde, adaylığımızı onaylamak zorunda kalmıştır. Burada da bir hatamızdan söz etmek mümkündür. Zirvede ülkemizle ilgili olarak hazırlanan ilk karar metni, rahatsız olabileceğimiz herhangi bir husus içermemektedir. Buna Kıbrıs ve Ege de dâhildir. Bu durumda Yunanistan Başbakanı Simitis hemen Helsinki’ye hareket etmiş ve erken müdahalesiyle metni kendi lehine değiştirtmiştir. Finlandiya yetkilileri, tehlikeye anında dikkatimizi çekerek, bizim de hemen en üst düzeyde Helsinki’ye gitmemizi telkin etmişlerse de, bu sağlanamamıştır. Zira basta Başbakan Ecevit olmak üzere koalisyon Hükûmetinin bir bölümünün AB konusuna sıcak bakmadığı öteden beri bilinmektedir. Sonuçta, aleyhimize değiştirilen metnin olabildiğince düzeltilebilmesi için büyük gayret sarf edilmiş, ancak kısmen basariye ulaşılabilmiştir. AB yetkilileri, Başbakan Ecevit’i ikna edebilmek ve Helsinki’ye hiç değilse Zirveye katılmak üzere gitmesini sağlayabilmek için Ankara’ya kısa sureli ani bir ziyaret dahi yapmışlardır. Bu bağlamda Helsinki hem tam üyelik yolunda önemli bir başlangıç, hem de ne yazık ki ilgisizliğimiz ve mücadele etmeyişimiz nedeniyle, sıkıntılara yol açacak bir kararı ifade etmektedir.
Benzer bir olayı Annan Planı’nın görüşülmesi sırasında da yasamışızdır. AB bir bütün olarak, “Kıbrıs’ı”, İngiltere ve Yunanistan’ın, 1974’un etkisiyle, sürekli gündemde tutma ve sonuçta üye yapma politikalarına, aslında pek sıcak bakmamaktaydı. Türkiye’nin “işgalini” kabul etmemekle birlikte, bölünmüş Kıbrıs’ın siyasi çözüm oluşmadan alınmasının, hem siyasi yönden, hem iç kaideleri nedeniyle, hem de bu konuya taraf olma riski taşıması açısından, arzulanır bir durum olmadığı düşüncesindeydi. Bu bakımdan Annan Planı’nı kuvvetle desteklemekteydi. Ancak Lahey’de Plan üzerinde yapılan görüşmelerde, Papadopulos’un olumsuz tavrının bilinmesine karsın ve ikazımıza rağmen, ilk tepkinin tarafımızdan verilmesi, KRY ve Yunanistan tarafından olabildiğince istismar edilmiş ve Meclislerde onayın durdurulması yoluyla, reddetmesi halinde KRY üzerinde bunu bir baskı unsuru olarak kullanma niyeti taşıyan ülkelerin bu düşünceleri akamete uğramıştır. Sonuçta Annan Planı’nı reddeden Taraf olmamak ve durumu çevirebilmek için verilen uğraş hatırlardadır.
