Türk Dış Politikası’nın (TDP), AKP’nin 2002 senesinde iktidara gelmesiyle beraber ciddi bir dönüşümün içine girdiği her fırsatta iddia edilir. Ahmet Davutoğlu’nun önceleri danışman olarak ve sonrasında direkt icraat makamı vasfında Dışişleri Bakanı olmasıyla uygulamaya koyduğu strateji, TDP’nin kemikleşmiş sorunlarına da alternatif bir vizyon getirmekteydi. İlk elden değerlendirildiğinde, komşularıyla yıllardır yaşamış olduğu sorunların üstesinden gelmeyi deneyen bir proaktivizm göze çarpmaktaydı.
Sorunların halline yeterli zemin hazırlamasa dahi dondurulmasına yardımcı olan bir programla Türkiye, kemikleşmiş/kilitlenmiş halde bulunan dış politika problemlerinde en azından inisiyatifi eline alan bir yaklaşım geliştirdi. Bu durum, hemen bütün komşularıyla olan ilişkilerine de yansımıştır. Başta Kıbrıs Sorunu bağlamında Yunanistan olmak üzere Ermenistan ve Suriye ile ilişkilerde tabulaşmış pek çok aşama bu vizyon ile katedilmiştir. Günümüze gelindiğinde de benzer bir durumun vuku bulduğu kolaylıkla tespit edilebilir. TDP, yakın çevresinde ve özellikle İslam Alemi’nde inisiyatif alan, yakın çevresiyle ekonomik entegrasyonunun dış politikada yaşanmış sorunları alt edebileceğine liberal bir temellendirmeyle inanan, uluslararası örgütler yoluyla küresel görünürlüğünü arttırmaya çalışan ve Başbakan Erdoğan’ın kişisel karizması marifetiyle alternatif bir Batılı Müslüman ülke modeli olarak sıklıkla telaffuz edilir olmuştur. Bu süreç içerisinde tartışmaya pek de açılmamış bir konu başlığı ise, biricik süper güç ABD’nin ve müttefikler mimarisinin ekserisini temsil eden Batılı büyük güçlerin uyguladığı politikalarla sağlanan uyumluluk derecesidir. Tartışmaya açılmış olsa dahi “CHP eleştirisi” olmaktan öteye yol alamadığı için argümanların inandırıcılığı da şüphe yaratmıştır.
Günümüzde yaşanmaya devam edilen ve Arap Baharı olarak isimlendirilen sürecin, Türkiye ve AKP açısından da pek çok göstergeye sahip olduğu iddia edilebilir. Tunus ile başlayan bu “devrim” süreçleri, radikal bir içeriğe ve söyleme sahip olmasalar dahi yıllanmış yöneticileri “tahtlarından” indirmenin bir aracı olarak fonksiyonelleşmişlerdir. Arap nüfusun ekserisini barındıran bu coğrafya özelinde tarihsel bir perspektif geliştirilirse, bu durumun dahi tek başına bir başarı olduğu söylenmelidir. Fakat bu noktada, dışsal faktörler açısından ilginç bir radikallik söz konusudur. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısı boyunca söz konusu otokratik yönetimleri Sovyetler tehdidi endeksli muhtelif stratejilerle koruma şemsiyesine alan Batılı ülkeler, enerji güvenliğinin de erken dönem örneğini uygulamaya koyuyorlardı. Libya ve Mısır gibi “sosyalist” ülkeleri bir yana koyacak olursak (ki “sosyalist” ülkeler de Sovyetleri denge unsuru olarak kullanıyorlardı.), monarşik rejimlerin yönetimdeki varlıklarını sürdürebilmek adına Batılı ülkelerle iyi ilişkiler tesis etmeleri, hegemonik gücün bölgesel istikrar peşinde koşan politikalarıyla ortak bir ülkü yaratılmasına da hizmet etmiştir. Mesela bu bağlamdan bakıldığında, Körfez İşbirliği Konseyi’nin kurulma tarihi önem taşır. Ayrıca Suudi Arabistan başta olmak üzere çeşitli Körfez ülkelerinin Batılı ülkelerle (özellikle ABD) girdikleri “özel ilişkiler” de bu bağlama oturtulmaksızın reel anlamlarına kavuşamazlar. Tüm bunlar düşünüldüğünde, günümüzün Arap Baharı’na verilen örtük ya da aleni Batı desteğini de anlamak zorlaşmaktadır.
Arap Baharı’nın Türkiye açısından içerdiği anlamlar da benzer bir karışıklığa sebep olmaktadır. Türkiye’nin AKP ile beraber uygulamaya koyduğu komşularla sıfır sorun politikası, özellikle Suriye’de yaşanan olaylarla birlikte farklı bir safhaya girmiştir. Komşularla sıfır sorun politikasının özüne inildiğinde, her şeyden önce statükocu bir yaklaşım olduğu tespit edilebilir. Komşu olan ülkelerin yönetimlerinin niteliği göz önüne alınmaksızın, salt “problem yaşamama” mantığı üzerine inşa edilen bu anlayış, ilk elden statükocudur. Kurulu düzeni korumaya yönelik bir vizyona sahiptir. Fakat Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerinde normatif bir inisiyatif alması, yukarıda varsayılan stratejiyi de kızağa almaktadır. TDP’nin Suriye’de yaşanan süreç ile ilgili olarak takınmış olduğu tutum, tam anlamıyla revizyonisttir. Keza benzer bir tutum, Libya sürecinde de söz konusu olmuş, Türkiye, Libya Ulusal Geçiş Konseyi’ni tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştur. İktidardaki Arap liderlerine yönelik olarak söylenen “Halkının taleplerine kulak vermesi gerektiği” cümleciği, hemen bütün bu süreç boyunca kullanılan ana tabir olmuştur. Bu söylemin demokratikleşmeye verdiği direkt atıf, söz konusu yönetimlerin otokratik yapıları düşünüldüğünde, var olan statüyü değiştirmek lehinedir. TDP’de yaşanan bu değişim, aynı zamanda temel bir paradigmik kırılmayı da temsil etmektedir. Bir diğer açıdan da Türkiye, uzun yıllardır iddia ettiği ulusal egemenlik haklarına saygı ilkesini normatif bir gerekçeyle de olsa aşmaktadır. Bu bağlamda, Clinton ABD’sinin söylemindeki baskın insan hakları vurgusuna benzer nitelikte bir içerik kazanan TDP, Batılı değerlerin ileri savunucusu konumuna pozisyonlanmaktadır. Batılı güçlerin stratejilerindeki değişim de düşünüldüğünde, TDP’nin stratejisindeki bu balans ayarı, Batılı güçlerle uyumlulaşmanın da simgesi olarak algılanabilir. Bu noktada Türkiye’nin Avrupalılaşma kademesi olarak düşünülebilecek olan insan hakları çıpası da TDP açısından öz-meşrulaştırım referansını teşkil etmektedir. Hem statükoyu eleştiren hem de normatif liderlik vasfıyla donanmaya çabalayan TDP, iç politikasında yaşadığı problemlerle birlikte değerlendirildiğinde inandırıcılığı noktasında ciddi şüphelere mahal vermektedir.
Arap Baharı yaşanmazdan önce de benzer örtüşmeler söz konusu olmuştur. Özellikle Ermenistan ile yaşanan yumuşama dönemi ilgi çekicidir. Kafkasya politiğinin genel yapısı, jeopolitikası bağlamında tampon olmaktan tarih boyunca uzaklaşamamıştır. Bu tampon bölgenin tampon devletleri arasında Rus etkisinden sıyrılmaya çalışan Gürcistan ise Rus Dış Politikası açısından çıban başını temsil etmektedir. NATO’nun açık kapı politikası vasfıyla NATO’ya katılım amacıyla gerçekleştirdiği girişimler, yeni bir çevreleme stratejisinin parçalarını teşkil edebilme potansiyeli açısından Rusya’nın ciddi tepkiler göstermesine de ortam hazırlamıştır. 2008 yılında meydana gelen Rusya-Gürcistan Savaşı’nın da kuşkusuz temel sebebi, Gürcistan’ın Rus jeopolitikasında ve güvenlik söyleminde arz ettiği yakın çevre statüsünü Batılı güçlerin “hizmetine açma” girişimidir. Söz konusu savaşın galibi tartışmasız bir şekilde Rusya olmuştur. Bu süreç içerisinde Çanakkale ve İstanbul Boğazları vasfıyla jeostratejisi aktif bir önem kazanan Türkiye, NATO’nun insani yardım taşıyan gemilerine geçiş serbestisi vermiştir. Akabinde de Rusya ile ilişkileri gerilmiştir. Bu sürecin Türkiye açısından en belirleyici yanı, Rusya-Gürcistan Savaşı’nın akabinde gerçekleştirilen Ermenistan’la diyalog ortamıdır. Amerikan stratejisi açısından bakıldığında, enerji güvenliğinin Kafkasya özelinde önemli bir kademesini teşkil eden Gürcistan’ın politik olarak destabilize edilmesi, Rus güdümündeki Ermenistan politiğini Türkiye ile dengelemek ve mümkünse nötr bir niteliğe kavuşturmanın da gerekliliğini arttırmıştır. Türkiye, bu aşamada, Batı’nın tarihsel ileri karakolu rolünü oynamaktadır. 2008 Rus müdahalesinin akabinde alelacele girişilen Ermenistan diyalog süreci, Türkiye açısından bakıldığında, başta Azerbaycan ile olan ilişkileri germiş, “kardeş ülke” olma vasfını sorgulamaya açmıştır. İç politikada da milliyetçi mevziinin önemli bir argümanını temsil eden “kardeş ülke Azerbaycan” söylemi, her ne kadar AKP ileri gelenlerince de tekrarlansa da sekteye uğramıştır. İç politikada ciddi eleştiri oklarına mal olan bu yumuşama evresi, Amerikan makro stratejisine uyumluluğu açısından değerlendirildiğinde, gayet yerinde bir atılımdır.
