Topkapı’dan Dolmabahçe’ye Düşerken

Osmanlı Devletindeki iki farklı anlayışı iki farklı saraya bakarak görebiliriz: Topkapı ve Dolmabahçe Sarayı. Topkapı Sarayı Osmanlı Devletinin 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca, devletin idare merkezi ve Sultan’ın resmi ikametgâhı işlev gördü. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478’de yaptırılan Topkapı Sarayı Osmanlı’nın “kendi” medeniyet algısıyla yaptırdığı ve kullandığı bir saraydı.

Abdülmecit döneminde Topkapı Sarayı terk edildi. Artık Dolmabahçe Sarayı ve temsil ettiği sistem revaçtaydı. Abdülmecit Dolmabahçe’ye yerleşmekle sadece Topkapı sarayına değil, Osmanlının geleneksel tavrına, ihtişamına ve “yerli” olan medeniyet algısına da veda ediyordu. Artık Batı mimarisiyle, Batı’dan alınan borçla, Batı’lıya benzemek için yapılan bir saray vardı, Batı dili konuşan, Batılı gibi giyinen bir sultan ikamet edecekti.  

Batı etkisi ruhen yenilen Osmanlı’da önceden başlamıştı. Toplumsal hayatta olduğu gibi, Türk mimarisinde de Batı tesirleri görülmeye başlanmış ve “Türk Rokokosu” denilen süsleme şekli arz-ı endam etmişti. Mimarı da Sinan ekolünden gelmiyordu. Avrupa mimari üsluplarının bir karışımı olarak, Garabet Balyan ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından yapılmıştı. Sarayın bittiği tarih olan 1855 yılından bir yıl sonra da Osmanlı’yı bitirecek anlaşmalardan birisi imzalanmıştı:  Rusya ile yapılan Paris Antlaşması.

 “Küffarın” da ümidi iken “Frenkten” veya “”kefereden” medet ummaya kadar düşen Osmanlı’nın hüznü hemen ortaya çıkan bir vuruk değildi elbette. Uzun zamandan beri toprak kayıpları yaşanıyordu. Eğitim gerilemiş, dışarıdaki gelişmelere bigâne kalınmış, vergi gelirleri azalmış, Osmanlının devlet itibarı ve parası değer kaybetmiş, borç parayla kimi zaman devlet açıkları kapatılmış, kimi zaman sefahatin delikleri tıkanmıştı. Hala dışarıda sözünü geçiriyor ise de, Devlet içerde kendi atadığı Mısır Valisine bile söz geçiremez olmuştu.

Karlofça bir şeylerin uçup gittiğini ima eden bir mahzun salâvatı terennüm ediyordu. Giray Han’ın ihanetini tek sebep gösteremeyecek kadar bir şeyler değişmişti aslında. Thuydices’in ifade ettiği gibi, imparatorluklar ya büyüyecek ya da yok olacaklardı.

Gerçi, Osmanlı hiçbir zaman Batı’lı anlamı ile bir imparatorluk değildi; O Devlet-i Ali-i Osmani idi.  Devletin reisleri  ya “Sultan”dılar ya “Padişah” ya “Hakan” ya da “Han.” Kudret ve adaletin arzuhali olmuşlardı; Türk-İslam medeniyetinin hülasası.

Osmanlı padişahları kendilerine “İmparator” denilmesini istememişlerdi. Yani kavramın köklerinden neşet eden bir kültürel farklılık vardı unvana bakışta. Onlar kibirli değil ve fakat vakar sahibi, bazen de gaflete kaçacak oranda gururluydu. Çünkü Devlet ta Osman Bey’den sadır olan bir rüyayla İlahi bir misyona aday idi. Üstelik, İslam Peygamberinin bizatihi övgüsüne mazhar olmuş bir Sultanın, yani Fatih Sultan Mehmet Han’ın soyundan geliyorlardı.  Dolayısıyla hem tarihi hem de dini bir misyonları vardı. 

Osmanlı kendinden emindi, Devletinden de. “Kızıl Elma” ise hep bir adım ötelerinde idi; attıkları her yeni bir adımda o tekrar ileriye sıçrıyordu ve ebet-müddet bir nizamdı gaye. Kanuni bir tek top atmadan, sadece bir mektupla Fransa Kralına emirlerini uygulattırıyor; hapisteki mahkûm kralı serbest bıraktırıyor; 28 Mehmet Çelebi Avrupa seyahatinde gözlemlediği, Frenklerin yaptıkları sanayileşmenin öncüsü mahiyetindeki kimi aletleri mağrur ve gafil bir edayla kaydedip dönüşte rapor olarak yazıyordu.  Hatta yer yer dalga geçiyordu gördükleriyle.