viii) Türkiye 1959’dan başlayarak kâğıt üzerinde tam üyeliğe ehil bir ülke olarak değerlendirilmiş, ancak bu hak bir turlu siyasi kabule dönüştürülememiştir. Aralık 2002’de yapılan Kopenhag Zirvesi, o güne kadar hukuki anlamı olan tam üyelik hakkimizin siyasi iradeyle tamamlandığı toplantıdır. Buna karşılık, mutlu olunması gereken bu ortamda, bunu sağlayan başat aktörler olan Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ve Alman Şansölyesi Schroeder ile Başbakanımız Gül ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın baş başa yaptıkları toplantı bir tartışma ortamına kaymıştır. Bunda Tarafların konulara yaklaşımındaki temel farklılıkların rol oynamadığını söylemek mümkün değildir. Buna karşın, AB üyeliğinde hem siyasi, hem ekonomik açılardan bir güvence ve hem de gerçekleştirmek istediği reformlarda destek gören Hükûmet, yola AB hedefiyle devam etme kararı almaştır. İlk dört yıllık Hükûmet döneminde AB’ne uyum yönünde katledilen büyük mesafe bunun tezahürüdür. Ancak, bir yandan Fransa ve Almanya’daki iktidar değişiklikleri, diğer yandan Hükûmetin iç politikada yasadığı ciddi sıkıntılar nedeniyle, bu gidişat devam ettirilememiştir. Aslında Hükûmetin uzun vadeli iktidar hesaplarında AB’ni bir piyon olarak kullanmak istediğine ve IMF ile birlikte bu şemsiye altında politikalarında gelişme sağladığı ölçüde orta vadede AB’ne bastaki kadar sıkı bağlanmayacağına dair iddialar dikkat çekicidir ve tıkanıklığın o kadar da masum olmayabileceğini ister istemez akla getirmektedir. Nitekim uluslararası konjonktüre ilaveten ekonomimiz ve dış politikamızda kaydedilen gelişmelere de bağlı olarak, Hükûmetimizin AB’ne bakışında hissedilir değişiklikler gözlendiği yadsınamaz. Mevzuat uyumu da artık eski hızında değildir.
ix) Bilinen dış politika ögeleri dışında, yaklaşım farklılıkları içeren dört konu daha, AB ile ilişkilerimizde ek sıkıntı yaratmaya adaydır. Bu konularda ülke içinde ciddi değerlendirme aşamasına henüz gelinmemiştir. İlki müzakere surecine ilişkindir. Kimi çevrelerimizde müzakerenin, ulusal çıkarlar gözetilerek, karşılıklı olarak tavizleşilen bir süreç olduğu kanısı hâkimdir. Oysa AB’ne katilim müzakeresi, müktesebatın hangi zaman suresinde ve nasıl üstlenileceğinin saptanmasından ibarettir. Diğer bir deyişle, katılmak isteyen tarafın müktesebatı aynen kabulü tek seçenektir. İkincisi, gene kimi çevrelerde var olan, müzakeresi tamamlanan fasılların kapanmasının isin bittiği anlamına geldiğine dair zehaptır. Katılma resmen ve fiilen AB’de yer alındığı güne kadar gerçekleşecek yeni mevzuata da aynen uyumu gerektirir. Üçüncüsü, egemenlik devrine ilişkindir. Üye olacak Türkiye’nin ileride AB hukukunun üstünlüğünü kabul etmesi ve bununla ilgili yasal değişiklikleri yapması gerekecektir. Oysa ülkemizde, TBMM’de de yazılı olduğu gibi, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi geçerlidir. Dördüncüsü, AB’den yararlanma konusudur. Daha güçsüz ülkelere yönelik ve siyasi Saiklerin ağır bastığı genişlemelerin yanı sıra, ekonomik konjonktürün zorlaması sonucunda, AB’nin başat verici ülkeleri artık eski konumlarında değildir. Yani o çok güvenilen AB Fonları, önemi devam etse de, paylaşım arttığından ve vericiler de görece zayıfladığından, ülke bazında eski gücünü yitirmiştir. Yukarıda özetle değindiğim gibi, bundan böyle verdiği kadar alabilme esasi on plana çıkarılmaktadır. Dolayısıyla AB’ni başlangıçta vurguladığım statüsüyle bir bütün olarak, büyük ve güvenceli bir Pazar seklinde değerlendirmekte yarar vardır. Özal da zamanında “para değil ticaret” söylemiyle bunu vurgulamamış mıydı? Bunlara doğal olarak girmeden çözümlenmesi gereken Kıbrıs, Ege gibi dış politika sorunlarını da eklemek gerekmektedir. Zira bu da AB’nin belgeyle kaideye bağlanmış koşullarındandır. Örneğin Slovenya İtalya ile arasındaki iki bin konutluk basit ama siyasi bir sorunu, Romanya ve Macaristan ise aralarındaki azınlık sorunlarını çözümledikten sonra üye olabilmişlerdir. Oysa ülkemiz, görüşüme göre, Gümrük Birliği kapsamında yer alan, limanlarımızın Güney Kıbrıs bandıralı gemilere açılması konusunda varılan mutabakata karşın, hâkli olsa bile yeni müzakere pozisyonlarıyla bunu erteleyerek, AB ile müzakerelerde fasılların bloke edilmesinin bahanesini yaratmıştır. Sorunun siyasi olduğu gerçektir. O zaman başından itibaren geri adim atılmaması ve bahanelere yol açılmaması gerekirdi.
x) Türkiye Avrupa kıtasının bütünüyle parçası olduğunu içine sindirebilmiş olduğu görüntüsünü da kanımca hala verememektedir. Örneğin köprü geçişlerinde bizleri karşılayan tabelalar “Asya kıtasına hoş geldiniz” ve “Avrupa kıtasına hoş geldiniz” seklindedir. Bunu bir yabancı siyasetçi dile getirdiğinde kendimizi savunmak için ne kadar gayret sarf ettiğimiz sır değildir. Öte yandan, konuşmalarımızda hep AB’ni Avrupa olarak tanımlıyoruz. Bunun anlamı kendimizi kıtadan saymadığımızdır. Aksi olsa “Doğu Avrupa, Orta Avrupa, Bati Avrupa” kavramlarını kullanabilirdik. Ayrıca, bu faktörlerden kaçabilmek için on plana aldığımız “medeniyetler arası ittifak” kavramı da, temelde doğru olsa bile, din faktörüne ağırlıklı biçimde yer verdiğinden, karşı tarafın kuşkularını arttırmaktan ileri gidememektedir. Burada esas ve önemli olan, farklılıkların ve ayrılıkların değil, ortak noktaların on plana çıkarılmasıdır. Kaldı ki, üyelikle amaçlanan da, zaten, AB’nin de oluşum felsefesinde bulunan, farklılıkların var olduğu mütecanis bir bütünün yaratılmasıdır. Fransızlardan çok sık duyduğum olgu, Türkiye’nin laiklik vasfıyla AB’ne girebileceğidir.
Türkiye’nin de aslında AB’ni ne kadar yürekten istediğinin sorgulanması için tüm bu hususların yeterli olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar AB’ne katılmış, İngiltere ve İspanya dâhil, bütün ülkeler hedefe sabır ve suhuletle varmayı ve karşılanmadığını düşündükleri isteklerini üyeliği müteakip olabildiğince gerçekleştirmeyi tercih etmişlerdir. Unutulmamalıdır ki AB, girerken zor, girdikten sonra yararlı bir entegrasyon hareketidir. Üye olup da bugüne kadar refahını arttıramamış ülke bulunmamaktadır. AB’nin dış hudutlarının ortak güvence altında olduğu da bilinmektedir.
b) AB açısından durum: AB’nin Türkiye’ye bakisinin da başından itibaren gerçekten istekli ve kararlı olduğunu söylemek güçtür. Genel bir ifadeyle, AB Türkiye’yi Batı’nın bir parçası olarak yanında, ancak dışında görmek eğilimindedir. Teşbihte hata olmaz deyiminden hareketle, “AB’nin Türkiye’yi avuçta ölmeyecek kadar gevsek ancak uçmayacak kadar sıkı tutma” politikası taraftarı olduğu söylenebilir. Bu bağlamda özetle aşağıdaki hususlar üzerinde durulabilir:
i) Daha Ortaklık Antlaşması müzakereleri surecinde bile Türkiye’nin yeri konusu üye ülkelerin zihinlerini ciddi şekilde meşgul etmiştir. Yukarıda kısaca değindiğim gibi, yolu açabilmek için, De Gaulle ve Adenauer ikilisinin bu hususta özel bir görüşme yapmaları zorunluluğu dahi hissedilmiştir. Varılan sonuç Türkiye’nin Avrupalı olduğu, Avrupa’nın Türkiye’ye ihtiyacı bulunduğu ve surecin devam etmesi gerektiği seklinde olmakla birlikte, bunun gerçekten tam üyeliğe yeşil ışık yakılmasından mı, yoksa Türkiye’nin zaten çok uzun bir dönemde AB’ne girme ihtimalinin bulunmadığı savından hareketle, isi zamana bırakarak, ilk asamadan itibaren zorlamaya gitmeme düşüncesinden mi kaynaklandığını kestirmek güçtür. Nitekim General De Gaulle Avrupa’yı kıtasal bazda tanımlarken, “Atlantik’ten Urallara kadar” diyerek, Anadolu’yu kıta dışında gördüğünü saklamamıştır. Ancak, gene yukarıda değindiğim gibi, ayni De Gaulle 1968’deki makalesinde Türkiye’nin Avrupa’ya aidiyetini vurgulamaktan da kaçınmamıştır. Bu çelişkinin arkasında, “AB’nin yanında ancak dışında bir Türkiye” hissiyatının var olmuş olması muhtemeldir. Bu hissiyatın İkinci Dünya Savaşından beri zihinlerde mevcut olduğu dahi ileri sürülebilir. İngiltere Başbakanı Churchill’in hatıratında yer alan, Yalta sonrasında Stalin ile gerçekleştirdiği ve “yüzdeler anlaşması” diye tanımladığı, soğuk savaş nedeniyle hayata geçmemiş olsa da içeriği ilginç olan mutabakat, bu bağlamda anlamlıdır. SSCB’nin peyki durumuna gelen ülkeler ile Yunanistan, farklı oranlarda, Taraflarca ulusal çıkar paylaşımına tabi tutulurken, Türkiye üzerinden taviz verilmemiş ve zımnen ülkemizin Batı’nın ayrılmaz parçası addedildiği teyit edilmiştir. Türkiye’nin, ABD’nin de o günkü etkinliğine dayalı baskısıyla, Savaş sonrasında kurulan Avrupa Teşkilatlarına üye olmasının kabulünü de, bu çerçevede görmek mümkündür.
ii) Peki, AB’nin bu yaklaşımında hangi faktörler rol oynamaktadır? Bunları da özetle aşağıdaki gibi sıralayabilirim:
1) Müslümanlık faktörü: Özellikle Hristiyan-Demokrat kesimlerde yaygın bir çekincedir. Diğer kesimlerde de destekçileri az değildir. Bu kesimler Avrupa kültürünün temellerini uç eksende tanımlamaktadırlar: Roma, Atina, Kudüs. Roma İmparatorlukla eşdeğerde olup, “pax-romana” olarak tanımlanmaktadır. Hukukun temeli buraya indirgenmektedir. Antik çağlarda Atina, demokrasinin beşiği olarak, bugünlerin hazırlayıcısı konumuna getirilmektedir. Kudüs de doğal olarak Yahudi-Hristiyan kökeninin ifadesidir. Bu tanımlamayı, önde gelen solcu bir Fransız siyasetçisi olmakla birlikte Hristiyan-Demokrat eğilimleri de bilinen, bir dönem Komisyon Başkanlığına özel ricayla getirilerek AB’nin kotu gidişatını yine olumluya çevirme basarisini gösteren Delors, 1989’da Strazburg’da Avrupa Parlamentosu toplantısı vesilesiyle bulunduğu sırada, üzerindeki resmi sıfatla da yapabilmiştir. Öte yandan, AB’nin reddedilen Anayasa Projesi’nin ülkemizin de katıldığı hazırlık çalışmaları sırasında, Papalık dâhil, Hristiyan-Demokratların, Hristiyanlığın Avrupa’nın temelini oluşturduğuna dair açık bir hükmü Proje’ye dâhil ettirtmek için verdikleri uğraş hatırlardadır. Laik bir kaç devletin itirazı uğraşıyı basarisiz kılmış olsa da, niyet aynen devam etmektedir. Bugün Sarkozy ve Merkel’in tutumlarının arkasında bu çekincenin de yatmadığını kim söyleyebilir!