Benzer bir tutum İsrail-Suriye ilişkilerinde de söz konusu olmuş, arabuluculuk vasfıyla görüşmelere ön ayak olma iddiası temelinde iki ülkenin görüşebilme zemini Türkiye aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Suriye’nin de İran eksenli Şii jeopolitiğinde önemli bir yeri olduğu ve başta HAMAS olmak üzere çeşitli devlet-dışı oluşumlara İran kanalıyla yardım ettiği göz önünde bulundurulursa, bu ön ayak olma girişiminin önemi anlaşılabilir. Suriye’nin İran ekseninden koparılması anlamına gelebilecek gelişmeler dizisi, kuşkusuz Türkiye’nin ön ayak olduğu ve nihayetinde Golan Tepeleri’nin Suriye’ye iade edildiği bir süreç sonunda başarıya ulaşabilecektir. İsrail eksenli Amerikan stratejisinin gereklerinden biri olarak ön plana çıkan Ortadoğu’daki İran etkisinin kısıtlanması, temel olarak Türkiye’nin üreteceği İslami bir söylemle sağlanabilir. TDP için Filistin Sorunu’nun marjinal seviyelerde sahiplenilmesinin altında da bu söylem yarışı bulunmaktadır. Amerikan ve hatta İsrail stratejisine uyumluluk da bu aşamada cereyan etmektedir. İran ile varsayılan tarihi rekabet, Türkiye’nin AKP ile beraber ürettiği İslami söylem ile yeniden diriltilmiştir. Bu rekabet de kuşkusuz Batılı ülkelerin stratejileriyle uyumludur.
Son olarak eklenmesi gereken bir diğer olgu ise Mavi Marmara Krizi ve NATO Füze Kalkanı Projesi’nin eşzamanlılığıdır. İsrail ile yaşanan Mavi Marmara Krizi, kuşkusuz Türkiye’nin Ortadoğu’daki imajını tazelemektedir. Yetkin kişilerce de dillendirilen “İsrail’e diş geçirme” amacıyla görüldüğünde Mavi Marmara Krizi, aslında Türkiye’nin Ortadoğulu toplumlara rüştünü ispatlama operasyonudur. Arap coğrafyasında yer etmiş “İsrail kültünü” yerle bir etmek amacındadır. Dikkat edilirse benzer bir yöntemle, İran da söyleminin etki alanını genişletebilmek amacıyla devamlı surette İsrail’i hedef alan agresif açıklamalarda bulunmaktadır. Ürettiği İslami söylemin inandırıcılığını sağlamak açısından Filistin Sorunu’na sınırsız destek politikası güden TDP, İsrail’in fütursuz uygulamalarını da sınırlamak adına yerinde bir tavırla hareket etmektedir. Fakat aynı süreç dâhilinde, NATO’nun, resmen telaffuz edilmese dahi, İran gibi ülkelere karşı geliştirildiği aşikâr olan Füze Kalkanı Projesi, Türkiye’nin dış politikasında uyguladığı barışçıl girişimleri de gölgelemektedir. İran ile rekabeti açısından bakıldığında olumlanabilecek bir gelişme olsa dahi bu proje, Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın ilk yıllarından bu yana transatlantik güvenliği adına yürüttüğü ileri karakol vasfını güncellemek ve olası ulusal menfaat odaklı politikaları arka plana atmak anlamına gelecektir.
Türkiye’nin sahibi olduğu jeopolitik konum, hakkaniyetli bir değerlendirmeyle birlikte ölçüldüğünde kuşkusuz bu tip med-cezirlere sebep olabilir. TDP’nin çeşitli dönemlerinde benzer med-cezirlerin “en ulusalcı” tavırlarda dahi vuku bulduğu bir gerçektir. Lakin esaslı sorun başlığı, TDP’nin iddialı konumlanışı ve tarihsel olarak yaşamış olduğu kimlik krizini bir türlü aşamamış olmasıdır. Hem Batılı hem de Doğulu nitelikleriyle ve uygulamalarıyla Türkiye, ürettiği tüm alternatif söylemlere rağmen arafta konumlanabilmektedir. Dış politikasında yaşamış olduğu son dönem değişimler, dış dünyada yaşanan konjonktürel değişimlere paralel gelişmektedir. Söylem düzeyinde ağır basan normatif vurgu, aşırı iddialı bir nitelik kazanabilmektedir. Ayrıca Türkiye üzerinden geliştirilen bölgesel süper güç nitelemeleri, klasik jeopolitik kuramın pivot ülkesine tekabül etmektedir. Türkiye, söz konusu rolü NATO’ya girdiği günden bu yana oynamaktadır. Bandung Konferansı’nda Batı Bloğu’nun tanıtımını yaptığı günlerden beri Türkiye, Türk Bariyeri olarak işlev görmektedir. Fakat tüm bu anlatılanlara rağmen ciddi anlamda iddialı ve tüm bu girdilerden bağımsız bir dış politika yürütülüyormuş izlenimi yaratmak, siyaseten dürüstlüğün ötesinde bir yaklaşımdır.
Ceyhun ÇİÇEKÇİ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi