Türk Dış Politikası’nda (TDP) uzunca bir süre devam eden bahar havası, Arap Baharı’yla tezat oluşturacak şekilde, hızlıca solmaya başladı. İlk başlarda bölgesel etkinliğimizden ve projekte edebileceğimiz güç potansiyelinden dem vururken bir anda kendimizi tehditlere maruz kalan pozisyonda buluverdik. Başta Suriye olmak üzere İran ve devlet dışı uzuvları vasfıyla “eski Ortadoğu” algımız da diriltilmeye başlandı.
“Tehditler yuvası Ortadoğu”, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarına değin TDP’nin temel algısını yansıtıyordu. Son on senelik süre zarfında bunu aştığımızı düşündük. Oysa gelinen nokta itibariyle “dostlarımızı” uzaklaştırdık ya da temsil edilen değerlerdeki uyuşmazlık bizleri ayrı yollara sevk etti. Üretilen İslamiyet soslu-medeniyet temelli “kardeşlik-akrabalık” söylemi, yerini jeopolitik temellendirmelerin ürettiği ulusal güvenlik söylemlerinin sertliğine bırakıverdi. Artık komşularımızla siyasal-ekonomik entegrasyonu öncelemekten ziyade ulusal güvenliğimizi tüm anlamlarıyla sağlamaya çalışacağımız bir döneme girdiğimizi düşünüyorum. Bu dönemde, ulusal güvenlik mantığının da gereği olarak, ortak güvenlikten daha fazla bencil politikalara yönelebiliriz. En nihayetinde uluslararası sistemin temel aktörü olarak devlet, bekasını öncelemedikten sonra varlığını yitirebilecektir. Hobbesyen Ortadoğu dejavusu! İşte geldiğimiz nokta maalesef budur.
Yukarıda yazılanlardan itham edici bir tutum içerisine girdiğim düşünülmemeli. Bana kalırsa TDP son on yılda gayet makul bir seviyede yürütüldü ve icap ettiği oranda da proaktivist bir tavır sergilendi. Soğuk Savaş sonrası düzenin düzensizliği de TDP’ye bu fırsatı vermiştir. Küresel güç dengelerinin geçen yirmi küsur seneye rağmen hali hazırda yerli yerine oturmamış olması, öncelikli olarak bölgesel ve tedricen küresel güç pozisyonuna ulaşmaya aday devletlerin kendilerini şanslı gördüğü bir ortamı da doğurmuştu. Türkiye de bunlardan biridir. Gelinen nokta itibariyle “ne kadar şanslıyız, ne kadarını yürüdük bu yolun?” soruları ise hala muğlâk cevaplarını beklemekte.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki tespit edebildiğim kadarıyla TDP’nin iki basınç odağı tarafından kıskaca alındığı aşikar. Bunlardan ilki NATO’nun Füze Savunma Sistemi (FSS). İkinci basınç noktası ise Arap Baharı ile beraber kaçınılmaz bir şekilde normativizm yüklenen TDP’nin ürettiği insan hakları merkezli, bölge özelinde revizyonist anlamlar içeren politik söylemdir. Bu iki basınç noktası bugün TDP’nin komşularıyla ciddi problemler yaşamasına da zemin hazırlıyor. İran özelinde bakıldığında Türkiye, FSS üzerinden tehdit ediliyor. İran bu yapılanmayı ulusal güvenliği açısından başat sorun olarak algılıyor. Özellikle Suriye’de gerçekleşecek olası bir yönetim değişikliği de İran’ın kuyruğunu sıkıştıran bir başka husus. Esad’ın olası düşüşü, İran’ın bölgesel nüfuz değerini de düşürecek. İran’ın Türkiye üzerinden gönderdiği mesajların sertlik tonu, Türkiye açısından, Suriye’deki rejim değişikliğine tarafgirlikle de yakından ilintili. Hal böyle olunca TDP açık pozisyon alıyor. Çünkü FSS her şeyden evvel “Batı” çıkarlarını temsil ediyor, “Doğu’nun” gözünde. Ayrıca Suriye’deki değişimin desteklenmesi de Batı söyleminin sürdürülmesi anlamına geliyor. Bu durum, TDP açısından aslında yeni değil. TDP, uzunca bir süredir Batı söylemi ve makro stratejisiyle örtüşen politikalar üretmekteydi. Fakat bu kadar açık bir pozisyon almamıştı. Şimdi ise açık hedeflerden biri haline geldi. Suriye’deki yönetimden de benzer tepkiler geliyor. Gelmesi çok da normal. Bunda anormal herhangi bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Yalnız şu var ki Esad yönetimi hasbelkader iktidarda kalmayı başarabilirse, Türkiye’nin başı o zaman ciddi derde girebilir. 1990’ların TDP’sini kitaplardan okuyup irkilen biri olarak söyleyebilirim ki, bu sefer Hatay’a Kara Kuvvetleri Komutanı’nı göndermekle ve Sincan’da tank yürütmekle bu tehditleri bertaraf edemeyebiliriz…
Arş. Gör. Ceyhun ÇİÇEKÇİ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi