1980 öncesinde yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlık, anarşi nedeniyle yaşanan güvenlik problemleri gibi gelişmeler Türkiye-AT ortaklık ilişkilerini olumsuz olarak etkilemişti. Öte yandan 4. Mali Protokol’ün uygulamaya konmaması ve 1986’da tam olarak uygulanması gereken işçilerin serbest dolaşımı ilkesinin askıya alınması ilişkileri kopma noktasına getirmişti.
Türkiye yaşanan bu sıkıntıları aşmak ve genel makro ekonomik politikaları başarıyla uygulayabilmek için AT ile bütünleşmeye ihtiyaç duyuyordu. Özal’ın uygulamaya koyduğu dışa açılma girişimleri çerçevesinde gerekli yapısal dönüşüm programlarının gerçekleşmesi ancak dış kredilerle sağlanabilirdi. Türkiye bir yandan tam üyelik başvurusunun dış piyasalara vereceği güven ortamı çerçevesinde ülkeye nakit akışını hızlandırmak isterken, diğer yandan da tam üyelik sayesinde AT’nin sağlayacağı avantajlardan yararlanmak istiyordu. Fakat AT Yunanistan, İspanya ve Portekiz’e tanıdığı imkanları Türkiye’ye tanımak istemiyordu. Buna karşılık Türkiye, tam üyelik başvurusuyla başlayacak yeni dönemde Brüksel’in “önce gümrük birliği” dayatmasının ortadan kalkacağını ümit ediyordu.
Türkiye’nin AET ile bir ortaklık anlaşması imzalamak için başvurduğu yıllardaki siyasal nedenlerle, AT’ye tam üyelik başvurusu yaparken mevcut olan siyasal nedenler arasında ikisi hiç değişmemişti. Bunlardan ilki, Türkiye’nin Avrupa entegrasyon hareketine katılmayı kendi batılılaşma ve çağdaşlaşma çabasının doğal ve gerekli bir sonucu olarak görmesiydi. Bununla bağlantılı olarak, 1950’lerin sonlarından 1980’lerin ortalarına kadar geçen sürede Türkiye’deki çoğulcu ve demokratik rejimin üç kez kesintiye uğraması, AT ile bütünleşmenin ülkedeki siyasal istikrara ve demokrasinin gelişimine büyük yararlar sağlayacağına olan inancı güçlendirmişti. İkinci değişmeyen siyasal neden ise Yunanistan’ın durumuydu. 1981’de tam üye olarak Türkiye’nin önüne geçen Yunanistan, karar mekanizmalarında yer aldığı AT’deki tüm olanaklarını Türk-Yunan sorunlarının AT ile ilişkilendirilmesine yönlendirmişti.
Diğer bir siyasal neden, 1981 ve 1986 genişlemelerinden sonra Türkiye’nin İzlanda ve Norveç ile birlikte NATO üyesi olan ancak AT üyesi olmayan üç Avrupalı ülkeden biri haline gelmesinin yarattığı memnuniyetsizlikti. Riskli dönemde siyasal bütünleşmeye paralel olarak Batı Avrupa’nın savunmasını üstlenecek güçlü askeri birimlere sahip olabileceği görüşü Türkiye’yi endişelendiriyordu. NATO’nun yerini Batı Avrupa Birliği (BAB) adındaki savunma örgütünün alması durumunda Türkiye, kendisi için çok yararlı gördüğü bir güvenlik şemsiyesinden yoksun kalacaktı. Bu durumda Türkiye AT’ye tam üye olarak BAB içinde de yer almak istiyordu.
Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere AT’ye üyelik için başvuru yapılmadan önce mevcut durum Atatürk dönemi Türk Dış Politikası prensiplerinden akılcılık ve gerçekçilik prensiplerine uygun olarak değerlendirilmiştir. Türkiye AT ilişkileri o zamanki konjonktür dolayısıyla kilitlenmiş ve bir türlü mevcut sorunlara çözümler üretilememiştir. Uygulanan politikalarla ilişkilerde aşama kaydetmek mümkün olmadığına göre proaktif şok bir girişimle ilişkilerin sorgulanması ve canlanması sağlanabilirdi. Tam üyelik prosedürünün başlaması, Türkiye’ye kaynak girişini sağlayabilir, üyelik tartışmaları esnasında üyelikle ilgili sonuç alınamasa dahi, kilitlenen ilişkilerde gelişme sağlanabilirdi. Türkiye’nin esneklik prensibi doğrultusunda AT politikasında gerçekleştirdiği bu atak beklenen sonucun kısmen alınmasını sağladı. AT ülkeleri Türkiye’nin üyeliğini engellemek için ilişkilerin gümrük birliği perspektifinde gelişmesi için gerekenleri yapmaya başladı. Kilit açıldı ve mevcut sorunlara çözümler üretilmeye başlandı.
Başvuru eşitlik prensibine uygun olarak uluslararası bir anlaşma olan Roma Anlaşması’nın her Avrupalı devlete tanıdığı haktan yararlanılarak yapılmıştı. Bu girişim Türkiye’nin Ankara Anlaşması’nın 28. maddesinde açıklanan seviyeye henüz ulaşamadığı yönündeki eleştirileri ortadan kaldırmıştı. Her şeye rağmen eleştirilere devam edenler uygulanmasını zorlaştırdıkları Ankara Anlaşması’nın önündeki engelleri kaldırmak için girişimlerde bulunmaya başladılar. Bu gelişme Türkiye AT ilişkilerinin önünü açtı.
Başvuru sonrasında Türkiye’nin ilk beklentisi eşitlik prensibi çerçevesinde diğer aday devletlere yapılan uygulamalarda olduğu gibi başvurunun komisyona gönderilmesiydi. Türkiye’nin başvuru öncesindeki girişimleri ve zamanlaması bu sonucun alınmasına imkan verdi. Başvuru diğer aday ülkelere benzer bir uygulama ile Konsey’de görüşüldükten sonra Komisyon’a gönderildi.
Başvuruyu müteakip Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanların Avrupa başkentlerine gerçekleştirdiği ziyaretler Atatürk dönemi Türk Dış Politikasının karşılıklı diyaloga ve doğrudan görüşmelere önem verilmesi prensibine uygun girişimlerdi. Bu girişimler sonrasında uzun ince bir yol olan üyelik perspektifinde önemli bir gelişme sağlanamasa da Türkiye AT ilişkilerinin gümrük birliği perspektifinde gelişmesine imkan sağladı.
Türkiye’nin AT ile ilişkilerde gerçekleştirdiği bu atılımla birlikte esneklik ve çok boyutlu dış politika prensibi kapsamında diğer dış politika açılımlarının gündeme getirilmesi, ABD, Rusya, EFTA ülkeleri, İslam ülkeleri ve daha sonra Türk cumhuriyetleri ile ilişkilerin geliştirilmesi önem arz etmektedir. Dış politikada esneklik ve çok boyutlu uygulamalara geçilmesi Türkiye’nin hızla dışa açılmasına yardımcı oldu ve asimetrik etkiler sayesinde Türkiye AB ilişkilerinin olumlu gelişmesine katkı sağladı.
Türkiye, gümrük birliğini gerçekleştirdikten sonra Ankara Anlaşması çerçevesinde son dönemin başladığını ve 1996 yılından itibaren AB tarafından başlatılan yeni genişleme süreci içinde yer almak istediğini AB yetkili organlarına iletmişti. Ancak hem AB Komisyonu’nun hazırladığı “Gündem 2000” raporunda, hem de Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye’ye aday ülkeler arasında yer verilmedi. Konsey, Türkiye’nin tam üyeliğe ehil olduğunu, diğer aday ülkelerle aynı kriterlere uygun olarak değerlendirileceğini bildirilmesine ve Türkiye’yi Avrupa Konferansı’na davet etmesine rağmen Türkiye’nin AB üyeliğini adeta dört koşula bağladı. AB’nin bu yaklaşımı Atatürk dönemi Türk dış politikasının eşitlik prensibine aykırıydı ve kendi içinde çelişkiler içeriyordu. Türkiye’nin bu yaklaşım karşısında “AB tarafından ortaya konmuş siyasi konuların karşılıklı ilişkilerde gündem dışında tutulması fakat ilişkilerin tamamen kesilmemesi, ekonomik ve ticari ilişkilerin fazla zarar görmemesi için gayret sarf edilmesi” politikası akılcılık, gerçekçilik ve esneklik prensiplerine uygundu. Düşmanlıkta aşırılıktan kaçınma ve dostluklara gerektiğinden fazla bel bağlamama prensibinin uygulamasına da güzel bir örnekti.
Nitekim bu onurlu ve şahsiyetli dış politika kısa sürede sonuç verdi ve değişen konjonktürün de etkisiyle ilişkilerde olumlu gelişmeler sağlanmaya başladı. 13 Ekim 1999’da yayınlanan İlerleme Raporu ve 11 Aralık 1999’da açıklanan Helsinki Zirvesi Sonuç Belgesi’nde Türkiye’nin diğer adaylarla eşit şartlarda AB’ye aday ülke olmasının yolu açıldı.
Helsinki Sonuç Belgesi’ndeki ifadeler üzerinde hassas bir şekilde duruldu. Ege ve Kıbrıs’la ilgili maddeler yanlış yorumlanabilirdi. Belirli bir tereddüt yaşandı. Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik’in önerisi diplomasi cambazlığı ile yazılmış bir metnin esiri olunmaması yönündeydi. Uygulama safhalara ayrılmalı, ilk safhada adaylık statüsü garantiye alınmalıydı, ondan sonra Ege ve Kıbrıs konularındaki tezlerimiz savunulmalıydı. Bu yaklaşım sorunların tümüne el atılmaması, uygulamanın safhalara ayrılması ve öncelik derecesine göre çözülmesi alt başlığı kapsamında akılcılık prensibine uygun bir yaklaşımdı.
Ege ve Kıbrıs konularında yaşanan tereddütler Lipponen mektubu ile aşıldı. Lipponen bu mektupta Helsinki Zirvesi’nin Kopenhag kriterlerine ilave ayrı bir kriter getirilmediğini belirtiyordu. Ayrıca Ankara’ya gelen Solana ve Verheugen de benzer söylemlerde bulundular. Bütün bu açıklamalara rağmen Yunanistan ve daha sonra Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye AB ilişkilerinin her aşamasında Ege ve Kıbrıs konularını bir koşul olarak öne sürmeye gayret sarf etti. Katılım Ortaklığı Belgesi’nde tekrar gündeme gelen Ege ve Kıbrıs kriteri “Öncelikler ve Orta Vadeli Hedefler” başlığı altında “Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog ve Siyasi Kriterler” adında bir ekleme yapılarak çözülmeye çalışıldı.
Kopenhag Zirvesi’nde (12-13 Aralık 2002), Komisyon’un görüş ve tavsiyeleri ışığında Aralık 2004’de toplanacak zirvenin Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yerine getirdiği yönünde karar alması halinde müzakerelerin gecikmeksizin başlatılacağı kararı alınmıştı. Bu kararla birlikte Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs’ın tümünü temsilen 2004 yılı içinde diğer 9 adayla birlikte AB’ye katılacağı ilan edilmişti. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB adaylığı arasında bağ kurmayanlar, zaman içinde Türkiye-AB ilişkileri ve Kıbrıs’ta çözüm arasında bir bağ kurabiliyorlardı. Bu gelişme Kıbrıs’la ilgili anlaşmalara aykırıydı ve dolayısıyla Atatürk dönemi Türk dış politikasının milletlerarası hukuka saygı, tutarlılık ve güvenilirlik prensiplerine aykırı uygulamalardı.
