Türk Dış Politikası ciddi bir çıkmazın içerisine girmiş gibi görünüyor. Davutoğlu’nun çok boyutluluğa yaslamayı amaçladığı dış politika stratejisi, özellikle sosyo-kültürel ve dinsel/mezhepsel ortaklık, tarihsel yaşanmışlık gibi toplumsal öğelere kurucu bir önem arz ettiği için, önceleri Ortadoğu odaklı bir başarı öyküsüne imza atmıştır. Suriye ile gelişen ilişkiler bu başarı öyküsünün en çarpıcı örneğiydi. Ne var ki, Arap Baharı’nın patlaması ve özellikle Suriye’de yaşanan iç savaşa Türkiye’nin fazlasıyla müdahil olması, çok boyutluluğa yaslanması beklenen Türk Dış Politikası’nı tamamıyla Ortadoğu merkezli bir işleyişe sürüklemiş ve bu süreç çerçevesinde Türkiye’nin dış politika öncelikleri konusunda tam bir yabancılaşmaya uğradığı görülmüştür.
Son döneme değin Türk Dış Politikası’nın yüzü her daim Batı’ya dönük olmuştur. ABD ile sürdürülen stratejik işbirliğinin yanı sıra, Türkiye’nin esas hedefi AB’ye üye olabilmek ve Avrupa devletler ailesinin muteber bir üyesi olabilmek olarak görülmüştür. Ülke içerisinde gerçekleştirilen toplumsal, siyasal ve özellikle de ekonomik reformlar bu çerçevede yürütülmeye çalışılmıştır. Ne var ki, Türkiye’nin belirtilen alanlarda oldukça çekimser bir reform iradesine yaslanması ve AB içerisinde Türkiye’nin üyeliğine karşı olan grupların/devletlerin sesinin çok daha gür çıkıyor oluşu, Türkiye’nin AB’ye eklemlenmesi sürecini büyük bir labirentin içerisinde yolunu kaybetmiş bir adamın çaresizliğine benzetmiştir. Davutoğlu’nun hedefi bu labirent içerisinde alternatif çözümler üretebilmek olarak görülmüş ve yalnızca AB’ye odaklı olan dış politika anlayışına karşı çıktığı için desteklenmiştir. Ancak bu destek muvacehesinde dahi Türkiye’nin yönünün Batı ile entegre olmak olduğu ve AB sürecinin aksatılmadan yürütülmesi gerekliliği birçok kesim tarafından sürekli olarak vurgulanmıştır.
Ne var ki, özellikle Mavi Marmara Baskını ve Arap Baharı’nın patlaması sonrası Türkiye’nin yönü neredeyse tamamıyla Ortadoğu’ya dönmüş ve Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı eserinde özellikle vurgu yaptığı çok boyutluluk dış politikadan soyutlanmıştır. Türkiye’nin, başta Suriye ve Irak olmak üzere Ortadoğu’daki meselelere fazlaca entegre olması, Türkiye’nin barışçı ve her kesime aynı mesafede durmaya dayalı dış politika algısında ciddi bir değişime neden olmuştur. Öyle ki, Türkiye, tıpkı Ortadoğu’daki devletlerin çok büyük bir bölümünün yaptığı gibi İsrail’i kendisine düşman bellemiş (İsrail’in yaptığı hatalar ve Türkiye’yi kendisine düşman olmaya zorlaması ayrı bir yazının konusu) ve Arap Baharı sonrası Ortadoğu ekseninde oluşan ve genel itibariyle mezhepsel ayrım çizgilerinden beslenen bölgesel/toplumsal kamplaşmaya entegre olmuştur. Bu durum, Türkiye’nin her yerde herkesle konuşmaya, diyalog kurmaya dayalı dış politika stratejisini ortadan kaldırdığı gibi, ülkenin tam bir Ortadoğu ülkesi olarak görülmesine de yol açmıştır. AB üyeliğini temel dış politika hedefi olarak gören bir ülkenin Ortadoğu’ya bu denli bağlanması ve bu bölgeye ilişkin konularda AB üyelerinden çok farklı bir söylem ve strateji benimsemesi, AB ile Türkiye arasındaki makasın daha da açılmasına yol açmıştır.
Türkiye’nin Ortadoğu’ya fazlaca müdahil olması, AB üyelik sürecinin ikinci plana atılmasına neden olmuştur. Öyle ki, 2006 yılına değin medyanın ve toplumun üzerinde durduğu en önemli husus olan ve Türkiye’nin temel dış politika hedefi olarak bilinen AB üyelik süreci, Türkiye’nin yüzünü Ortadoğu’ya dönmesinin ardından neredeyse tamamen unutulmuştur. Tabi bu durumun ortaya çıkmasındaki en önemli nedenlerden biri Türkiye’nin ve AB üyesi ülkelerin yaşadığı iç siyasal gelişmelerin, AB-Türkiye İlişkileri’ne yaptığı olumsuz etki olmuştur. AB’nin lider ülkeleri Almanya ve Fransa’nın Türkiye’ye açık uçlu bir müzakere süreci önermesi ve AB’nin yaşadığı genişleme dalgası sonrası oluşan olumsuzluklar, borç krizi ile birleştiği noktada, AB’nin Türkiye’ye yönelik bakışını olumsuzluğa itmiştir. Çok boyutluluğu benimsediği söylenen Türkiye’nin, özellikle 2010 sonrası dönemde başta komşu coğrafyalar Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar olmak üzere, küresel işleyişin şekillendiği tüm coğrafyalara karşı yabancılaşması, Türk Dış Politikası’na dair ciddi bir olumsuzluk olarak görülmelidir. Afrika kıtasına açılmayı ilk kez Türkiye’nin gündemine getiren mevcut hükümet, bu açılımı dahi belli bir bölge ile sınırlamış ve Nelson Mandela gibi bir Afrika efsanesinin cenaze törenine en üst düzeyde katılım göstermeyerek şaşırtmıştır.
Türk Dış Politikası’nın olumsuz etkilendiği hususlardan biri de iç politika olmuştur. Hükümetin özellikle son dönemde artan oranda olmak üzere ifade, basın ve gösteri yapma özgürlüğünün alanını daraltması, yargı üzerindeki baskısını görünür derecede arttırması ve söylem bazında otoriter bir anlayışı içselleştirmesi ciddi toplumsal tepkilere neden olmaktadır. Bu tepki dalgası, Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sağlama anlamında önemli bir unsur olan AB ülkeleri ve hatta ABD’de dahi ciddi endişelere neden olmaktadır. Türk Hükümeti’nin otoriter ve çoğulcu demokrasiyi yadsıyan ülkelerin oluşturduğu gevşek bir siyasal birlik olarak bilinen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’ne girme ve hatta bu örgütü AB üyeliğine alternatif gösterme noktasında ortaya koyduğu isteklilik, Türkiye içerisinde olduğu gibi AB çevrelerinde ve tabii ki ABD’de de ciddi bir endişeye neden olmaktadır. Bu endişe, Batı basınında Türkiye’ye dair çıkan haber ve yorumların neredeyse tamamının eleştirel ve olumsuz olması ile rahatlıkla görülebilmektedir.
Açıkçası Türkiye’nin son dönemde izlediği dış politikanın, ülkenin temel dış politika hedeflerini yadsıyan bir görünüme sahip olduğunu, benimsenmek istenen çok boyutluluğu pas geçtiğini ve otoriter siyasal yapıları ile tanınan Rusya ve Çin gibi ülkeleri ön plana aldığını söyleyebiliriz. Ortadoğu’ya fazlasıyla kanalize olan ve bu bölgeden kendisine yansıyan olumsuzlukların, ülke içerisinde oluşmuş bulunan toplumsal/siyasal kamplaşmaya etki ettiği bir ortamda, ŞİÖ üyeliğini AB üyeliği ile bir tutan söylemler içerisine girmek ve demokrasiyi, güçler ayrılığını yadsıyan bir iç politika çizgisine doğru savrulmak ciddi bir olumsuzluktur. Başbakanın Brüksel ve Almanya ziyaretleri ile Fransa lideri Hollande’ın Türkiye ziyaretleri esnasında kendisini gösteren tedirginlik ve söylem bazlı farklılaşma, Türkiye’nin, aksi yöndeki açıklamalara karşın, temel dış politika hedefi olan AB üyeliğinden ne denli uzakta olduğunu kanıtlamaktadır. Bu minvalde, Türkiye’nin geleneksel dış politika çizgisinden (hatta mevcut hükümetin iktidarının ilk yıllarında benimsediği dış politika anlayışından) ciddi anlamda saptığını ve kendisine temel referans olarak gördüğü Ortadoğu’da yaşanan belirsizliklerin ve iç politika anlamında içerisine sürüklendiği sıkışmışlığın/yıpranmanın da sonucunda dış politikaya odaklanma noktasında büyük bir problem yaşadığını söyleyebiliriz.
Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU
Giresun Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü