Türkiye’nin iç ve dış değişim dinamiklerinin son yıllarda sergilediği ivme, ekonomiden dış politikaya, bilim ve teknolojiden sanata kadar geniş bir alanda cereyan etmekte ve yeni risk ve fırsat alanlarının doğmasına imkân tanımaktadır. Kendi tarihi ve coğrafyasıyla yeniden barışmaya çalışan Türkiye, küreselleşen dünyada bu iki unsuru yani zaman ve mekânı stratejik bir değer haline getirmekte ve soğuk savaş döneminin tek boyutlu ve indirgemeci ayrımlarını hızla geride bırakmaktadır. Dış politikadan ekonomiye Türkiye’nin yeni aktörleri, kendilerini tarihin bir seyircisi değil aktörü olarak konumlandırmakta ve küresel merkez-çevre ilişkilerinin değişmesini ve daha demokratik ve adil bir yapıya kavuştum İmasını talep etmektedirler. Ekonomik kaynaklar, uluslararası kurum ve kuruluşlar, medya, popüler kültür, girişim ve seyahat özgürlüğü gibi jeopolitik sistemi oluşturan unsurların tek bir merkezden ve tek bir model üzerinden tanzim edilmesinin ürettiği maliyet, giderek ileri sanayi toplumları tarafından da taşınamaz hale gelmektedir.
Bu maliyetin bir diğer temel kaynağı, siyasi meşruiyet meselesidir. Küresel sistem içerisinde meşruiyeti olmayan herhangi bir politikayı temellendirmek ve uygulamak mümkün değildir. Bu meşruiyetin sağlanamadığı durumlarda sistem her zaman krize girmiş ve büyük maliyetler üretmiştir. Dünya kamuoyu, ülkelerin dış politikalarını belirlerken ve uygularken dikkate almak zorunda oldukları önemli referans noktalarından biri haline gelmiştir. Modernitenin meşruiyet krizi büyük oranda kendini merkeze alan ve bunu başkalarına izah etme ihtiyacı duymayan tutumundan kaynaklanmaktaydı. Bugün küresel sistemin temel meşruiyet sorunlarından biri, mevcut (niceliklerinin ve yöntemlerinin dünya kamuoyunun kahir ekseriyeti tarafından benimsenmemesidir. Meşruiyetin birinci şartı adil paylaşımdır ve bu ilke, uluslararası sistem için de geçerliliğini muhafaza etmektedir. Küresel sistemin meşruiyet krizinin aşılması, dünyanın ekonomik, siyasi ve kültürel kaynaklarının adil bir şekilde paylaşılması ve etno-sentrik hiyerarşilerin terk edilmesi ile mümkün olacaktır.
Küresel ekonomik sistemin giderek derinleşen bağımlılık ilişkileri üretmesi, küresel siyasal sistemin tek bir merkezden kontrol edilmesinin ağırlaşan maliyeti ve çoğul modernite tecrübesi, ulusal ve bölgesel dinamikleri doğaldan etkilemekte ve yeni ilişki biçimlerinin doğmasına imkân sağlamaktadır. 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan “kaotik düzen‘” hali, merkezkaç güçlerin merkezi güçler üzerinde doğrudan etki yapabilmesini mümkün hale getirmektedir. Soğuk savaş döneminin başlıca aktörü olan ulus-devletlerin ve bölgesel blokların yanına medya, kamuoyu araştırmaları, insan hakları örgütleri ve sivil toplum kuruluşları (STK’lar) gibi yeni aktörler eklenmekte ve bu, küresel sistemin daha dinamik, çok boyutlu ve daha az kontrol edilebilir bir nitelik kazanmasını zorunlu hale getirmektedir.
Bu baş döndürücü gelişmelerin en önemli sonuçlarından biri, yeni bir jeopolitik muhayyilenin ortaya çıkması ve Avrupa-merkezci tarih ve toplum tasavvurunun aşılmasına yönelik çabaları güçlendirmesidir. Modern i ten in Batı medeniyeti içinde yaşadığı kırılmalar ve Batılı olmayan toplumlarda sergilediği zikzaklı tarihi süreçler, yeni bir küresel düzen fikrini hem zorunlu kılmakta hem de mümkün hale getirmektedir. 21’inci yüzyılda Aydınlanma anlatısının ve Fransız Devrimi’nin insanlığın tarih ve coğrafya, zaman ve mekân, birey ve toplum, akıl ve din, ben ve öteki, merkez ve çevre arasındaki dinamik ilişkiye yön veren tek anlatı olduğunu söylemek artık mümkün değildir. Yeni bir “coğrafi muhayyile” kendini her gün biraz daha hissettirmektedir (2).
Güçlü bir özgüvenle derinlik kazanan bu yeni zaman ve mekân tasavvuru, Türkiye’nin kendine özgü kavramlar üretmesine ve yeni bir dil evreni inşa etmesine de imkân sağlamaktadır. Semiyolojik açıdan bakıldığında Türk siyasetinin ve dış politikasının yeni kelimeleri ve kavramları, derindeki zihinsel dönüşümün kayda değer göstergeleri olarak not edilmelidir. Bu yeni tasavvur ve idrak düzlemi, Türk bilim adamlarının, aydınların ve politika yapıcıların kendi kavramlarını ve kuramlarını üretmelerine imkân tanımakta ve Türk düşünce hayatının ufkunu genişletmektedir. Ufuk metaforunun işaret ettiği gibi, bu değişim sürecinin sağladığı “açık ufuk”, Türkiye’nin temel meselelerinin yeni bir gözle ele alınmasını sağlamaktadır. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Kontunu adlı çalışmasında ortaya koyduğu dünyaya Türkiye’den bakma gayreti, giderek normal bir söylem haline gelmekte ve yeni kavramsallaştırmaların önünü açmaktadır (3). Türkiye’nin bir Üçüncü Dünyacılık hevesine kapılmadan böyle bir zihinsel çabanın içinde olması, kaydedilmesi gereken önemli bir gelişmedir.
Türkiye toplumunda ve dış politikasında yaşanan bu değişim, Türkiye’de olduğu kadar bölgede ve küresel sistemde meydana gelen büyük kırılmalar aracılığıyla da tetiklenmektedir. Küresel sistemin önemli aktörlerinden biri haline gelen Türkiye, bu değişimi aynı zamanda kendi özgün şartlarında yaşamaktadır. Bu manada “yeni bir Türkiye hikâyesi”nin zuhur etmekte olduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye’nin iç dinamiklerinden kaynaklanan bu değişim ve bunun dış politikaya yansıması, Avrupa’dan Amerika’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada ve uluslararası ilişkilerden siyaset bilimine ve kültür çalışmalarına kadar farklı zeminlerde yeni bir Türkiye tartışmasının doğmasına da neden olmaktadır (4). Türk modernleşmesinin bu son evresinde ortaya çıkan yeni dinamikler, Türkiye’nin Avrupa ve Amerika’yla olan geleneksel ilişkilerine de yeni boyutlar eklemektedir.” (5). Bir başka yazımızda ele aldığımız üzere Türkiye’nin sergilediği bu değişim, bir tarafta yeni bir jeopolitik tasavvurun ve küresel muhayyilenin, öbür tarafta Türkiye’nin ekonomik ve güvenlik temelli önceliklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu manada Türk dış politikasında değişim ne tek başına ideolojik mülahazalara ne de realpolitik kaygılara indirgenebilir (6).
Bu yazıda Türk dış politikasının iki önemli unsuru olan “ince güç‘” (soft power) ve “kamu diplomasisi” kavramlarını, özet olarak işaret ettiğimiz bu dönüşüm bağlamında ele alacağız. Türkiye’nin ince güç kapasitesi, onun tarihinin, coğrafyasının, kültürel derinliğinin, ekonomik gücünün ve demokrasisinin sağladığı imkânların bileşkesi olarak değerlendirilecek ve dış politikadaki yerine işaret edilecektir. İnce gücün bir uygulanım alanı olan kamu diplomasisi, Türkiye’de yeni bir kavramdır ve Başbakanlık bünyesinde bir Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün kurulmasından sonra yaygın bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Dünyanın önde gelen ülkelerinin etkin bir siyasi iletişim dili olarak kullandığı kamu diplomasisi, bir ülkenin dünyayla paylaşmak istediği hikâyesinin tutarlı ve ikna edici bir şekilde ortaya konma çabasıdır. Yazının ikinci bölümünde kamu diplomasisine ilişkin kavramsal bir çerçeve sunulacak, dünya pratiklerinden kısa örnekler sunulacak ve Türkiye’nin kamu diplomasisi konsepti üzerinde bazı gözlemlerde bulunulacaktır.
Türkiye’nin İnce Gücü
“İnce güç” kavramını ilk olarak 1980’li yıllarda kullanmaya başlayan Joseph Nye, uluslararası ilişkilerde ekonomik ve askeri yığınak yapmanın ötesinde farklı güç biçimlerinin bulunduğu düşüncesinden hareket eder. Nye’a göre istediğiniz bir şeyi elde etmenin üç yolu var: Karşınızdakini kaba kuvvetle tehdit etmek ve gerekirse savaşmak; muhatabınızı çeşitli biçimlerde “satın almak‘”; ve “ince güç” kullanarak ikna etmek. İnce güç, “istediğiniz bir şeyi, kaba güç kullanarak değil, başkalarının sizin hedeflerinizi kabul etmesini sağlayarak elde etmenizdir”. Bu, karşı tarafı inandırıcı argümanlar ve rasyonel politikalarla ikna ederek mümkündür. Burada inandırıcılık ve ikna kabiliyeti, temel güç unsurlarıdır. Bunlar aynı zamanda güç kullanımına meşruiyet sağlayan unsurlardır.
Bir ülkenin izlediği politikaların doğruluğu ve etkinliği kadar, sahip olduğu ince güç potansiyeli de kamu diplomasisinin başarısını belirleyen unsurlar arasındadır. “Değer-merkezli bir güç tanımına dayanan ince güç, bir ülkenin başkaları tarafından ne kadar cazip ve örnek alınmaya değer görüldüğünü ifade eder. Kavramı formüle eden Joseph Nye’a göre ince güç, “bir ülkenin kültürünün, siyasi fikirlerinin ve politikalarının çekiciliğini‘” ifade eder. Bir ülkenin izlediği politikaların başkaları nezdinde meşru kabul edilmesi, o ülkenin ince güç kapasitesini de arttırır (7).
Nye, Amerika’nın soğuk savaşın ardından ve özelikle 11 Eylül’den sonra inandırıcılığını, ikna kabiliyetini ve cazibesini kaybettiğini, bunun maliyetinin ise hiçbir ekonomik göstergeyle ölçülemeyeceği görüşündedir. Ona göre Amerika’nın soğuk savaş dönemindeki başarısını devam ettirebilmesi, Afganistan ve Irak gibi ülkeleri işgal etmesine değil, kaybettiği ince gücünü yeniden kazanmasına bağlıdır. Amerikan karşıtlığının küresel bir olgu haline geldiği bir dünyada Amerika’nın tercih edilen ve güvenilen bir siyasi güç ve cazibe merkezi olması giderek zorlaşmaktadır. Barak Hüseyin Obama’nın 2008 yılında başkan seçilmesiyle Amerika’nın küresel algısında önemli bir değişiklik yaşanmış ancak son bir buçuk yılda yaşanan hadiseler ve Obama’nın bu sürede beklentileri karşılayacak düzeyde büyük başarılara imza atamaması. Amerikan algısının tekrar negatife doğru kaymasına neden olmuş görünmektedir (8).
“Kaba güç“ün (hardpoıuer) tersine ince güç, askeri ve ekonomik göstergelerin ötesinde farklı nüfuz ve çekim alanlarını ifade eder. İnce gücü pek çok unsur besler: Kültür, eğitim, sanat, yazılı ve görsel medya, film, şiir, edebiyat, mimari, yüksek öğretim (üniversiteler, araştırma merkezleri, vd.), sivil toplum kuruluşları, bilim ve teknoloji altyapısı ve inovasyon kapasitesi, turizm, ekonomik işbirliği platformları ve diplomasi. Bu unsurların bileşkesinden ortaya çıkan ince güç, bir ülkenin sosyal sermayesinin derinliğini de ortaya koyar.
Bunların yanı sıra bir ülkenin ince güç kapasitesini belirleyen en önemli unsurlardan biri de sahip olduğu siyasal sistemdir. Özgürlüklerin önünü açan, paylaşımcı, insanı merkeze alan, adil, şeffaf ve demokratik bir siyasal düzen, bir ülkenin ince güce sahip olmasını sağlayan unsurların başında gelir. Bu manada Türkiye’nin ince gücünün temel dayanaklarından biri, onun demokrasi tecrübesidir. inişli çıkışlı tarihine rağmen Türkiye’de demokrasinin her gün biraz daha kurumsallaşması ve halk arasındaki meşruiyetinin güçlenmesi, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir aktör olmasını sağlayan dinamiklerin başında gelmektedir.
Bu meyanda ince güç, bir ülkenin askeri ve ekonomik kuvvetinin dışında ürettiği bütün değer unsurlarını ihtiva eder. Kaba güçle ince güç arasında zorunlu bir oran ilişkisi yoktur. Kaba gücün varlığı, ince gücün garantisi değildir. Nye, sınırlı ekonomik ve askeri gücüne karşın etkin ince gücü olan ülkelere örnek olarak Kanada, Hollanda ve İskandinav ülkelerini gösterir. Bu ülkeler, ürettikleri değerler, organizasyon kapasitesi, eğitim, inovasyon ve uluslararası platformlardaki iş tutma biçimleri sayesinde askeri ve ekonomik güçleriyle orantılı olmayan bir etki alanına sahipler.
Türkiye’nin sahip olduğu ince güç, hem biçimi hem de kapsamı itibariyle diğer ülkelerden farklılıklar arz eder. Balkanlarda başlayıp Orta Asya’nın içlerine kadar uzanan Türkiye’nin ince güç potansiyeli, askeri yahut teknolojik üstünlükten ziyade, tevarüs ettiği tarih ve kültür derinliğinden kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin bu coğrafyada temsil ettiği değerler, tarihi birikim ve kültürel derinlik, bir tarafta bölge dinamiklerini harekete geçirmekte, öbür tarafta yeni etkileşim alanlarının doğmasına imkân sağlamaktadır. Balkanlardan Ortadoğu’ya ve Asya’nın içlerine uzanan geniş coğrafyada Türklerin, Kürtlerin, Boşnakların, Arnavutların, Çerkezlerin, Abazaların, Arapların, Azerilerin, Kazakların, Kırgızların, Özbeklerin, Türkmenlerin ve diğer etnik grupların ortak paydası, paylaştıkları ve beraber inşa ettikleri Osmanlı tecrübesidir. Bu farklı grupları bir araya getiren, onların ortak bir zaman ve mekân tecrübesini idrak etmelerini sağlayan, bu Osmanlı mirasıdır. Bugün Türkiye bu mirasın merkez coğrafyasını temsil etmektedir. Fakat bu, bazılarının iddia ettiği gibi “yeni-Osmanlıcılık” adı altında ortaya çıkan yeni bir emperyal güç macerası değildir. Tersine, şu anda tecrübe edilen şey, yukarıda işaret ettiğimiz yeni jeopolitik tasavvurun ve küresel muhayyilenin bölge insanının kendi referanslarıyla barışık hale gelmesine imkân tanımasıdır. Bu tecrübenin yeniden hatırlanması, bugüne ve yarına ilişkin ince güç alanlarının teşekkülü açısından önemli bir işleve sahiptir (9).
Bütün bu unsurlara ilaveten, Türk demokrasisi ve Türk sivil toplum sektörünün canlı yapısı, Türkiye’nin ince gücünün en önemli dayanaklarını oluşturmaktadır. Çok partili hayata geçtiğimiz 1950 yılından bu yana Türk demokrasisi inişli çıkışlı bir tarihi serüven yaşamıştır. Türk toplumunun farklı kesimlerinin adil paylaşım, katılım, temsil, şeffaflık ve hesap verebilirlik talebi, Türk demokrasisini besleyen ve gelişmeye zorlayan en önemli saiklerdir. Türkiye’nin doğal coğrafi hinterlandı olan Balkanlarda ve Ortadoğu’da bir cazibe merkezi haline gelmesi, özgürlük-güvenlik dengesini tutarlı bir şekilde kurabilmesine ve demokratik fırsat alanlarını genişletebilmesine bağlıdır.
Bu noktada Türkiye son derece önemli kaynaklara ve değerlere sahiptir. Joseph Nye’ın formüle ettiği ince güç kavramı, son tahlilde Amerikan gücünün dayandığı “havuç-sopa” diyalektiğine dayanmaktadır. Oysa Türkiye’nin merkezinde yer aldığı coğrafyada her şeyi havuç-sopa diyalektiğinde izah etmek mümkün değildir. Ortak hafızanın, vicdanın ve kelimenin en geniş manasıyla efkâr-ı umumiyenin sunduğu tahayyül ve idrak düzeyi, içinde yaşadığımız coğrafyanın en büyük imkânları arasında yer almaktadır. Bu imkânların doğru ve etkili bir şekilde kullanılması halinde sorunların çözümünde yeni imkânlar devreye girecek ve yeni fırsat alanları doğacaktır. Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin gerçek ince güç kapasitesine ulaşması, bu dinamikleri harekete geçirmesine bağlıdır. Bunun için Türkiye’nin yeni hikâyesinin ne olduğunu ve nasıl anlatmamız gerektiğini bilmemiz gerekmektedir. Kamu diplomasisi, bu hikâyenin mahiyetine ve aktarılmasına ilişkin bize önemli ipuçları sunmaktadır.
Kamu Diplomasisi
Stratejik bir iletişim aracı olarak kamu diplomasisi, “kamuoyunun anlaşılması, bilgilendirilmesi ve etkilenmesi'” faaliyetlerinin toplamı olarak tanımlanmaktadır (10). Bu sürecin önemli bir parçacı olan siyasi iletişim ise “siyasi bir imkân ve kaynak olarak bilginin devletler, örgütler yahut bireyler tarafından üretilmesi, dağıtılması, kontrolü, kullanımı ve proses edilmesi‘” olarak tasvir edilmektedir (11). Kamu diplomasisinin amacı propaganda değil, nesnel verilere ve gerçeklere dayalı stratejik bir iletişim dili inşa etmek ve farklı kesimlerin hizmetine sunmaktır.
Kamu diplomasisi faaliyetleri, “devletten-halka” ve “halktan-halka” iletişim olmak üzere iki ana çerçevede yapılmaktadır. Devlet-halk eksenindeki faaliyetler, devletin izlediği politikaları, yaptığı faaliyet ve açılımları resmi araçları ve kanalları kullanarak kamuya anlatmasıdır. Halktan halka doğrudan iletişim faaliyetlerinde ise STK’lar, araştırma merkezleri, kamuoyu araştırma şirketleri, basın, kanaat önderleri, üniversiteler, mübadele programları, dernek ve vakıflar gibi devlet dışı sivil araçların kullanılması esastır. Bu manada kamu diplomasisi, kavramın orijinal anlamında mündemiç olan “diplomatlar” ile “yabancı kamuoyları” arasında cereyan eden iletişim faaliyetlerinin ötesine geçer (12). “Kamu diplomasisi“, “diplomatik iletişim“den daha geniş bir alanı kapsar.
