2024 yılının sonlarından itibaren Orta Asya‘dan dikkat çekici diplomatik adımlar gelmiştir. Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile peş peşe diplomatik ilişkiler kurması ve büyükelçi atamaları, sadece protokol düzeyinde değil, Türkiye’nin elli yılı aşkın bir süredir yürüttüğü Kıbrıs politikasını, KKTC’nin uluslararası konumunu ve Türk Dünyası içindeki uyumu etkileyebilecek bir gelişme olarak görülmektedir.
Türkiye kamuoyunda bu adımlar çeşitli yönlerden tartışılmış, kimi uzmanlar tarafından “Türkiye’nin KKTC tezine zarar veren” ve “Ankara’yı yalnızlaştıran” bir politika sapması olarak yorumlanmış, kimileri ise Türk Cumhuriyetlerinin egemenlik hakları çerçevesinde AB ile ilişkilerini çeşitlendirme arayışı olarak değerlendirmiştir. Bazı uzmanlar ise meseleyi Türkiye’nin anlatısının yetersizliği ve TDT içindeki eşgüdüm eksikliğiyle açıklamaktadır.
Ancak tartışmanın genel seyri, stratejik düzlemden uzak, normatif ve tarihsel arka planı ihmal eden bir güzergâh izlemektedir. Hâlbuki mesele sadece KKTC’nin tanınıp tanınmaması ya da GKRY ile diplomatik ilişki kurulmasından ibaret değildir. Bu adımlar, AB’nin Orta Asya politikasından, TDT’nin kurumsal kapasitesine; uluslararası hukuktaki normatif esneklikten, Ankara’nın anlatı kapasitesine kadar birden fazla katmanda ele alınması gereken karmaşık bir tablo sunmaktadır.
Bu analiz, söz konusu gelişmeleri yalnızca tespit etmekle kalmayacak; aynı zamanda Türkiye için bu yeni diplomatik denge içinde nasıl bir yol haritası çizilebileceğini, diplomasi, hukuk ve iletişim boyutlarıyla birlikte ortaya koyacaktır.
Avrupa Birliği, 2004 yılında GKRY’yi Kıbrıs meselesi çözülmeden üyeliğe kabul ederek uluslararası hukukta ciddi bir istisna yaratmış ve çözüm sürecini doğrudan çıkmaza sokmuştur. Bugün ise bu üyeliği bir baskı ve yönlendirme aracına dönüştürerek, “GKRY’nin vetosu” üzerinden Orta Asya ülkelerine diplomatik kanal açmaktadır. Bu kanal, sadece AB yatırımları ve teknik iş birliği başlıkları üzerinden değil, aynı zamanda Brüksel ile doğrudan ilişki kurmanın sembolik gücüyle işlemektedir. Özellikle Özbekistan ve Kazakistan gibi reform gündemli ülkeler açısından GKRY ile kurulan temaslar, AB fonlarına erişim ve uluslararası görünürlük artırımı amacı taşımaktadır. Bu yönüyle GKRY, Brüksel’e açılan bir “ikili ilişki kapısı” olarak yeniden konumlandırılmıştır.
Ancak bu adımlar, salt birer diplomatik tercih değil, Türkiye’nin uzun yıllardır şekillendirdiği KKTC anlatısını aşındırma ve Türkiye’nin Orta Asya’daki jeostratejik etkisini sınırlandırma çabası olarak da okunabilir. AB’nin Orta Asya politikası, yalnızca ekonomik değil, normatif bir genişleme stratejisidir. Bu normatif yapı içinde Türkiye’nin Kıbrıs’taki iki devletli çözüm vizyonu ile AB’nin GKRY merkezli Kıbrıs politikası arasında keskin bir karşıtlık bulunmaktadır. Bu bağlamda Türk Cumhuriyetlerinin GKRY ile ilişkileri, AB’nin Orta Asya’daki normatif nüfuzunun genişlediği, Türkiye’nin ise bu zeminde yeni manevralar geliştirmek zorunda kaldığı bir “diplomatik kırılma” noktasını temsil etmektedir.
Bu gelişmelerin arkasında Türk Cumhuriyetlerinin yalnızca dış baskılarla değil, aynı zamanda kendi ulusal öncelikleri ve dönüşüm gündemleriyle hareket ettikleri de unutulmamalıdır. Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan son yıllarda dış politikada daha fazla çeşitlilik ve denge arayışına yönelmiş, Çin, Rusya, AB ve Türkiye ile olan ilişkilerini aynı anda dengeleyen çok taraflı bir strateji benimsemişlerdir. Bu stratejide AB ile kurulan diplomatik kanallar yalnızca ekonomiyle sınırlı değil, aynı zamanda siyasal meşruiyet, teknik kapasite ve uluslararası prestij arayışıyla da bağlantılıdır.
Bu bağlamda GKRY ile kurulan diplomatik ilişkiler, Türkiye karşıtlığından ziyade, Avrupa ile doğrudan temas arayışının bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu yaklaşım, KKTC’nin uluslararası görünürlüğü ve Türkiye’nin diplomatik pozisyonu açısından bir sınama niteliği de taşımaktadır. Türk Cumhuriyetleri, GKRY ile ilişkileri geliştirirken KKTC ile kurdukları bağları sembolik düzeyde tutmakta; bu da Türkiye’nin anlatı gücü ve diplomatik eşgüdüm kapasitesinin sınırlarını ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla bu sürecin, yalnızca dış baskıların değil; Türk Cumhuriyetlerinin stratejik özerklik ve çok taraflılık politikalarının da bir sonucu olduğu açıktır. Türkiye açısından mesele artık yalnızca bir tez savunusu değil, bu dost ülkelerle stratejik uyumu kurumsallaştırma ve ortak değerleri kalıcı hale getirme meselesidir.
Türkiye, KKTC meselesinde uzun yıllardır kararlı bir dış politika izlemekte; 2021 itibarıyla da iki devletli çözüm vizyonunu açık biçimde savunmaktadır. Bu vizyon, hem Türkiye’nin garantörlük hakkına hem de Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini tayin hakkına dayanan hukuki bir çerçeveye oturmaktadır. Ancak bu kararlılık, zaman içinde tek taraflı anlatıya ve dar diplomatik çevrelere sıkışmış; uluslararası kamuoyunda karşılık bulmakta zorlanmıştır.
Türkiye’nin KKTC tezini daha fazla aktörle paylaşamaması, özellikle Türk Cumhuriyetleri nezdinde de diplomatik anlatı gücünün sınırlı kalmasına neden olmuştur. KKTC’nin tanınmaması ve uluslararası örgütlerde kurumsal temsilden mahrum olması, bu argümanın etkinliğini azaltmakta; buna karşılık AB’nin GKRY merkezli anlatısı, Brüksel üzerinden çok katmanlı bir diplomatik zemin yaratmaktadır.
Ayrıca, Türkiye’nin çok taraflı platformlardaki (BM, AGİT, İİT) etki kapasitesi, KKTC meselesinde yaratıcı normatif çerçeveler geliştirmekte yetersiz kalmış; çoğu zaman geleneksel pozisyonların tekrarına indirgenmiştir. Bu durum, özellikle TDT gibi dost yapılar içinde bile ortak diplomatik pozisyonlar üretmeyi zorlaştırmaktadır.
Dolayısıyla Türkiye’nin KKTC politikasında bir geri adım değil; çok yönlü bir yeniden yapılanmaya, stratejik iletişim araçlarının artırılmasına ve diplomatik kapasitenin genişletilmesine ihtiyacı bulunmaktadır. Türkiye’nin kararlılığını koruyarak ama daha kapsayıcı bir dil ve yaratıcı normlar inşa ederek bu meseleyi savunması, hem KKTC’nin görünürlüğünü artıracak hem de dost ülkelerle ilişkilerde sürdürülebilirliği sağlayacaktır.
Bu çerçevede Türkiye için izlenebilecek stratejik yönelim, çok katmanlı ve eş zamanlı bir diplomasi anlayışına dayanmalıdır. Öncelikle KKTC’nin uluslararası sistemde doğrudan tanınmasının zorlukları göz önüne alındığında, tanınma dışı kurumsal temsiliyet olanaklarının genişletilmesi kritik önceliktir. Bu, KKTC’nin üye devlet olarak değil, “özel statülü taraf”, “kültürel temsilci” ya da “teknik gözlemci” gibi hukuken esnek ama siyaseten anlamlı pozisyonlarla bölgesel ve tematik örgütlere dahil edilmesi anlamına gelir. TDT ve benzeri yapılarda, kalıcı gözlemcilik statüsünün pasif bir sembolizme dönüşmemesi; bunun yerine, ortak projelere katılım sağlayan ve siyasi temas kurabilen “fonksiyonel ortaklık” modelleriyle güçlendirilmesi gerekmektedir. KKTC’nin bu tür temsiliyeti, uluslararası tanınmaya alternatif olmasa da, onun önünü açacak sembolik ve işlevsel bir zemin oluşturacaktır. GKRY’nin “tek meşru temsilci” olarak kabul gördüğü ortamlarda ise, KKTC’nin bu tür sınırlı ama görünür temsiliyetleri, Türkiye’nin diplomatik kazanımı olarak değerlendirilmelidir.
İkinci olarak, Türk Cumhuriyetleriyle yürütülen diplomatik ilişkilerde güven temelinde açık bir iletişim kurulmalı; bu ülkelerin GKRY ile kurduğu ilişkilerin KKTC’nin varlığını gölgelememesi gerektiği dostane bir dille ifade edilmelidir. Bu bağlamda TDT bünyesinde dış politika koordinasyon mekanizmaları kurulmalı, diplomatik adımlar öncesinde ortak değerlendirme süreçleri teşvik edilmelidir.
Üçüncü olarak, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde Kıbrıs meselesini yalnızca bir kriz başlığı olarak değil, Avrupa ile diyalog zemininde ortak norm üretimi bağlamında yeniden konumlandırması gerekmektedir. Brüksel’e karşı değil, Brüksel içinde konuşan ve KKTC’nin meşruiyetini anlatan bir Türkiye diplomatik etki alanını genişletecektir.
Son olarak, Türkiye’nin kamu diplomasisi araçlarını, stratejik iletişim kanallarını ve normatif hukuk argümanlarını daha aktif kullanarak, hem KKTC’nin hem de kendi tezlerinin uluslararası görünürlüğünü artırması elzemdir. Bu sadece bir tanınma meselesi değil, çok taraflı sistemde anlam inşa etme meselesidir. Anlamı güçlü olan devletlerin politikaları daha uzun ömürlü ve etkili olmaktadır. Türkiye bu anlam inşasını artık sadece savunarak değil, ortaklık kurarak, normlar üreterek ve bölgesel istikrarı destekleyerek yürütmelidir.
Doç. Dr. Hakan ARIDEMİR