Milliyet’te yayınlanan bir yazı dizisinde, Kara Kuvvetleri’nin eski komutanlarından emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın şu sözleri sürmanşetten verilmişti: “Kürt yok dedik sorunu göremedik”.
Söz konusu söyleşilerden çıkarılacak sonuç, “öteki”ni yeterince tanımadığımızdı. Hem de hemen hemen hiçbir açıdan!
Bu alanda yazdığım daha önceki bazı yazılarımda da belirtmiştim. Batı, neredeyse 250 yıldır bölge ve Kürtler üzerine ciddi araştırmalar yap(tırt)makta. Biz ise, daha 15-20 yıl öncesine kadar Kürtlerden bahsederken, resmi söylemi oluşturan “kart-kurt-kürt” söylemi ile zaman harcamaktaydık…
***
Oysa, Türkler ile Kürtler arasındaki ilişki, bugün konuya yeni yeni ilgi duymaya başlayanların tahmin bile edemeyecekleri kadar eskilere dayanıyor…
Türklere ait ilk yazılı belge niteliğini de taşıyan Orhun Anıtları, bir yandan Türk budununa seslenirken diğer yandan da Türk ve Kürt Beylerine hitap eder…
Doğu ve Batı’nın organize olmuş şekilde karşı karşıya geldiği Haçlı Seferleri sırasında da, Araplar artık 7. yüzyıldaki İslam fütuhatını ortaya çıkaran askeri deha ve güçlerini yitirmiş olduklarından, İslam Dünyasını savunmak Orta Asya’dan gelerek Arapların yerini alan Türk orduları ile onların sadık uyrukları olan ve İslam diniyle yeni tanışan Kürt ordularına kalmıştı… Çapulcu Haçlı kuvvetlerine karşı kutsal yerlerin savunulmasında Türkler ile Kürtler arasındaki işbirliği, özellikle Eyyubi Sultanlarının önderliğinde devam etmiştir. Özellikle İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard, Fransa Kralı Philippe Auguste ve Alman Kralı Frederick Barbaros önderliğindeki birliklere karşı inanılmaz bir direnç ve yiğitlik destanı ortaya koyarak Mısır ile Suriye’yi geri alan ve Filistin’deki Fransız Krallığı’nı tarihin sayfalarına gömerek Kudüs duvarlarına Eyyubiler’in ünlü Kral-Kartal armasını gururla diken İslam orduları Türkler ile Kürtlerden oluşuyordu…
Eyyubiler’in 1250’deki düşüşünden sonraysa, Kürtler -kendi içlerinde- ciddi bölünmeler yaşadılar. Kürt beylerinin çok büyük bir kısmı, bir yandan Moğollar ile İran Safevileri’ne karşı bağımsızlıklarını koruma uğraşı verirken diğer yandan da Osmanlı’nın yanında yer alarak -özellikle İran’a karşı- iyi bir müttefik olduklarını defalarca gösterdiler. Örneğin, Çaldıran Savaşı’nda Şah İsmail’e karşı Yavuz’un yanında yer almaları, savaşın seyri açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Ki, bu beyliklerden bir kısmının İran sınırına konumlanmış olarak yaşam alanlarını belirlemeleri de, Osmanlı için stratejik bir önem taşımaktaydı…
***
Zaman içinde baş gösteren çeşitli sıkıntılar da yaşandı doğal olarak. Bunlar, daha çok yönetimsel ve idari sorunlardan kaynaklanmakla beraber, Batı’nın katkılarını da(!) es geçmemek lazım…
Osmanlı art arda kazandığı zaferler sonrasında bir cihan imparatorluğuna dönüşünce, yönetim de incelikli bir sanat haline gelmeye başladı. Buna bağlı olarak da, sahip olunan toprakların büyüklüğü karşısında idari yapılanmada bazı reformlar gerekti…
Bu süreçte, Osmanlılar ile Kürt Beylikleri arasındaki müttefik ilişkisinde, özellikle iki husustan dolayı kırılmalar yaşanmaya başlandı…
İlki, Osmanlı idaresi altındaki bölgelerin -buralardaki hükümranlık ilişkileri ile yerel idari yönetimlerin denetimi açısından- “illere” indirgenmek istenmesiydi. Bu gelişmelerden kaygı duyan ve sahip oldukları imtiyazları uzun dönemde kaybedeceklerini düşünen Kürt Beyleri, yavaş yavaş ayak diremeye başladılar. Ki, bu direnişler sadece Osmanlı’ya karşı da değildi. Osmanlı yerine İran idaresini tercih eden Kürt Beylerinin bölgelerinde de, İran’a karşı benzer direnişler sık sık boy göstermekteydi…
İkincisi de, denetimleri altındaki yerel idarelerde güçlenen Kürt Beylerinin buralardaki maliye sistemine hakim olmak istemeleriydi. Bu paralelde, bağlı oldukları merkezi idareye -yani Osmanlı veya İran yönetimlerine- rağmen, yabancılara ait ticaret kervanlarından “Bey Hakkı” adı altında ek vergiler almaları, merkez ile aralarında ciddi huzursuzlara yol açtı. Çünkü, söz konusu beye vergi ödenmediği zaman, beyin adamları dağlık geçitleri tutmakta ve ödemede bulunmayan kervanları yağmalamaktaydı. Bu durum, Van bölgesinin yönetimini elinde tutan Türk Beyi Melek Ahmet Paşa ile Bitlis yöresine hükmeden Kürt Beyi Avdal Han arasında yaşanan kanlı çatışmalardan da görüleceği gibi, zaman zaman Beyler arası savaşlara kadar gitmiştir.