Kamu diplomasisi çift taraflı bir iletişim ve etkileşimi öngörür. Öncelikli hedef, muhatap kitlenin dinlenmesi ve önceliklerinin tespit edilmesidir. İkinci olarak bilgilendirme, paylaşım, ikna ve etkileme amaçlanır. Bu yüzden kamu diplomasisi dinamik ve çok boyutlu bir iletişim sürecidir. Konuşmak kadar dinlemek, anlatmak kadar anlamak, iletmek kadar iletişime açık olmak önemlidir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ince güç, kamu diplomasisinin en önemli araçlarından biridir. Kamu diplomasisinin bir diğer önemli unsuru, ulusal ve küresel politikaların belirlenmesinde giderek daha merkezi bir rol üstlenen, kamuoyudur. Ulusal ve uluslararası politika süreçleri, yakından izlenmekte ve basın aracılığıyla dünya kamuoyuna duyurulmaktadır. Kamuoyunun belli bir desteğini almadan ekonomi, dış politika, enerji yahut çevre konularında bir politika belirlemek ve uygulamak mümkün değildir.
Fakat başarılı bir kamu diplomasisinin en temci şartı, izlenen politikaların rasyonel, ikna edici ve savunulabilir olmasıdır. Evrensel hukuk kurallarını ihlal eden, adaletten uzak, tehdit, zorbalık ve işgal gibi gayr-ı meşru yöntemlere dayanan ve benzer çağrışımlar yapan bir politikayı ne savunmak ne de dünya kamuoyuna anlatmak mümkündür. Örneğin insan haklarını sistematik bir şekilde ihlal eden yahut bir başka ülkeyi işgal altında tutan bir ülkenin başarılı bir kamu diplomasisi izlemesi mümkün değildir. Çin’in Doğu Türkistan bölgesindeki politikaları, İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesi ve Bush döneminde Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesi ve Guantanamo ve Ebu Gureyb hapishanesi gibi skandalların ortaya çıkması, birbirinden farklı siyasi ve coğrafi özelliklere sahip bu ülkelerin başarılı bir kamu diplomasisi yapmasını imkânsız hale getirmektedir. Aşağıda temas edeceğimiz gibi Türkiye de izlenen yanlış politikalar yüzünden uzun yıllar negatif bir imaja sahip olmuş ve fiilen kamu diplomasisi yapabilecek bir noktaya gelememiştir.
Kamu diplomasisinde dünya pratikleri
Dünyada çeşitli ülkeler farklı biçim ve tarzlarda kamu diplomasisi yapmakta ve kendi görüş, politika ve tezlerini ulusal ve uluslar arası kamuoyuna anlatmaktadırlar. Her ülkenin kullandığı dil ve araçlar, şüphesiz önemli farklılıklar arz etmektedir. Bu farklılıklar ülkelerin izlediği politikalar kadar, sahip oldukları tarihi ve kültürel birikimle de yakından ilgilidir. Aşağıdaki örneklerin de gösterdiği gibi, Avrupa’nın kamu diplomasisi hem öncelikleri hem de kültürel-toplumsal kodları itibariyle Çin’in yahut İsrail’in kamu diplomasi faaliyetlerinden farklıdır. Bu yüzden kamu diplomasisinde genel ilke ve kurallar olmakla beraber, ülkeden ülkeye değişen ve zengin bir tecrübe alanının doğmasına imkân tanıyan unsurlar da bulunmaktadır. Aşağıdaki birkaç örnek bu hususu aydınlatacaktır.
Avrupa Birliği
Alman Dışişleri Bakanlığının 2002 yılında hazırladığı bir rapora göre, “kamu diplomasisi Avrupa’da bütün meselelerin yanında en (incelikli konu olarak değerlendirilmektedir” (13). Kendini etkin bir “ince güç'” olarak konumlandırmaya çalışan Avrupa Birliği, hem Avrupa kamuoylarına hem de Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Afrika gibi yakın komşu bölgelerinde kamu diplomasisi faaliyetleri yürütmektedir. Avrupa Komisyonunun 1999 yılında yaptığı yenilikler sonucunda AB, hem iç hem de dış kamuoyuna yönelik etkin bir iletişim politikası geliştirmiş bulunmaktadır.
Bu iletişim stratejisi, ilk başarısını 1 Ocak 2002 yılında hayata geçirilen yeni para birimi Euro’nun lansmanında göstermiştir. 1999da kurulan AB Basın Genel Müdürlüğü (Director-General Press), Avrupa ülkelerinde var olan AB şüpheciliğine karşı çeşitli programlar uygulamaktadır. Bu politikaları uygularken AB Basın Genel Müdürlüğü, üye ve üye olmayan ülkelerde var olan çeşitli basın kuruluşlarını ve iletişim ajanslarını sürece dahil etmekte ve onların kaynaklarından faydalanmaktadır (14).
Avrupa Birliği, harici iletişim alanına da büyük kaynaklar ayırmakta ve AB dışındaki kamuoylarına yönelik iletişim ve diplomasiyi, dış politikasının stratejik bir unsuru olarak görmektedir. Ortak bir AB dış politikası oluşturma sürecinin zorluklarına rağmen Avrupa Komisyonu ve ona bağlı iletişim birimleri, AB’nin dış politikasını hem AB hem de yabancı kamuoyuna etkin bir şekilde anlatmaya çalışmaktadır. AB ülkelerinin 2003 Irak işgali sırasında sergilediği bölünmüşlük, ortak bir dış politika vizyonunun geliştirilmesi ihtiyacını açık bir şekilde ortaya koymuş ve bu konudaki çabalara hız kazandırmıştır. Bu durum, Kasım 2003 tarihinde yeni bir Avrupa Güvenlik Stratejisi’nin kabul edilmesine yol açmıştır.
İngiltere
Bir zamanlar “üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk” olarak bilinen İngiltere’nin kamu diplomasisi ve stratejik iletişim alanındaki çalışmaları, İngiltere’nin görece azalan gücüne rağmen yoğun ve etkin bir şekilde devam etmektedir. İngiliz kamu diplomasisi, siyaset, dış politika, ticaret, kültür, dil, eğitim, turizm ve “markalaşma” gibi unsurları başarılı ve dengeli bir şekilde mezceden bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. İngilizce’nin dünyanın en fazla rağbet edilen lingua franca’sı haline gelmesi, İngiliz kamu diplomasisi faaliyetlerine muazzam bir avantaj sağlamakta ve dil öğretimi üzerinden kültürel diplomasi ve sosyal empati yapılmaktadır.
