“My body may be a work in progress but there is nothing wrong with my soul!”
(Vücudum yapım aşamasında olabilir ama ruhumda hiçbir sorun yok!)
Transamerica, trans birey olan Bree’nin 17 yaşında bir oğlu olduğunu öğrenmesi ve ülkenin öbür ucunda yaşayan oğlu Tony ile hayatının çok önemli bir noktasında tanışmasının hikayesidir. Filmin ismi “trans” ve “Amerika” kelimelerinin birleşimi olmasının dışında aynı zamanda “Amerika’nın bir tarafından öbür tarafına” anlamına gelmektedir. Filmdeki yolculuk A şehrinden B şehrine gidiyor olmanın ötesinde bize Amerika’nın farklı kentlerini ve bu yerlerdeki insanların farklı bakış açılarını göstermektedir. Gerek duygusal anlarıyla gerek ise beklenmedik anlarda sizi gülümsetmesi ile zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığınız bir film izlemek istiyorsanız iki Oscar adaylığı olan Transamerica kesinlikle ilginizi çekecektir. Filmde yer yer karşımıza cinsellik ve şiddet çıktığı için filmi izlemek isteyenlerin en azından genç yetişkin olana kadar beklemelerini önermek doğru olacaktır.
Transamerica, bize sadece trans bir bireyin deneyimlerini anlatmakla kalmayıp “cisheteronormatif” bir toplumda oluşan bakış açılarını, toplumsal rolleri ve insan ilişkilerini de ortaya çıkarmaktadır. Film bize transfobiyi göstermek dışında homofobinin, ırkçılığın, misojinin, anti-semitizmin ve yer yer bunların birbirleriyle birleşimlerini de sezdirmektedir. Bunun dışında annelik, babalık, erkeklik, kadınlık, aşk, dostluk gibi kavramlar hakkında kafamızda oluşan düşünceleri de sorgulatarak bizi bu kavramları tekrar değerlendirmeye davet etmektedir.
Filmde en sık işlenen motiflerden biri aile ve ebeveynliktir. Bu açıdan film ağzımızda 1999 filmi Todo Sobre Mi Madre’nin bıraktığına benzer bir tat bırakmaktadır. Aile olmanın ne demek olduğu konusunda kafamızda oluşan her türlü varsayımı yapısöküme uğratan ve baştan yaratan bu film, bize toplumun atadığı aile rollerinden ziyade kendi kurduğumuz ilişkiler üzerinden bir aile anlayışı oluşturmanın gerekliliğini hiç beklenmedik şekillerde göstermektedir. Ayrıca ebeveyn-çocuk ilişkilerinin bir insanı yetiştirebildiği gibi parçalayabildiğini, ailenin yapıcı olabildiği kadar yıkıcı da olabildiğini, hatta yapıcı olduğu noktalarda bile zararlı olabildiğini göstermektedir. Filmin bir noktasında Bree’nin annesi Elizabeth’in “yapıcı güç” olarak nitelendirilen, kimlikler oluşturan ve insanları bu kimliklere sokmaya çalışan bir bakış açısında olduğunu görmekteyiz (Lloyd, 2013: 125). Elizabeth’in Bree’ye zorla kabul ettirmeye çalıştığı kimliği kabul etmemesiyle aile kavramının da yeniden tanımlanması Bree için bir zorunluluğa dönüşmüştür. Elizabeth’in “cisseksizm” dışında da bir sürü baskı sistemi kurduğunu ve Bree’nin (cis) kız kardeşinin de bu baskıdan nefret ettiğini görmekteyiz. Elizabeth evdeki sandviçlere ne kadar mayonez sürüleceğinden kimin nerede ibadet etmesi gerektiğine kadar bir sürü konuda kendini otoriter ilan etmiş durumdadır ve bu baskıları birbirleriyle birleştirerek kullanmaktan da hiç çekinmemektedir. Elizabeth’e göre Bree’nin trans olması zamanında Sinagog’a gitmiş olmasıyla bağlantılıdır. Bu bakış açısı aynı anda hem anti-semitizm hem de transfobi barındırmaktadır ve herhangi bir baskının tek kabul edilemeyeceği ve bütün bu baskıların birlikte hareket ettiğini izleyiciye hatırlatmaktadır (Collins, 2010: 148).
Filmin hem mizah açısından güçlü olduğu hem de izleyiciye görmediği bir dünyayı açtığı sahnelerinden biri Mary Ellen’ın evindeki sahnedir. Bu evde kendi deyişleriyle “Haftasonu Karayip Gemi Gezisi Planlama Komitesinin Cinsiyet Onur Başkanı Günü” düzenleyen bir grup trans bireyin kendi aralarında toplandıklarını ve cinsiyet konusunda seyircinin alışık olmayabileceği şeyleri konuştuklarını görmekteyiz. Bu sahnedeki bazı cümleler bize cinsiyetlendirilmiş performansların ne kadar geniş bir yelpazede olabileceğini (Lips, 2018: 15) hatırlatmaktadır ve cinsiyetin sosyal bir inşa olmasının yanında bireylerin kendilerinin de inşa edebildiği bir şey olduğunu göstermektedir. Bu düşüncenin yanında trans deneyiminin teorik temeli üzerinde de yer yer durulmaktadır. Bree din üzerinden bir trans deneyimi anlatısı yaparken kendisi hakkında şu cümleleri kurmuştur:
“My body may be a work in progress but there is nothing wrong with my soul! Jesus made me this way so I could suffer and be reborn the way he was.” (Vücudum yapım aşamasında olabilir ama ruhumda hiçbir sorun yok! İsa beni bu şekilde yarattı ki onun gibi acı çekip sonrasında yeniden doğabileyim).
Bu cümleler seyircinin cinsiyet konusunda farklı bakış açıları olduğunu ve bütün bu farklı bakış açılarının ayrı ayrı değerli olduğunu fark etmesini sağlamaktadır.
Filmin bizi duygusallıktan öfkeye, hüzünden sevince götürdüğü bir sürü vurucu noktası bulunmaktadır. En vurucu noktasını soracak olursanız, bir noktadan bahsetmek yerine filmin bütün olarak bize net bir şekilde gösterdiği bir şeyden bahsetmek gerekir. Film boyunca duygular, düşünceler, ilişkiler sık sık değişse de Bree’nin yaşadığı disfori ve cinsiyet olumlama sürecine girme isteği film boyunca asla değişmemektedir. Sürekli olarak doktorlarından ailesine kadar herkesin sorguya açmasına rağmen Bree’nin bu süreç sonunda kendini daha mutlu hissedeceğine olan inancı sarsılmaz bir şekilde devam etmektedir. Trans deneyimi konusunda kendisini trans bireylerden daha bilge kabul eden ve bu süreci oldukça zorlaştıran bir sisteme karşı Bree, gerçek hayattaki bir sürü trans bireyin deneyimlerine ayna tutan bir kurgusal karakter olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ege Atacan Doğan
Gender Studies Staj Programı
Referanslar:
Collins, P. H. (2010) Intersecting Inequalities, in Sociology: Introductory Readings, Giddens and Sutton, 3rd Edition.
Lips, H. M. (2018) Gender: everybody has/does one. Gender: the basics. Chapter 1. Routledge.
Lloyd, M. (2013) Power, Politics, Domination, and Oppression. In The Oxford Handbook of Gender and Politics (eds). Georgina Waylen, Karen Celis, Johanna Kantola, Louren Waldon. OUP.