Ancak, bunlar dışında başka faktörlerden de bahsetmek mümkün…
Genellikle göçebe yaşantısı süren Kürt halkının sosyo-ekonomik durumu gibi… Osmanlı idaresi altındaki Kürtler gayet iyi koşullara sahipken, diğer bölgelerde yaşamlarını sürdürenler ciddi sıkıntılarla karşı karşıyaydılar. Bu da, söz konusu grupların asi, kural tanımaz ve yol kesen eşkıyalar haline dönüşmesine yol açmıştı. Bu özellikler, sonraki dönemlerde Osmanlı’ya karşı gelmeye başlayanlar için de model oluşturdu.
Osmanlı’ya karşı baş gösteren ayaklanmalarda genellikle göz ardı edilen unsurlardan biri de, Kürt halkının içinde bulunduğu katı feodal ilişkilerdir. Yerel idare her zaman aynı Kürt Beyliğinde kalmadığı ve bu makama göz dikmiş olan çok sayıda başka Kürt Beylikleri bulunduğu için, Osmanlı’yla ilişkilerin sıcak tutulması zorunluydu. Bu da, Osmanlı’ya hoş görünmek için vergilerin oranlarını arttırmak ya da gönderilecek şatafatlı hediyeler için yeni kaynaklar bulmak anlamına geliyordu. Söz konusu kaynak da, idarelerinde bulunan Kürt halkıydı. Kürt beylerinin, zaman zaman karşılanması pek mümkün olmayan oranlarda vergiler talep etmeleri, hem kendilerine hem de Osmanlı’ya karşı nefret doğurmaktaydı…
Unutmadan, diğer bir kritik unsur da, Kürtlere ait topraklarda yaşayan Ermeniler ile Süryaniler’in zaman içinde asimile olup Kürt kimliği kazanmalarıdır. Bilmem, günümüze bazı yönlerden ışık tutabilmesi açısından bir şey ifade eder mi?
***
Söz konusu nedenlerden dolayı huzursuzluklar baş gösterdiğinde, Batı ciddi biçimde konuya eğilme ihtiyacı duydu.
Bunu da, bölgedeki kiliselerde görev yapan din adamları aracılığıyla gerçekleştirdi. Katolik kilisesinin Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı yürüttüğü yeraltı mücadelesinin benzeri, o günlerde Osmanlı’ya karşı sahneye kondu. Bölgedeki din adamları ciddi saha çalışmaları yapıp, edindikleri bilgileri hem Vatikan’a hem de bazı Batı devletlerine rapor olarak sunmaktaydılar.
Musul’da görev yapan(!) Garzoni adlı papazın yazdığı “Kürt Dili Grameri ve Sözlüğü”nün, Roma’daki Katolik Kilisesi tarafından 1787’de yayınlanması tesadüf değildi. Bu eser, aynı zamanda Kürtçe ilk dilbilgisi kitabı olma unvanına da sahiptir…
Yine, 19. yüzyılın başlarında bölgede hizmet yapmakta olan İtalyan Rahip G. Campanile de, İtalyanca olarak “Kürdistan Tarihi”ni yazmıştır…
Bu durum, sadece Katolik Kilisesi’nin ilgisiyle de sınırlı değildi. Düşündürücü olan, Danimarka Krallığı’nın dahi bölgede araştırmalar yaptırtmasıdır. Bölgedeki Arap, İran, Kürt ve Türklere ait gelişmeleri incelemesi için 18. yüzyılın ikinci yarısında görevlendirilen Carsten Niebuhr, konuyu hem politik gelişmeler açısından ele almış hem de oldukça bilimsel bir çalışmaya imza atmıştır. İlk olarak Almanca yayınlanan “Arabistan ve Komşu Ülkelerine Yolculuk” adlı eseri, daha sonra başta Fransızca olmak üzere çeşitli dillere çevrilmiştir. Amerika, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, Batı’lı devletlerin bölge ve Kürtler üzerine yaptırdığı diğer çalışmalara başka bir yazıda değiniriz.
***
Kısacası, Batı daha o zamanlarda Kürt sorununu ele almaya başlarken, bizim bugün sahip olduğumuz bilgiler ve bu doğrultuda oluşturulacak stratejiler son derece kısıtlı.
Görüldüğü üzere büyük devlet olabilmek, uzun dönemli olarak geleceğe bakma yetisi ve strateji geliştirme becerisiyle yakından ilişkili…
{jcomments on}
Yrd.Doç.Dr. Uğur Dolgun
İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi
İktisat Sosyolojisi Anabilim Dalı