Bununla beraber, burada önemli bir hususa dikkat çekmekte yarar vardır. AB üyelerinde sol kesimler politikalarını doğal olarak öncelikle insan hakları ve demokrasi üzerine bina ettiklerinden, istisnalar dışında, din faktöründen ayni ölçüde rahatsızlık duymamaktadırlar. Nitekim örneğin İngiltere Parlamentosunda 1988’de yaptırdığımız bir kamuoyu araştırmasında bu husus belirginleşmiştir. Muhafazakârlar karşı çıkarken, solcular üyeliğimize sıcak baktıklarını dile getirmişlerdir. Anketi düzenleyen kurum, sonuç olarak, daha o tarihte, Türkiye’yi AB’ne taşıyacak olan kesimin sol olduğu vurgusunu yapma ihtiyacı duymuştur. Aslında Türkiye’nin demokratik koşullarının o günkü durumuyla birlikte düşünüldüğünde, bu desteğin ideolojiden kaynaklanan teorik bir yaklaşımı ifade ettiğini ileri surenler olmuşsa da, zaman savı doğrulamıştır. Örneğin, Hristiyan-Demokratların şiddetli itirazına rağmen Türkiye ile müzakerelerin başlatılması kararını alan ve kuvvetle destekleyen Alman Şansölyesi Sosyal Demokrat Schroeder’dir.
2) Ekonomi faktörü: AB bir zenginler kulübüydü. Görece fakir olan ülkeleri hazır olmadan içine almak istemiyordu. Yunanistan örneği bu alanda iyi bir tecrübe olmamıştı. Ancak, dünya konjonktürü değişip 1990’larda AB İkinci Dünya Savaşındaki hatalarını telafi anlamında “tarihini satın almaya“ yöneldiğinde, bu kaideyi ister istemez değiştirdi. Artık genişlemeler uyum sağlaması daha güç olacak ülkelere yayılmaktaydı. Bu nedenle AB önce derinleşmeyi sağlayacak tek pazarı, Maastricht kriterlerini ve para birliğini oturttuktan sonra, 1993’de Kopenhag kriterlerini vazetti. Bu kriterler, katılacak ülkelerde, demokrasi ve azınlık haklarının yanı sıra, serbest piyasa ekonomisine dayalı ekonomik sorumluluklar da içeriyordu. Zaten farklı engellemeleri bulunan Türkiye, bu kriterlerden sonra biraz daha zorlandı. İtirazlarına karsın Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisi olduğunun ancak 2006’da kabul edilmiş olması hatırlardadır.
Genişlemeler AB’nin yönetilebilirliğine de sekte vurdu. Bu sorunu çözmek için düzenlenen Anayasa Projesi ve arkasından gelen Lizbon Antlaşması’nın yarattığı gecikmeler, karar alma mekanizmasının iyice güçleşmesini beraberinde getirdi. Tam bu sırada karşılaşılan küresel kriz ortamında AB bir darbe daha yemiş oldu.
Geleceğe yönelik endişelerin arttığı bir dönemde Türkiye’nin katılımının altından kalkılamayacak yeni bir yük teşkil edeceği düşüncesi yayılmaya başladı. Bu cümleden olarak, kamuoylarının Hükûmetler üzerindeki baskısı da ağırlaştı. Örneğin Fransız halkı, büyük çoğunlukla, AB’nin de desteğiyle refahını arttırarak sürdürürken, genişlemelerin pay ortaklarını çoğaltarak buna darbe vurduğunu, şimdilerde ise ekonomik krizle boğuşurken daha az gelişmiş üyelere destek olmanın zararı iyice çoğalttığını, buna bir de Türkiye gibi, önemli farklılıkları dolayısıyla ne kadar uyum sağlayabileceği zaten belli olmayan bir devi katmanın, ulusal çıkarlarla iyice çeliştiğini ileri sürerek, Hükûmeti sıkıştırmaktadır. Durum Almanya için de çok farklı değildir. Türkiye’nin süratle gelişen bir ülke olmasının, veri bazında bakıldığında, AB için bir sıkıntı kaynağı olacağı görüsünü savunanlar hala oldukça fazladır.
3) Sosyal faktör: Türkiye’nin nüfusu, nüfusun artış hızı, istihdam sorunları, gelişmişlik farkları ve demografik yapısı oldum olası AB’de kuşku uyandırmıştır. Basta Almanya olmak üzere, AB ülkelerinde yasayan Türklerin yarattığı imaj ve uyum sorunları da hep şikâyet konusu olmuştur. Burada bunların ayrıntılarına girmiyorum. Ancak, entegrasyonun temel ögelerinden olan işgücünün ve hizmetlerin serbest dolaşımının uygulamaya konulması halinde ortaya çıkacağı varsayılan kütlevi göç olasılığı, üye ülkeleri korkutmaktadır. Var olan göçmenlerle bile basa çıkamadığını ileri suren pek çok AB üyesi, böyle bir olasılığın kâbus olduğunu savunmaktadır. Nitekim bu nedenledir ki Katma Protokol’ün buna ilişkin 36’ncı maddesi Almanya’nın şiddetle karşı çıkması yüzünden, hala yürürlüğe konulamamıştır. Sorun ne yazık ki gündemden düşmemektedir. AB bu hususta hala tedirgindir.
4) Türkiye’nin jeostratejik konumu: AB üyelerinin büyük kısmı, Türkiye’nin bulunduğu konumda kendilerine sadece sorun taşıyacağı düşüncesindedir. Dünya’nın en ihtilaflı bölgelerinden olan Orta-Doğu’ya ve İran’a komsu olmanın yararını sorgulamaktadır. Türkiye’nin bölgede tampon olmasından mutludur. Üyeliğimizin bu riski de beraberinde getireceği kuskusu hâkimdir.
5) Büyüklük faktörü: Türkiye, ekonomisi hariç, diğer her yönden mevcut üyelerden büyüktür. AB’de nüfus azalırken kendinde daha da artacağı dikkate alındığında, AB’ne girdiğinde en büyük ülke konumuna gelecektir. Bunun anlamı diğer bütün ülkelerin geriye düşmesidir. Örneğin Avrupa Parlamentosunda üye sayısı, bugün sadece Almanya’ya verilmiş olan, doksan dokuz olurken, Almanya gerileyecektir. Ayni durum karar mekanizmaları için de söz konusudur. Buna karşılık Türkiye için Fonlardan en fazla yararlanma hakki doğabilecektir. Buna izin verilmekte cimri davranılmaktadır.
6) Genel faktör: AB Türkiye’nin üyeliğinin getirisi konusunda hala ikna olabilmiş değildir. Pek çok zihinde, getiri/götürü hesabi yapılmaya devam edilmektedir. Türkiye’siz Avrupa’nın eksik ve zayıf kalacağı ve küresel güç olma vasfını elde edemeyeceği savımız henüz algılanmamıştır. Bunu farklı hassasiyet olarak değerlendirenlerin sayısı hala yüksektir. Bunlar ayni zamanda, Türkiye’nin illa üye olmasının gerekmediğini, benzer bir sonuca “imtiyazlı ortaklık”la da varılabileceğini iddia etmektedirler. Oysa bu ortaklık, Türkiye’yi AB’nin insafına terekeden ikinci sınıf bir ilişkiden başka bir şey değildir ve ayrıca yürütülemez de. Gümrük Birliğinde yaşandığı gibi, kararlara bütünüyle katılmadan, diğer bir deyişle ulusal çıkarları savunamadan, bunları uygulamakla yükümlü kılınmak ne adil, ne de anlamlıdır. Esasen Gümrük Birliğinin süregidişinin temel nedeninin de üyeliğin olmazsa olmazı olmasından kaynaklandığı unutulmamalıdır. AB üyelerinin bunu da pek idrak etmiş göründükleri söylenemez. Gümrük Birliği kendi içinde bir hedef olamaz.
Türkiye-AB İlişkilerinin Geleceği Hakkında Düşünceler
Yukarıda çizdiğim tablonun tabir caizse bir “sağırlar diyaloğu”nu çağrıştırdığı ileri sürülebilir. Öte yandan, tablonun ileriye donuk olarak cesaret verici ögeler içermediği de doğrudur. Ancak, bu görünüme yol açan unsurlara tek tek bakıldığında, bunların aşılmayacak boyutta olmadığını söylemek mümkündür. Bu bağlamda önemle on plana çıkan öge, Tarafların her şeye rağmen birbirlerinden vazgeçmeye ne niyetli ne de hazır olduklarıdır. Aksi olmuş olsaydı, yaşanan gelişmeler sonucunda ilişkiler, bırakın ileri gitmeyi, çoktan kopmuş ve başka bir modele dönüşmüş olurdu. Oysa bütün sıkıntılara rağmen Ortaklık Antlaşması hala yürürlüktedir. İlişkilerimiz gecikmeli olarak ama kesinlikle hedefi doğrultusunda daha da ileriye gitmektedir. Türkiye halen üyelik müzakeresi yapan konumda bir ülkedir. Adaydan ötededir. Yukarıda saydığım faktörler gerçekten engelleyici olabilmiş olsaydı, üyelikten önceki son asama olan bu noktaya ne AB bizi getirirdi, ne de zaten biz gelebilirdik. Bunun anlamı, her iki Taraf için de, Anadolu’muzdaki bilinen tabirle, “hem ağlarım, hem giderim“ pozisyonudur. Diğer bir deyişle, Taraflar hem birbirlerinde çeşitli kusurlar bulmakta, hem birbirlerinden vazgeçememektedirler. Almanya- Fransa ikilisinin halen dile getirmekte olduğu “imtiyazlı ortaklık“ statüsü de aslında bu gerçeğin içinde yer almaktadır. Bu ülkeler kısaca “Türkiye’yi istemiyoruz“ diyebilirlerdi. Demiyorlar. Yerine, “bizimle kal ama farklı ol“ demeyi tercih ediyorlar. Gene örneğin Sarkozy, ne olduğu belli olmayan, Türkiye’yi başta ülke pozisyonunda görmek istediği bir “Akdeniz Birliği’nden söz edebiliyor. Türkiye’de eksen kayması tartışmalarının yoğunlaştığı bir ortamda, Hükûmetimiz, AB’nin merkezde yer almaya devam ettiğini açıkça telaffuz edebiliyor.
Unutulmaması gereken hayati önemdeki husus, AB’nin, kurucuları bakımından olduğu kadar, katılan her ülke için de ortak bir politika olduğudur. Diğer bir anlatımla, bu politikayı Hükûmetlere değil, ülkenin bütününe malederek yola çıkılması gerekmektedir. Hedefte uyuşma sağlandığı andan itibaren, yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığım gibi, müzakere ayrıntıdan öteye geçmemektedir. Bu nedenledir ki, bugüne kadar AB ile müzakereyi başlatma aşamasına gelebilmiş hiçbir ülke, gelişmiş veya daha az gelişmiş olsun, sonuçta basarisiz olmamıştır. Öncelikle AB’nin moral açıdan ne ifade ettiğini hatırda tutmaya ihtiyaç vardır. Karşılıklı güven duyulmadan yol almak herhalde kolay değildir. Bunun için de sabırlı ve kararlı olmakta yarar mevcuttur. İngiltere dahi zamanında Fransa tarafından iki kez veto edilmiştir. İspanya ve Portekiz’in üyelikleri uzun sure Fransa’nın gayretleriyle askıya alınmıştır. Konjonktür döner, koşullar değişir. Chirac ve Schroeder kalsalardı durum farklı olmayacak mıydı? Yarınlar yeni oluşumlara gebedir ve caymak için henüz neden yoktur. Unutulmaması gerekir ki, hükmi şahsiyet olarak AB ve üye ülkelerin büyük çoğunluğu Türkiye’ye destek vermeyi sürdürmektedirler. Almanya ve Fransa bile, müzakerelerin durmasına yönelik bir tutum takınamamaktadır.
Bir dönemde Hükûmetimiz, Almanya ve Fransa’nın tutumları karsısında, “Ankara Kriterleri’nden söz etmişti. AB’ne üyeliği bu açıdan da değerlendirmekte herhalde yarar vardır. AB müktesebatı aslında Türkiye’nin varmak istediği muasır mevzuatın kendisidir. Bunu AB olmasa da edinmesi hem çıkarınadır, hem de görevidir. O halde, tarafımızdan müzakerelerde fasılların açılmasına ve kapanmasına götürecek adımların zamanında atılmasının, öncelikle kendi çıkarımıza hizmet edeceği gerçeği gözardi edilmemelidir.
Son dönemlerde, bir bıkkınlığın da ifadesi olarak, tam üyeliğe götürebileceği varsayılan dolaylı yöntemlerin de dile getirildiğine şahit olunmaktadır. Bu tehlikeli ve kanımca gereksiz bir tutumdur. Hedef bellidir. Hedefe nasıl varılabileceği de bellidir. Bu çerçevede, tutumumuzu müzakerelere ivme verebilecek şekilde ve AB mevzuatını hiçe sayan tek taraflı salt ulusal pozisyonlara saplanmadan saptayabildiğimiz ölçüde, basarimiz artacaktır. Bu durumda Sarkozy’nin, iktidarı o zaman da devam ediyorsa, inatçılığını sürdürmekte zorlanacağı bir noktaya gelineceği açıktır. AB’ne üye olabileceği müzakerelerde de teyit ve teslim edilmiş bir Türkiye için alınacak kararın sıkıntısı herhalde buna itiraz edene ait olacaktır. O düzeye gelmiş Türkiye’ye AB’nin ihtiyacı olmayacağını iddia etmek olanaklı değildir.
Sonuç olarak, kendimizi bıkıp usanmadan daha iyi ve fazla tanıtmaya çalışarak, gelişmemizi süratlendirilmiş biçimde sürdürerek, içerideki uyum hazırlıklarımızı zamanında tamamlayarak, müzakereleri bunun da desteğiyle hızlandırarak, hedef doğrultusunda çalışmaya devam etmeliyiz. Aslında, yukarıda kısaca değindiğim gibi, Bati ile ilişkilerimizin her aşamasında kendimizi kabul ettirme zorunluluğumuz olmuştur. İlk andan itibaren kucak açıldığı pek az örnek vardır. Bugün vazgeçilmez üyesi olduğumuz NATO’ya bile böyle adim atmadık mı? Girdikten sonra ise, uyum sağlama sıkıntısı hiç çekmediğimiz bir yana, hep önde gelen ülkeler arasında yer alma beceri ve basarisini göstermişizdir. AB’nin endişelerinin kaynağındaki nedenlerden biri de zaten bu değil mi? O halde inatla ancak akılla yola devam diyorum. Üzerimize düşeni yaptığımız ve niyetimizin gerçek olduğuna inandırdığımız ölçüde, yakın gelecekte hedef tarih verileceğine de güveniyorum.
Bütün bu çabalara karşın son tahlilde Türkiye’nin AB’ne üyeliği gene de gerçekleşemez ise ne olur? Bunun hayatin sonu olmadığı; ancak Büyük Atatürk’ün gösterdiği “muasır medeniyet“ düzeyine varmış, güçlü, başarılı ve saygın bir Türkiye’ye ulaşılmış olduğunun kanıtını oluşturacağı; o zaman alıp almama konusunu asil düşünecek olanın AB olacağı inancındayım. Unutmayalım ki, her şey bitmeden hiçbir şey bitmiş değildir. AB yolu Türkiye için bir “kazan-kazan“ pozisyonudur.
Uluç Özülker
Emekli Büyükelçi