Osmanlı Padişahları devletin çöküş dönemlerine kadar Avrupalı kral ya da imparatorla aynı masaya oturmak yerine, vezirleri ile onları muhatap ediyordu. Biliyorlardı ki bu zımnen her iki devleti ve başkanlarını eşit olarak telakki etmek anlamına gelecekti ki bu da onları kabul edemeyecekleri bir siyasetti. Sarayburnu tepelerinden Dolmabahçe kıyılarına inen Devlet Abdülmecit’le kurumsallaştı.

Topkapı Sarayı’nın Osmanlısı, kuşlara konak inşa edecek kadar şefkatli; parasızlıktan evlenemeyenleri veya borcundan dolayı hapse düşenleri vakıflarla destekleyip mağdur etmeyecek kadar diğerkâm; bir kaç dilde divan tertip edecek kadar sanatkâr, sevgilinin elbisesindeki gülün dikeninin gölgesinin onu incitmesinden endişe edecek kadar şair; “rüşvet değildir” diye selamını almayan memurları şairane bir tarzda sîgaya çekecek kadar hakkaniyetçi; zayıf ve hastalıklardan mustarip bir eşeği şiirin konusu yapacak kadar nüktedan ve merhametli; kendilerinden büyük ve kendilerini yaratan Allah’ın var olduğunu daima hatırlatan insanlara maaş vererek ya da iltifat edecek kadar mütevazı idi. “El-muzaffer daima” idi. Tuğralara nakşedilen zaferi de kendinden bilmezdi.

Keşfinden kısa bir süre sonra Amerika’nın varlığından haberdar olan, Müslüman, Yahudi ayırımı yapmadan 1492’de Avrupalı “reconquistador”ların paranoyak korku ve katliamlarından kurtarmaya kendini adayan da Osmanlıydı. Kimi yerlerin fethini savaşsız yapan da. Çünkü gönüllerini çoktan fethetmişlerdi Bogomillerin, Nesturilerin. Ülkelerin fethi nasılsa olurdu! “İnna fetahna leke fethan mübîna..”

Tarihte kendileri kadar büyük ve geniş alanlara yayılmış bir Roma devleti vardı.  Roma bir imparatorluktu;  büyüktü, kudretliydi.  Fakat kudretini hem kendi halkına, hem diğer milletlere zulme dönüştürmüştü. Hem pagan hem Hıristiyanlık dönemlerinde Roma zulümlerden geri durmadı. Zulmünün muhatabı ya da kurbanlarıydı değişen Roma kudretinin. Gah Afrikalılar, gah Ortadoğu halkları, gah Hıristiyanlar, gah Hıristiyanların düşmanı olan Yahudiler, sonraki dönemlerde de Müslümanlar vs. 

Ve Fatih bunları biliyordu. Bir kısım Roma tarihini bizzat kendi orijinal dillerinde okumuştu ve hem bir dini hem de siyasi bir hedefi de zihninin şirazesinde muhafaza ediyordu: Bizans’ın siyasi mirasçısı olmak. Hatta artık bu gücün karşısında duramayacaklarını anlayan kimi Batı Avrupalı ülkelerin ileri gelenlerinden-siyasi ve dini—kendisinin “Hıristiyan olması halinde” bütün Hıristiyanların onun ermine gireceği yönünde resmi mektuplar da almış ve gülmüştü.

Roma 5. yüzyılda Atilla ve ordusu ile sendelemiş, sonra iç çekişmelerle ikiye bölünmüş ve nihayet Fatih’in zamanında onun Doğu uzantısı olan Bizans kalmıştı. Onu zapt etmek suretiyle Fatih aslında Atilla’nın başlattığı, Arapların devam ettirip muvaffak olamadığı Roma Fatihliği veya Bizans fatihliği unvanını da almıştı.

Vakar, vukuf, şecaat, ilim, istikrar ve kararlılık ve varılan kararda sonuna kadar gitmek, istişare, planlama ve dahi güçlü olduğu anda o gücü zulme değil hizmete tahvil etmek Fatih’in onun şahsında toplanan meziyetlerdi. Evet, Roma güçlüydü, ama gücünü zulm ve kıyım makinası yapmış, hatta zulmü temaşa malzemesi yapmış, arenalarda ve tiyatrolarda kendi insanlarına seyrettirmişti. Fatih’in düsturu ise, adını aldığı önderinin bir sözüydü; Gayr-i Müslimlere zulmeden, Peygamber’e zulmetmiş gibiydi. Bosna’daki Franseskan Rahiplerine verdiği fermanı bu incelikle düzenlenmişti.  Nicedir Bizans galebe çalar İstanbul’a; Rumeli ondan beridir Fatih’ini bekler hasret ve muhabbetle!

Önceki Topkapı Sarayının dönemiydi, bitti. Osmanlının en mücella dönemlerinde yapılmış sade, süzülmüş bir mimari, amaçlara ve ihtiyaca göre–lükse kaçmadan–hitap eden, gerek görüldükçe genişletilen, Boğaza hâkim tavrıyla mağrur bir saray:  Şecaatin sarayı, Devletin sarayıdır. Ağyara hükümran, halkına hadim devletin sarayı.

Sonraki ise, Dolmabahçe’nin tavrıdır. Mimarisi ve mimarı yabancı, borç parayla ve Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılmıştı. “Tepelerin kartalı” olmayı değil, denizin dudağından tutmayı amaç edinen denizle lebâleb idi. Sefahatin ve lüksün, haramzâdeliğin eseriydi. Sütunların altından yapılan ısıtmasıyla Topkapı’ya nazaran çok daha heybet ve teferruata sahipti. Dolmabahçe Sultanın sarayı oldu. Halka değil ona ve avenesine hizmet için yapıldı. 

Koskoca bir alem, onca kıtaları nallarıyla hallaç pamuğu gibi atan, Kargılarını semaya sütun yapan alem, Hakka tapan alem, Adaleti mabet yapan âlem, Issız adaya düşen Robinson gibi, alabora olan gemiden bir şeyler kurtarıp bir kulübe inşa etme telaşındaydı. Üstelik sürek avcıları ona Robinson’luğu bile çok görüp onu Cuma’nın konumuna sokmak istiyorlardı. Abdülmecit piyano çalıyordu.

El-Hamra çoktan vaftiz olmuştu. Granada yerle bir. Tekbir kükremeye hasretti millet.  Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe ile inmişti Devlet ve milleti indirmişti beraberinde…    

Devlet-i Âli, Bab-ı Âli ile cedelleşmedeydi. İlim öğrensin diye Fransa’ya giden nesiller, siyaset erbabı olarak geri dönmüşlerdi. Kimisi İslamcı, kimisi Türkçü veya Turancı, Kimi Osmanlıcı, kimi de Batı’cı idiler. Osmanlı paldır küldür gidiyordu artık.

Ve 16 Mayıs 1916’da bir anlaşma yapıldı gizlice İngiltere ve Fransa arasında. Rusya’nın rızasını da almışlardı. Anlaşmayı yapıp ülkelerine bilgi veren biri Fransız diğeri İngiliz iki subay vardı: Sykes-Picot. Ve bu anlaşma Osmanlı’nın ölüm fermanı oldu. Balkanlar gitmişti zaten. Araplar bir yana düştü, Türkler bir yana düştü. Dahası Arapları da kendi aralarında ayrı ayrı devletlere böldüler. Bir masa bir harita, bir kalem ve iki kafa yeterli olmuştu.

Demem o ki Osmanlı aslında Dolmabahçe’de ölmüştü. Dolmabahçe’de mumyalanmış cenazesi duruyordu. Yıldız’dan ışık aldı biraz, ancak güneşle irtibatı çoktan bitmişti. Bitkisel hayatını biraz piyano, biraz tiyatro ve balo ile devam hareketlendirdi. Ancak bu da sadece atalet ve kokuşmanın boyutunu yaldızladı. Abdülmecit’le Dolmabahçe’ye gömülen Osmanlı, Mustafa Kemal’in cenazesini de ağırladı. 

Hasılı, bugün Topkapı Sarayı da müzedir; Dolmabahçe Sarayı da. Aynı Ayasofya gibi! Tarih de bizim için müzeden ibaret kaldı. Ya haldeki kavgaların geçmişe taşınması için arena ya da geçmişle hali kırbaçlamak için bir nefis muhasebesi çetelesi.

Nostaljilerin depreştiği dönemler aslında halden kaçış dönemleridir. Hâl ile halleşmeden kaçma dönemleridir. Mazinin ihtişamı hâli hal’ ettikçe yerinden, Osmanlı “yeni” haliyle Frenk hayranı yeni Abdülmecitler çıkaracaktır. O da ancak küresel “yeni”liklerin bir düzeneği olarak kalacaktır. Yeni Dünya gibi.

 

Metin BOŞNAK

Uluslararası Sarajevo Üniversitesi

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...