Benzer şekilde Bürüksel Zirvesi’nde (16-17 Aralık 2004), Türkiye ile müzakerelerin 3 Ekim 2005’de başlaması kararı alınırken, Türkiye’den müzakereler başlamadan önce AB’ye yeni katılan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi dahil 10 üye ile Ankara Anlaşması’nın uyarlamasına yönelik protokolü imzalaması istenmiştir. Türkiye söz konusu protokolü 9 Temmuz 2005 tarihinde imzalamış ve yayınladığı bir bildirge ile atılan imzanın tanıma anlamına gelmediğini duyurmuştur. Bu duyuruya rağmen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye’nin Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak kendisini tanıması yönünde önemli bir aşama kaydetmiştir. Türkiye bu gelişme karşısında, AB’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Annan Planı’nı kabul etmesi durumunda izolasyonların kaldırılması yönünde vermiş olduğu sözleri yerine getirmesini ısrarlı bir şekilde talep etmelidir. Bu sayede, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs’ın tek temsilcisi olarak kendisinin tanıması yönünde elde ettiği aşamaya, izolasyonların kaldırılması ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanıması yönünde elde edeceği aşamayla cevap verilmelidir. Böyle bir uygulamada Atatürk dönemi Türk dış politikasının kendi gücüne dayanır prensibi harekete geçirilmeli, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gücü barışçı bir ortam içinde en üst seviyede kullanılmalıdır.
AB sürecinde yaşanan zorlukların önemli bir kısmı ise, birlik oluşturma stratejisi için gerekli olan koşullardaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Kültürel, siyasal ve ekonomik değerlerde var olan farklılıklar ilişkilerin hızla gelişmesini zorlaştırmaktadır. Bu konuda Türkiye’nin yaşadığı zorlukların daha fazlasını AB ülkeleri yaşamaktadır. Kültürel farklılıklar, özellikle din ve inanç farklılıkları ilişkilerin normal bir seyirde devam etmesini engellemektedir. Bu açıdan bakıldığında, Avrupa’da Hıristiyan dini içindeki mezheplere karşı laik anlayışın geliştiği fakat farklı din ve kültürlere karşı yeterli hoşgörünün olmadığı söylenebilir. Avrupa’da bazı kesimlerin Hıristiyanlık taassubu ve haçlı zihniyeti ile Türkiye karşıtlığı yapması ancak “irtica” olarak tanımlanabilir. Bu bakımdan “uygarlıklar çatışması” tezini ortaya atan ve savunanlar “evrensel mürteciler” olarak adlandırılabilir. Böylesine ilkel bir anlayış ve düşünce AB iradesini temsil edemez, bunun aksi bir sonuç Avrupa kültürünün çağdaşlık ve evrensellik doğrultusundan sapması anlamına gelir. Bu takdirde Türkiye’nin Hıristiyan taassubunu ve haçlı zihniyetini yenememiş bir birliğe üye olması beklenemez. AB açısından Türkiye’nin üyeliği evrensellikle taassup arasında bir tercih sorunudur. Bu konuya iyimser olarak yaklaşılmalı ve uzlaşma kültürünün geliştirilmesine katkı sağlanmalıdır. AB sürecinin devam ettirilmesi kolay değildir, bunun için çok çalışmak gerekir. Karşı tarafın olduğu kadar Türkiye’nin de kendi taassuplarından kurtulması ve Türkiye’nin AB’ye girmesinin taraflara sağlayabileceği kazanımlar dikkate alınmalıdır. AB süreci doğrultusunda yapılan çalışmaların, Türkiye’nin esenliği için olduğu kadar, insanlık ve dünya barışı için de çalışmak anlamına geldiğinin bilincine varılmalıdır.
Türkiye’nin gerek ekonomi-politik gerekse sosyo-ekonomik verileri AB ortalamalarından önemli farklılıklar göstermektedir. Türkiye AB ülkeleri ile mukayese edildiğinde ikinci büyük nüfusa sahiptir. Ancak kişi başına milli geliri en düşük ülkedir. Bu durum Türkiye’den AB ülkelerine işçi akımını ve göçü gündeme getirmektedir. Dolayısıyla göç korkusu Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen en önemli hususlardan biridir. Ayrıca okuryazar oranı, internet kullanım oranı, parlamentodaki kadın milletvekili sayısı bakımından en kötü verilere sahip ülke Türkiye’dir. Tek başlarına dahi önemli sorun teşkil eden kültürel, siyasal ve ekonomik koşullardaki farklılıklar hepsi bir araya geldiğinde sorunun ağırlaşmasına neden olmaktadır. Dış politikanın ülkenin dahili teşkilatı ve gücü ile yakından alakalı olduğu prensibi dikkate alındığında, Türkiye’nin kendi içinde siyasi, ekonomik ve sosyal istikrarı yakalayarak hızla kalkınması önem arz etmektedir.
Türkiye’nin üyeliğinin bazı AB üyesi ülkeler tarafından halkoyuna sunulacağı dikkate alınarak, AB ülkeleri kamuoylarına yönelik lobi çalışmaları yapılmalı ve Türkiye hakkında daha olumlu bir kamuoyu oluşturulmalıdır. Bu kapsamda toplumun her kesimine mensup önemli kişiler (işadamları, işçi ve işveren kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri), Avrupa ülkelerindeki mevkidaşlarını ziyaret etmeli, gerçekleri ve Türkiye’nin görüşlerini anlatmalı, bu ülkelerin kamuoylarında çağdaş Türkiye imajını yerleştirmeye çalışmalıdırlar. Avrupa’da yerleşik olan temsil kabiliyeti yüksek Türkler organize edilmeli ve Türkiye lehinde lobi yapmaları sağlanmalıdır. AB ülkelerinde yerleşik toplam 3,5 milyon Türk yaşamaktadır. Avrupa ülkelerine işçi statüsünde giden bu vatandaşlarımızın önemli bir kısmı geçen zaman içinde kendi işlerini kurmuş ve işveren statüsüne geçmiştir. Bu vatandaşlarımızın çocukları ve torunları AB siyasi partilerinde yer almaya başlamışlar, Türkiye ile AB arasında bağ oluşturmuşlardır. Halen Avrupa Parlamentosu’nda (AP) 3 Türk parlamenter bulunmaktadır. Bu sayının gelecekte daha da artması beklenmektedir. Bu öngörü doğrultusunda eğitim seviyesi yükselen bu vatandaşlarımız, uygun strateji ve planlama ile Türkiye-AB ilişkilerinde çok önemli roller oynayabilirler.
AB ve AB ülkelerinin siyasi elitlerine ve aynı zamanda kamuoylarına yönelik olarak, AB üyesi olan Türkiye’nin jeopolitik gücünün, AB’ye hangi kazanımları sağlayacağı anlatılmalıdır. Ekonomik kazanımlar kapsamında; ekonominin genişlemesine ve bölgesel pazarın büyümesine, doğal kaynak rezervlerinin zenginleşmesine, küresel enerji politikalarında etkinliğin artmasına, Ortadoğu ve Orta Asya enerji kaynaklarına yönelik politikaların gerçekleştirilmesine, Avrupa enerji güvenliğinin sağlanmasına önemli katkılar yapacağı ifade edilmelidir.
Strateji ve güvenlik kapsamında; Avrupa güvenlik sisteminin etkinliğine, terörle ve organize suçlarla mücadele kabiliyetine, Ortadoğu ve Orta Asya’ya yönelik siyasal işbirliği olanaklarına, Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkaslar ve Karadeniz bölgelerinde barış güvenlik ve istikrarın sağlanmasına yapacağı katkılar açıklanmalıdır.
Sosyo-kültürel kazanımlar kapsamında; Avrupa kültürel değerlerinin yaygınlaşmasına ve kültürel etkileşim alanlarının genişlemesine, AB’nin hukuksal egemenlik ve etkileşim alanlarının büyümesine, ırkçılık, bölgesel milliyetçilik ve aşırı dini akımlarla mücadele kabiliyetine, uygarlıklar arası çatışmasının önlemesine, medeniyetler arası uzlaşmanın sağlanmasına büyük olanaklar sağlayacağı vurgulanmalıdır.
Türkiye’nin dahil olmasıyla küresel güç merkezi olan AB’nin, süper güç olma yönünde önemli bir aşama kaydedeceği ve küreselleşen dünya rekabet ortamında yeni dünya düzeninin şekillenmesinde daha fazla söz sahibi olacağı, dolayısıyla Avrupa’nın güvenliğinin, refah ve zenginliğinin sürdürülebilir olmasına katkı sağlayacağı konusu üzerinde durulmalıdır.
AB sürecinde Türkiye’de son yıllarda siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan hızlı değişim yaşanmıştır. Yaşanan bu hızlı değişim toplumun bazı kesimlerinde rahatsızlık yaratmıştır. Ayrıca AB hakkında dış ve iç kaynaklı olumsuz propagandalar Türk kamuoyunda endişeleri arttırmıştır. Bu nedenlerle, Türk kamuoyuna yönelik olarak da, AB konusunda bir aydınlatma stratejisi hazırlanmalı ve bu strateji kapsamında planlar uygulamaya konmalıdır. AB üyesi olan Türkiye’nin ve Türk milletinin kazanımları Türk kamuoyuna detaylı olarak anlatılmalıdır.
Siyasi kazanımlar çerçevesinde; Türkiye’nin çağdaş bir devlet olarak yapılanmasına, Türk milletinin çağdaş siyasal değerlere, kişi hak ve özgürlüklerine sahip olmasına, ülke içinde güvenlik ve istikrarın sağlanmasına, NATO’nun yanında Avrupa güvenlik şemsiyesine dahil olarak iç ve dış güvenliğe, bölgesel bir güç olarak Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz bölgelerinde siyasal etkinliğin artmasına, bu bölgelerde barış güvenlik ve istikrarın yerleşmesine önemli katkılar yapacağı ifade edilmelidir.
Ekonomik kazanımlar kapsamında; çağdaş ekonomik yapılanmanın sağlanmasına, karar mekanizmalarında yer alınan güvenli ve geniş bir pazara sahip olunmasına, ekonomik gelişmişlik, zenginlik ve istikrara, bölgesel enerji kaynakları üzerindeki etkinliğinin artmasına, Enerji kaynaklarına sahip olan bölgelerle bu kaynakları kullanan bölgeler arasında köprü olunmasına, Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz bölgelerinde ekonomik etkinliğin geliştirilmesine yapacağı katkılar açıklanmalıdır.
Sosyo-kültürel kazanımlar kapsamında; Çağdaş kültürel değerlerle etkileşime girerek Türk kültürünün gelişmesine, bölge ülkelerine ve İslam ülkelerine öncülük etmesine, kültürel değerlerinin yaygınlaşmasına ve kültürel etkileşim alanlarının genişlemesine, ırkçılık, bölgesel milliyetçilik ve aşırı dini akımlarla mücadele kabiliyetine, uygarlıklar arası çatışmasının önlemesine, medeniyetler arası uzlaşmanın sağlanmasına büyük olanaklar sağlayacağı vurgulanmalıdır.
Bölgesel güç merkezi olan Türkiye’nin AB’ye girmesi durumunda, küresel güç merkezi olma yönünde önemli bir aşama kaydedeceği, süper bir güce dönüşen AB’nin etkin bir üyesi olarak küreselleşen dünya rekabet ortamında yeni dünya düzeninin şekillenmesinde etkili olacağı, dolayısıyla AB üyeliğinin Türkiye’nin güvenlik, refah ve zenginliğine sürdürülebilirlik kazandıracağı üzerinde durulmalıdır.
Doç.Dr.Atilla SANDIKLI
BİLGESAM Başkanı