İngiltere’nin kamu diplomasi faaliyetleri, başlıca üç kurum tarafından yürütülmektedir: İngiliz Dışişleri Bakanlığı, British Council ve BBC Dünya Servisi. Son iki kurum resmi hüviyet taşımasına ve kamu kaynaklarını kullanmasına rağmen, özerk bir niteliğe sahiptir ve hükümetin propaganda amaçlı kontrolüne tabi değildir. Bu kurumlar arasında etkili bir iş bölümü vardır: Dışişleri diplomatik iletişimi, British Council kültürel iletişimi, BBC medya iletişimini sağlamaktadır. Bu üç kurumun dışında İngiliz kamu diplomasisine katkı veren pek çok kurum daha bulunmaktadır (15). Bu kurumların etkin kullanımı, İngiliz kamu diplomasisinin başarısında önemli bir rol oynamaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti
Çin Halk Cumhuriyeti, kamu diplomasisini etkin bir şekilde kullanmaya çalışan ülkelerden biridir. Her ne kadar “kamu diplomasisi” kavramı Çin siyasi literatüründe yaygın bir şekilde kullanılmasa da, Çin devletinin bu yemde pek çok faaliyet yaptığı bilinmektedir. Çin kendini “barışçıl, kalkınmakta olan, güvenilir, işbirliğine açık ve devasa nüfusuna hizmet eden bir ülke” olarak takdim etmeyi hedeflemektedir. Bu amaca ulaşmak için Çin, ASEAN’daki etkinliğini arttırmış, Kuzey Kore nükleer silah krizinde sorumlu bir arabulucu rolü oynamaya çalışmış ve 2008 Dünya Olimpiyatlarını büyük bir PR aracı olarak kullanmıştır. Aynı şekilde Çin, kendisinden korkmamaları gerektiği konusunda komşularını ikna etmek için diplomatik araçları kullanmaktadır.
Otoriteryen bir şekilde ve tek bir komünist parti tarafından yönetilen Çin’in iç ve dış kamuoyuna yönelik olumlu bir Çin imajı çizmesinin zorlukları ortadadır. İnsan hakları ihlalleri, Tibet ve Hong Kong sorunları ve son olarak Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşananlar, bu imajın ne kadar kırılgan olduğunu ve Çin yönetiminin işinin zorluğunu göstermektedir. Ekonomik kalkınmasını dış politikasının ve kamu diplomasisinin merkezine yerleştiren Çin, “demokratik değerler olmadan ekonomik kalkınma olmaz” diyen Batı devletlerine de dolaylı bir cevap vermekte ve iç işlerine karışmamalarını garanti altına almaya çalışmaktadır.
Batılı devletlerden ve kamuoylarından gelen eleştirilere rağmen, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu alandaki propaganda ve diplomasi çalışmaları, yakın bölgesinde etkili olmaktadır. Ekonomi, ticaret ve diplomasi ağırlıklı bir imaj çalışmasına yoğunlaşan Çin, şu andaki komünist yönetimine rağmen geleneksel Çin kültürünün zengin imkânlarından yararlanmaya çalışmaktadır. Bu noktada Çinli sanatçılar, edebiyatçılar ve özellikle Çin sineması, yeni bir Çin imajının inşa edilip yaygınlaştırılmasında kayda değer bir rol oynamaktadır (16). Çinli yöneticilerin modern dememden önce de Çin kültür ve medeniyetinin tarihi derinliğini ve zenginliğini yabancıları etkilemek için etkin bir şekilde kullandığı bilinmektedir (17).
Amerika Birleşik Devletleri
Amerika Birleşik Devletleri, kamu diplomasisi alanında dünyanın en geniş imkânlarına sahip ülkesidir. Diğer ülkelere göre Amerikan kamu diplomasisinin uzun bir tarihi vardır. Mevcut literatürde Amerikan tecrübesinin soğuk savaş dönemindeki propaganda faaliyetlerinden yakın zamanlardaki stratejik iletişime nasıl evrildiği geniş bir şekilde tartışılmaktadır. Ayrıca 11 Eylül sonrasında Amerika’nın imajını düzeltmesi ve itibarını yeniden kazanması için çeşitli tavsiyelerde bulunulmaktadır.
ABD, kamu diplomasisi başlığı altında yapılan faaliyetleri, beş kurum aracılığıyla yürütmektedir. Bunlar Broadcasting Board of Governors (Amerikanın Sesi gibi askeri olmayan bütün yayın faaliyetleri bu birim tarafından yürütülmektedir), Dışişleri Bakanlığı, Beyaz Saray, USAID (Amerika’nın teknik yardım kuruluşu) ve Savunma Bakanlığıdır. Bu kurumlar arasında koordinasyon sağlayan herhangi bir birim yoktur. Fakat faaliyetler hem planlama hem de uygulama aşamasında belli bir işbirliği içerisinde yapılmaktadır.
Doğrudan kamu diplomasi faaliyetlerine 2008 yılı Amerikan bütçesinde toplam 1,6 milyar dolar ayrıldığı tahmin edilmektedir. Bu rakam 2003 yılında 1,3 milyar olarak belirlenmiştir (18). İslam ülkelerine yönelik faaliyetlere ayrılan ödeneğin 400 milyon dolar civarında olduğu talimin edilmektedir. Bu bütçeye Amerikan ince gücünün ve kamu diplomasisinin diğer unsurları, örneğin Fullbright, üniversite ve araştırma bursları, mübadele programları ve medya faaliyetleri dahil değildir. Faaliyet alanları olarak televizyon ve radyo, uluslararası değişim programları, araştırma ve eğitim projeleri, dil eğitimi programları ve diplomatların görev yaptıkları ülkelerde yürüttüğü faaliyetler öne çıkmaktadır.
Dünyanın en büyük kamu diplomasi faaliyetini yürütmesine rağmen 11 Eylül sonrasında ABD’nin imaj ve güvenilirlilik sorunu var olmaya devam etmektedir. Bu noktaya dikkat çeken Amerikan Genel Kurmay Başkanı Mike Mullen, “politikalarımızı değiştirmediğimiz müddetçe yapacağımız hiçbir iletişim faaliyeti başarılı olmayacaktır” diyerek izlenen politikalar ile kamu diplomasisi arasındaki ilişkinin altını çizmektedir. Bu, bizim yukarıda işaret ettiğimiz başarılı bir kamu diplomasisinin ancak makul ve savunulabilir politikalar izlendiği zaman mümkün olduğu gerçeğini teyit etmektedir.
Türkiye ve Kamu Diplomasisi
Aynı anda hem küreselleşen hem de yerelleşen (glocalizatiori) dünyamızda benzerliklerin ve farklılıkların aynı anda tecrübe ediliyor olması, uluslar arası ilişkiler ve kamu diplomasisi faaliyetlerini doğrudan etkilemektedir. Bu manada Türk kamu diplomasisi, hem küresel verileri hem de kendi hikâyesinin öngördüğü hususi özellikleri dikkate almak durumundadır.
Bu noktada Türkiye’nin kamu diplomasisini, üç soru etrafında ele almak mümkündür. Kamu diplomasisi Türkiye için bir öncelik midir? Türkiye’nin yürütmesi gereken kamu diplomasisinin kavramsal çerçevesi, muhtevası ve öncelikleri nelerdir? Türk kamu diplomasisinin araçları nelerdir?
Bu sorulara cevap vermeden önce Türkiye algısı hakkında birkaç noktaya değinmek yerinde olacaktır. Yukarıda başarılı bir kamu diplomasisinin ancak makul ve ikna edici politikalar izlenmesi halinde mümkün olduğunu ifade etmiştik. Bugün Türkiye hakkındaki olumsuz algılar, Türkiye aleyhine yürütülen propaganda faaliyetleri kadar, geçmişte izlenen yanlış politikaların da bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 12 Eylül darbesinden sonra yaşanan fail-i meçhul cinayetler, hapishanelerdeki işkenceler, Kürt meselesinde izlenen politikaların ürettiği maliyet, insan hakları ihlalleri ve din ve vicdan hürriyeti sorunları, Türkiye’nin içerde baskıcı ve otokratik bir ülke olduğu söylemini güçlendirmiştir. Yurt dışındaki bazı çevrelerde ise Türkiye Kıbrıs’ı işgal eden, Ermenileri katleden ve PKK ile mücadele adı altında komşu ülkelerin topraklarına askeri operasyon düzenleyen bir ülke olarak takdim edilmektedir.
Bugün Türkiye bu alanlarda hızla mesafe aldığı için bu algının değişmeye başladığını söyleyebiliriz. Bazı diyaspora topluluklarının keskin tutumu dışında bugün Türkiye’yi işgalci, baskıcı, inkarcı, vs. olarak tanımlayan çevrelerin sayısı azdır. Doğudan batıya dünya kamuoyu Türkiye içinde yaşanan sosyal değişime, ekonomik büyümeye ve bunların dış politikadaki yansımalarına odaklanmaktadır. Ulusal olanla uluslararası olan arasındaki çizginin giderek belirsizleştiği dünyamızda, Türkiye algısının düzelmesi ve bir başarı hikâyesi haline gelmesi, iç ve dış politikasını doğru kurgulaması ve tutarlı bir şekilde uygulamasına bağlıdır.
Fakat yaşadığımız çağda imajın, hakikatin önüne geçtiği de bir gerçektir. Bir ülkenin ve izlediği politikaların nasıl algılandığı, hangi anahtar kelimelerle tahlil edildiği, hangi atıf çerçevesine yerleştirildiği, genellikle o ülkenin nesnel gerçekliğinden daha önemlidir. Moda dünyasının “imaj her şeydir” sözü, sadece bireyler için değil, toplumlar, ülkeler ve bölgeler için de geçerlidir.
Yüzlerce yıla kök salmış bir imajı ve tasavvuru bir anda değiştirmek şüphesiz mümkün değildir. Örneğin Avrupa’nın bilinç dünyasında yer etmiş olan Türk-Osmanlı imajını değiştirmek, “güncellemek” ve bugünün gerçekleriyle uyumlu hale getirmek, zor bir görevdir. Türkiye’nin iki asırlık modernleşme tecrübesine, küreselleşmenin sunduğu yeni iletişim imkânlarına, Avrupa’da yaşayan beş milyona yakın Türkün varlığına ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin üyesi olma çabalarına rağmen Avrupa toplumlarının çoğunda Türk, Osmanlı, Müslüman ve Ortadoğulu imajı, ortaçağlardan tevarüs edilen algı ve tutumlar tarafından beslenmeye devam etmektedir. Gadamer’in de işaret ettiği gibi tarih, kullandığımız dilde, kelimelerde, remizlerde, zihnimizdeki resimlerde ve anlattığımız hikâyelerde yaşamaya devam etmektedir. Bu unsurlar Avrupa’nın Türkiye algısında hâlâ etkin bir rol oynamaktadır (19).
Bu noktada bölgesel bir güç ve önemli bir küresel aktör haline gelen Türkiye’nin, yeni dinamizmini ve gelişme trendlerini ulusal ve uluslararası kamuoyuna doğru ve etkin bir şekilde anlatabilmesi, izlenen politikalar kadar stratejik önemi haizdir. Dünya kamuoyunun bu politikaları nasıl algıladığı, çoğu zaman hakikatin önüne geçmektedir zira “kamuoyu” uluslararası ilişkilerin ve küresel eğilimlerin belirleyici etkenlerinden biri haline gelmiştir. Küçük büyük, açık kapalı, demokratik otokratik, Doğulu Batılı hiçbir toplumun kamuoyunun gücüne bigane kalması artık mümkün görünmemektedir. Ekonomi politikalarından enerji kaynaklarının kullanımına, çevre sorunlarından göç politikalarına, medyadan ulusal ve bölgesel ihtilaf ve çatışmalara kadar çok geniş bir alanı kapsayan dünya siyasetinin şekillenmesinde, takip edilen politikaların uygulanmasında ve sonuç alınmasında yahut başarısız olunmasında, ulusal ve uluslararası kamuoyunun rolü her gün biraz daha artmaktadır. Bu gerçeğin farkında olan ülkeler, uluslararası örgütler, STK’lar ve diğer kuruluşlar, kamu diplomasisini etkin bir şekilde kullanmaya çalışmaktadırlar.
Türkiye, BM Güvelik Konseyi’nden G-20’ye, İslam Konferansı Örgütü’nden Avrupa Konseyine, NATO’dan AGİT’e kadar bölgesel ve küresel pek çok platformda aktif bir rol oynamakta, bölge ve dünya siyasetini belirleyen gelişmelerin merkezinde yer almaktadır. Türkiye ile ilgili son yıllarda meydana gelen iç ve dış gelişmeler, kendine özgü yeni bir “Türkiye hikâyesi“nin doğmakta olduğunu göstermekte ve bu, dünya kamuoyunun ilgisini her geçen gün biraz daha Türkiye’ye yöneltmektedir. Bu hikâye Türkiye toplumunun kendisi kadar çok katmanlı ve dinamik özelliklere sahiptir. Türkiye’nin yeni kimliklerini, “ben” tasavvurunu, hayal ve vizyonunu, açık ve geniş ufkunu, iç mücadelelerini, sorunlarını ve açılımlarını, müzakereci demokrasi süreçlerini, çok boyutlu sosyal ve siyasal dönüşümünü ve bütün bu konulardaki başarı ve başarısızlıklarını, sevinç ve hüzünlerini, heyecan ve hayal kırıklıklarını tek bir hikâye, söylem ve anlatı üzerinden anlatmak mümkün değildir.
Çoğul modernite ve çok-merkezli küreselleşme süreçleriyle eş zamanlı olarak Türkiye’nin yeni kimlikleri de çoğulluk, çeşitlilik ve farklılık arz etmektedir. Bu da Türkiye’ye duyulan ilgiyi her gün biraz daha arttırmakta ve bu ilginin çeşitlenmesini sağlamaktadır. Son on yılda Türkiye’nin yükselen profili, uluslar arası basında artan görünürlüğü, Türkiye’de kayıtlı yabancı gazeteci sayısının artması, akademik çevrelerde çağdaş Türkiye çalışmalarının hız kazanması, Türkiye’ye yapılan üst düzey ziyaretler ve bunların dünya kamuoyundaki yansımaları ve benzer pek çok unsur, “Türkiye hikâyesi”ni doğudan batıya küresel anlatıların en önemlilerinden biri haline getirmiştir.”(20).
Bu dinamik sürecin hem iç hem de dış kamuoyuna doğru bir şekilde anlatılması, Türkiye’nin bundan sonra sergileyeceği değişim ve izleyeceği politikalar açısından büyük önemi haizdir. Yükselen bir güç olarak Türkiye’nin stratejik iletişim ve kamu diplomasisi alanlarında etkin ve başarılı olması, ulusal çıkarlarının, bölgesel etkinliğinin ve küresel sorumluluklarının vazgeçilmez bir unsurudur. Bu hususlar göz önüne alındığında kamu diplomasisinin Türkiye için stratejik bir öncelik olduğunu söyleyebiliriz.
Türk Kamu Diplomasisinin İmkânları
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Türk kamu diplomasisi, Türkiye’nin yeni hikâyesinin etkin ve kapsamlı bir şekilde dünya kamuoyuna anlatılması faaliyetidir. Bu faaliyetlerin muhtevasını belirleyen, Türkiye’nin tarihinden ve coğrafyasından tevarüs ettiği birikimidir. Türk dış politikasının derinlik kazanması, bu birikimi stratejik bir değer haline getirmesiyle doğrudan orantılıdır. Adalet, paylaşım, meşruiyet, temsilde eşitlik, şeffaflık, hesap verebilirlik, farklılıklara saygı, erdemli toplum, din ve vicdan hürriyeti, insan onurunun korunması ve temel hak ve hürriyetlerin anayasal güvence altına alınması, Türkiye’nin yeni toplumsal muhayyilesinin kurucu unsurlarıdır. Türkiye’yi hem doğuda hem de batıda bir cazibe merkezi haline getiren bu unsurlar, aynı zamanda Türk dış politikasına ve kamu diplomasisine mukayeseli üstünlük sağlamaktadır.
Son yıllarda görsel ve yazılı medyadan düşünce kuruluşlarına, ekonomi platformlarından akademik çalışmalara kadar geniş bir alanda giderek zenginleşen Türkiye tartışması, bu değerler etrafında şekillenmekte ve Türkiye’nin sınırlarını aşarak modernite ve küresel düzen hakkında daha kapsamlı ve dinamik bir söylemin oluşmasına imkân tanımaktadır. Örneğin gelenek-modernite bağlamında Türkiye, Osmanlı-İslam kültürünün temsil ettiği gelenek ile çağdaşlaşmanın temsil ettiği moderniteyi görece başarılı bir şekilde mezcedebilmiş bir ülke olarak görülmektedir. Türk modernleşmesi, klasik modernite, çoğul modernlikler, çok kültürlülük ve küreselleşme tartışmalarının içinde ele alınmakta, bu da Türkiye tartışmalarını ulusal sınırların ötesine taşımaktadır. Gelenek ile modernite arasında kurulan ilişki, aynı zamanda muhafazakar değerlerle modern araçlar arasında bir denge ilişkisi kurulması fikrini ve idealini de ihtiva etmektedir. Türkiye, geleneksel muhafazakar değerlerine sahip çıkarak moderniteyi dönüştüren bir ülke olarak öne çıkmaktadır.
Türkiye’nin tarihi birikimine dayanarak etkin bir dış politika izlemesi, yeni Türkiye tasavvurunun temel unsurlarından biridir. Türkiye’nin Osmanlı tecrübesini tevarüs eden bir ülke olması. Balkanlardan Ortadoğu’ya uzanan geniş coğrafyada doğal Cinsiyetler kurmasını ve bölge politikalarında etkin bir rol oynamasını sağlamaktadır. Bunun bir sonucu olarak Türkiye ile Arap dünyası arasındaki duygusal ve siyasi mesafe giderek azalmakta ve ilişkiler uzun bir süre sonra yeniden normalleşmektedir. 20. yüzyılda uğradığı hezimetlere rağmen bölgesel Arap milliyetçiliğinin halâ etkin olduğu göz önünde bulundurulursa, Türkiye’nin Arap kamuoyu tarafından yakından takip edilen bir ülke haline gelmesi, kayda değer bir gelişmedir. Türkiye’nin bu özelliği, sadece Araplar değil, Avrupalılar, Ruslar, Amerikalılar, Afrikalılar, Japonlar ve diğer Asyalılar tarafından dikkatle izlenmektedir.
Yeni Türkiye tasavvurunun bir diğer önemli unsuru, değişim-süreklilik ekseninde ortaya çıkan dinamiklerdir. Türkiye’de merkez-çevre ilişkileri yeniden tanımlanmakta, yeni sosyal sınıflar ve elitler ortaya çıkmakta, farklı sosyal sınıflar arasındaki mesafe azalmakta ve etkileşim alanları artmakta, çoğul tecrübeler eş-zamanlı olarak yaşanmakta ve tabu kabul edilen konular özgürce tartışılmaktadır. Bu toplumsal ve siyasal dönüşüm, geleneksel değerleri ve ilişki ağlarını bütünüyle ortadan kaldırmamakta, onları yeni bağlamlara taşımakta ve modernliğin yeni kurucu ve taşıyıcı unsurları haline getirmektedir. Bu manada Türk modernleşmesinin son yıllardaki seyri, değişim ile sürekliliği aynı anda içinde barındırmaktadır. Bu da Türkiye’nin yaşadığı özgün ve dinamik tecrübenin farklı kamuoylarının ilgi alanına girmesine imkân sağlamaktadır.
Burada son olarak kısaca temas edeceğimiz tahlil unsuru, küreselleşme ve yerelliktir. Türkiye’deki yeni sosyal sermaye ve hareketlilik, bir tarafta köksüz, kimliksiz ve ulusal değerleri yok sayan küreselleşme modellerini reddetmekte, öbür tarafta dünyaya kapalı bir kimlik tasavvurunu ve aidiyet duygusunu yetersiz bulmaktadır. Türkiye’de son yıllarda modernleşmenin ve küreselleşmenin aktörleri çeşitlenmiş ve çok farklı kesimleri ve unsurları ihtiva eder hale gelmiştir. Bu aktörler artık sadece bürokratik elitlerden yahut patron sınıfından ibaret değildir. Çok farklı sosyal bağlara ve kimlik temellerine sahip yeni aktörler sürecin başat unsurları haline gelmektedir. Bu da dünyadaki küreselleşme-yerellik tartışmaları açısından özgün bir nitelik arz etmektedir.
Kısaca temas ettiğimiz bu hususlar, Türkiye’nin kamu diplomasisi konseptini ve pratiğini temellendiren ve farklı biçimlerde şekillendiren unsurlardır. Türk dış politikasının ve kamu diplomasisinin başarısı, bu unsurları tutarlı ve etkin bir şekilde kullanabilmesine ve yeniden üretebilmesine bağlıdır. Bu programın hayata geçirilebilmesi için Türkiye’nin elinde devlet kurumlarından STK’lara, iş çevrelerinden sanatçılara, medya mensuplarından bilim adamlarına, aydınlardan akademisyenlere, insani yardım kuruluşlarından insan hakları örgütlerine kadar geniş bir aktörler manzumesi bulunmaktadır. Türkiye’nin yükselen bir güç olması, bütün bu aktörlerin bu tarihi sürece yapıcı katkı vermelerine bağlı olacaktır.
Doç. Dr. İbrahim KALIN
T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü
Dipnotlar:
1. Başbakan Başdanışmanı (Senior Advisor to Prime Minister)
2. Bkz. Bülent Araş ve Hakan Fidan, “Turkey and Eurasia: Fronliers of a New Geographie Imagination”, New Perspectives on Turkey, No. 40, 2009, s. 195-217.
3. Türk bilim dünyası; tarih, siyaset, sosyoloji, uluslararası ilişkiler, felsefe yahut antropoloji alanlarında kendine özgü bir kavram ve kuram dünyası inşa etmede henüz arzu edilen noktada değildir. Bu konunun interdisipliner bakış açısıyla ayrı bir çalışmada detaylı olarak ele alınması gerekliğini ifade etmekle yetindim. Bu yönde dikkat çeken birkaç çalışma olarak şu eserler zikredilebilir: İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak: Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2001), Cüneyt Kaya (haz.), Tûrktye’de/TûrkçedeFelsefe ÜzerineKonuşmalar'(istanbul: Küre Yayınlan, 2009) ve Ersel Aydınlı, Erol Kuru baş, Haluk Özdemir, Yöntem. Kuram. Komplo: Türk Uluslararası İlişkiler Disiplininde Vizyon Arayışları (Ankara: Asil Yayın Dağılım, 2009).
4. Örneğin son yıllarda Arap dünyasında Türkiye’ye duyulan ilgi bu dinamiklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmakladır. Bu konuda bkz. benim “Debating Turkey in the Middle Easl: The Davvn of a Ne\v Geopolitieal Imagination”, Insight Turkey, Vol. 11, No 1 (2009 Kış), s. 83-96.
5. Türk-Amerikan ilişkilerine bu açıdan yaklaşan bir değerlendirme için bkz. benim “US-Turkish Relations under Obama: Promise, Challenge and Opportunity in the 21st Century”, The Journal of Balkan and Near East> Studies, Vol. 12, No 1, (2010), s. 93-108.
6. Türk dış politikasının değer ve real-polilik eksenli dönüşümünün bir analizi için bkz. benim “Turkey and the Middle Easl: Ideology or Geopolitics?”, Private Viewy (Aulumn 2008), s. 26-35.
7. Joseph S. Nye, Soft Poıver: TJw Mearıs to Succeed in World Politics (Kcw York: Public Affairs, 2004), s. x.
8. Joseph Nye ve Richard Armilagc’ın yürüttüğü ince güç projesi için bkz. hllp://\v\v\v.csis.org/smarlp()wcr.
9. İnce güç kavramının uluslararası literatürdeki yeri ve Türkiye açısından anlamı için Bilgin, Elis, Beng, Allunışık ve Altınay’ın Insight Turkey, Cilt 10, No 2 (Nisan-IIaziran 2008) ince güç özel sayısındaki makalelerine bakınız.
10. Peter Krause ve Staphen van Evera, “Public Diplomacy: Ideas for the War of Ideas”, Belfer Center for Science and International Affairs, Harvard Kennedy School (Eyli’il 2009).
11. Jarol B. Manheim, ‘The War of Images: Strategic Communication in the Gulf Conflict”, Stanley A. Renshon (ed.), The Political Psychology of the Gulf War. Leaders, Publics, and the Process of Conflict icinde (Pittsburgh. Londra: University of Pittsburgh Press, 1993), s. 166-7.
12. Jan Melissen (ed.), Tfje New Public Diplomacy: Soft Power in International Relations (New York: Palgrave MacMillan, 2005), s. xix.
13- Ambassador K. T. Paschkc, Reporl on thc Spccial Inspection of 14 German Embassics in ıh e Counlrics of thc Europcan Union (Berlin: Auswârtigcs Amt, 2002).
14. Anna Michalski, “Thc EU as a Soft Powcr: Thc Porce of Persuasion”, Jan Mclisscn (ccl), TheNetvPublic Diplomacy (Ncw York: Palgravc Macmillan 2007) içinde, s. 128.
15. Ali Fisher, “Four Seasons in One Dav: The Crovvded Ilouse of Public Diplomacy in the UK”, Nancy Snovv ve Philip M. Taylor (ed.) Routledge Handbook of Public Diplomacy (New York: Routledge, 2009) içinde, s. 251-261.
16. Gary D. Ravvnsley, “China Talks Back: Public Diplomacy and Sofi Povver for thc Chincsc Century”, Snow ve Taylor (ed.) Routledge Handbook of Public Diplomacy, s. 284.
17. Ingrid d’IIooghc, “Public Diplomacy in thc Pcoplc’s Rcpublic of China” Jan Mclisscn (cd.), The Neıu Public Diplomacy-içinde, s. 88-9.
18. Richard Armilagc ve Joscph Nye, “A Smarl Funding Slralegy?”, 24 Nisan 2009, hltp://www.csis.org.
19. Bu konuda bkz. benim İslam ve Batı (istanbul: İSAM Yayınları, 2007).
20. Örneğin Türkiye’de kayıllı yabancı gazeteci sayısı 2002 yılında sadece 36 iken, bu sayı 2009 yılında 265’e çıkmıştır. Yabancı basın mensupları arasındaki ulusal ve bölgesel çeşitlilik de Türkiye’ye duyulan ilginin farklı kesimler arasında paylaşıldığını göstermekledir.
*Bu makale MÜSİAD tarafından yayınlanan “Yükselen değer Türkiye’ isimli kitaptan alınmıştır.