Batı merkezli Uluslararası İlişkiler’de devlet birçok türe ayrılmaktadır: Feodal devlet, imparatorluklar, kent-devletleri, prenslikler ve diğerleri… Lakin başka bir tarife göreyse tarihte genel olarak devletler sadece ikiye ayrılmaktadır: İlki, bekasını büyük oranda daha fazla toprak kazanmak amacıyla gerçekleştirdiği fetihlere borçlu olan Osmanlı İmparatorluğu tarzı Fetih Devletleri’dir. İkincisi ise yaşamını geçmişte ticaretten ve ticaret yollarına hâkim olmaktan, günümüzde ise büyük oranda finans-kapitalden sağlayan ve genelde İtalyan kent-devletleri, özelde ise Venedik tarafından temsil edilen Ticaret Devletleri’dir. Hatta Ticaret Devletleri, günümüzde “Tacir Devletler” ya da “Tüccar Devletler” olarak da bilinmektedir.
Geçmişte Ticaret Devletleri olarak nam salan söz konusu bu kent-devletlerinin önemi, büyük oranda günümüz “kıdemli kapitalist” ülkelerinin bir örneğini/prototipini oluşturmalarında yatmaktadır. Bu, günümüz küresel kapitalist piyasa ekonomisinin başat aktörleri olan büyük kapitalist güçlerin davranışlarının anlaşılmasında analizcilere yardımcı olması açısından oldukça önemlidir. Öyle ki; söz konusu kent-devletleri (özellikle Kuzey İtalya kent-devletleri) deniz ticareti ile zenginleşen azınlık yönetimlerinin denetimi altında bulunup, gerek fetihleri gerekse savunmaları, bir kar-zarar analizinden (cost-benefit analysis) geçirerek tamamen ticari açıdan değerlendiriyorlardı[1]. Günümüzde de bazı ülkelerin yüksek düzey bürokratlarının bazı silah şirketlerinin ya da düşünce kuruluşlarının danışmanları olarak söz konusu şirketlerle organik bağ kurmaları oldukça düşündürücüdür. Öyle ki; ülkenin bir savaşa girmesi ile ya söz konusu silah şirketleri kar etmekte ya da söz konusu ülkenin savaşa girmesi için savaş çağrısı yapan ve buna kamuoyunu hazırlayan bu eski yüksek düzey bürokratların başında danışman olarak bulunduğu düşünce kuruluşları olmaktadır.
Söz konusu kar-zarar analizleri aslında her şeyin başıydı. Örneğin söz konusu devletler, her şeyden önce, “sadece” savunma masraflarını en aza indirmek için bir araya gelmişlerdi. Ortak bir dili konuşmaları, ortak bir değeri paylaşmaları ise sadece bu süreci kolaylaştıran etkenler kümesiydi, başka da bir şey değil. İkinci olarak, fethedecekleri bölgeler genelde dönemin ticaret yollarına en yakın yerler olmasına özel bir önem gösteriyorlardı. Örneğin, Akdeniz ticaretinin egemen olduğu bir dönemde, Cebelitarık yakınlarında ya da Baltık kıyılarında bir yer işgal etmek yerine Ege Adaları, Rodos ya da Girit Adası’nın fethi için savaşmayı tercih ediyorlardı. Son olaraksa, bu fetihleri genelde yabancı paramiliter ordular tarafından gerçekleştiriyorlar, ürettikleri silah ve bazı malları genelde bu fetih ganimeti ülkelere satarak fetih maliyetini buradan çıkarıyorlardı. Günümüzde de, özellikle Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinin, Asya ya da Afrika kıtasında yer alan eski sömürge ülkeleri/koloniler ile geliştirdikleri ilişkiler sayesinde onlardan düşük maliyetli ham maddeler ithal ederek onlara yüksek kazançlı işlenmiş ya da yarı işlenmiş mallar ihraç etmeleri bu açıdan anlaşılırdır. Zaten ABD’li ünlü bir sosyolog olan İmmanuel Wallerstein da, oluşturduğu Dünya Sistemler Teorisi’ni, “merkez, çevre ve yarı-çevre” olarak devletler arasındaki bu farklılıktan üretmektedir.
Tüm bu şartların gerçekleşebilmesi içinse bazı önkoşulların gerçekleşmesi gerekiyordu: Her şeyden önce, etraftaki Fetih Devletleri’nin fetih amaçlarını öğrenerek söz konusu devletlerin denetlenmesi gerekiyordu ki; bu sayede gerekirse pazarlığa girilip savunma masraflar en aza indirilecektir. İkinci olarak, çevredeki diğer pazar sistemlerinden sağlıklı bilgiler sağlanması ve söz konusu devletlerin devlet adamlarının davranışları hakkında yeterli malumatın elde edilmesi gerekiyordu. Son olaraksa, uzun mesafeli ticaretin güvenliğinin sağlanması ve elde edilecek bilgi ve enformasyonun tekel biçiminde elde tutulması gerekiyordu. Çünkü ancak bu sayede söz konusu kent-devletleri tüm haritalarda dünyanın merkezi olarak çizilebilirlerdi. Tüm bu nedenlerden dolayı, başta Venedikliler ve diğer tüm İtalyan kent-devletleri, diplomasinin “ad hoc” olarak geçici bir şekilde uygulandığı bir dönemde, hiçbir masraftan kaçınmayarak, sürekli diplomasi ağı kurdular ve çevrelerindeki farklı dünyalara yeni sürekli elçiler gönderdiler[2].
Tüm bunlara karşın, İtalyan kent-devletleri tüm yeryüzüne büyük bir şeyi daha göstermişlerdi: Değerin yalnızca topraktan yaratıldığı bir Ortaçağ dünyasında topraksız da güçlü ve müreffeh olunabileceğini. Ayrıca şu bir gerçekti ki; Soğuk Savaş sonrası ABD de tıpkı bu kent-devletleri gibi davranmaktaydı: Örneğin 1823 Monroe Doktrini’nden beri kabuğuna çekilen ve Eski Dünya’ya (Avrupa kıtası) hiçbir şekilde aldırış etmeyen ABD, Yeni Dünya’dan (Amerika kıtası) olmasa da kendine ilk müttefiklerini, Marshall Planı ile edinmişti. Söz konusu Marshall Planı ile Amerika, müttefiklerine askeri yardımlar yaparak onların ordularını hem kendi yerine yabancı paramiliter ordular olarak hem de, bu mümkün olmazsa, kendi yanında savaşmalarını sağlamaktaydı. Hatta gelişen silah sanayinin ürettiği son teknoloji malları edindiği bu yeni müttefiklere satarak Yaşlı Kıta’ya (Avrupa kıtası) akıttığı paraların misli ile yurduna dönmesini sağlamakta, bunun adına “müttefikler arası dayanışma” demekteydi. Kimilerine göreyse, bu sayede stratejik olarak da, söz konusu kıtanın uslanmaz üyelerinin birbirleri ile savaşmasını sağlayarak güçsüz de düşmelerini sağlamaktaydı. Bu ise üstünlüğüne üstünlük katan başka bir etkendi. Hatta bu sayede, söz konusu kıtanın neredeyse tamamını hem ekonomik hem de askeri açıdan kendisine bağlamıştı[3]. Bu açıdan ABD, kimine göre bir kurtarıcı kimine göreyse melek görünümlü bir ahtapottu. Buna karşın, bir fetih devleti olan, bu amaçla uygun olduğu vakit ve uygun olan yönde genişleyen ve yaptığı yardımları sadece hibe olarak veren SSCB yeni bir bin yılı/milenyumu göremeyecektir.
Tüccar/Tacir Devletler, tarihte olduğu gibi Uluslararası İlişkiler teorilerinde de, özellikle Demokratik Barış Teorisi’nde kendine yer bulmaktadır. Söz konusu teoriye göre, benzer bir liberal düşünceye ve temsili demokrasiye sahip olan Ticaret Devletleri, kılıçlarını kınına sokarak askeri çatışmayı bırakır, sadece ekonomik rekabete (economic competition) girişebilirler. Bu ise teoriye göre ne kan getirmekte ne de gözyaşı. Buna karşın tek getireceği şey barıştır. Barış ise arzu edilendir. Bu yolla ayrıca, gizli olarak da olsa, SSCB ve Osmanlı İmparatorluğu gibi Fetih Devletleri’nin yerine Ticaret Devletleri’nin varlığı meşru kılınmakta, yukarıda da bahsedilen ilk tür devletler (Fetih Devletleri) “istenmeyen” ilan edilmektedir.
Bilinen bir gerçek ki; Soğuk Savaş dönemi boyunca her iki devlet türü de var olagelmiştir. Bilim insanlarına göre ise hiçbir devlet söz konusu devlet özelliklerinden sadece birini saf olarak taşımamaktadır. Lakin her devlette söz konusu özelliklerden biri daha ağır basmaktadır ki; bu sayede küresel sistem içerisindeki bilardo topları[4] birbirlerini tamamlamaktadır. Soğuk Savaş’ın ardındansa Demokratik Barış Teorisi yerini Örümcek Ağı Teorisi’ne bırakmıştır. Buna göre, yeni bağımsız olmuş, küçük ölçekte güçleri olan yeni “sözde” bağımsız devletler ticari anlamda birbirlerine bağımlı olacak[5], öncelikle ekonomik amaçlı bölgesel birlikler kuracak, bu sayede de savaşmaktan vazgeçeceklerdir. Zaten büyük güçler arasında var olan ve küçük güçler arasında da bu sayede yaratılacak olan kapitalist ticari sistem modeli sayesinde hem Ticaret Devletler devlet modeli hem de ticaret uluslararası sistemde başat rol alacaktı. Hatta bu yolla dünya barışı da daimileştirilecekti. Fakat bu fikre karşıt olanlara göreyse, küçük devletlerin birbirlerine bağımlı olarak uluslararası sisteme bırakılmaları büyük devletler tarafından onların daha rahat kontrol edilebilmesi içindi.
Kısacası, Fetih Devletleri ile Ticaret Devletleri arasındaki yüzyıllardır devam eden savaşımı şuan için Ticaret Devletleri kazanmış görünmektedir. Lakin Tüccar Devletler’in sahiplendiği söylemlerin temel iskeleti ve afyonu olan ticaret ve serbest pazar ekonomisi ile örülü örümcek ağı söylevi; tıpkı küreselleşme olgusu gibi, Hegel tarzı bir “tez-antitez-sentez” örgüsü içerisinde kendi karşıtını kendisi yaratmıştır. Bunun sonucunda ise daimi kılınacak olan barış yerini yeni bir savaşıma bırakmış, Ticaret Devletleri kendi söylemleri ile kendi sonlarını kendileri yaratmıştır. Ne yaman bir çelişkidir ki; söz konusu Ticaret Devletleri bunu, tüm dünya pazarlarını fethederek yapmışlardır, tıpkı Fetih Devletleri’nin daha fazla güç kazanmak için giriştikleri toprak fetihleri misali. Peki değişen nedir? Sadece, alttaki ile üsttekinin değişen yeni yeri. Barış yine daim değil, savaşlar yine birbirlerini kovalıyor ve dünya tekrardan can çekişiyor. Bu sefer merkez üssü Avrupa ve bu sefer Avrupa en önde da can çekişiyor.
Deniz Tören
Hacettepe Üniversitesi
[1] Hatta günümüzdeki silah sanayilerinin başındaki birkaç ailenin (oligarşi) ülkeler arası savaşları çıkartan, bundan ciddi anlamda yarar sağlayan tek yapılar olması mevzunun anlaşılması açısından önemlidir.
[2] İstanbul’daki ilk sürekli diplomatik misyonu, bundan dolayı, Venedikliler açmışlardır.
[3] Soğuk Savaş döneminde ABD’nin nükleer şemsiyesi AET üyelerini Sovyet tehdidinden korumanın yanı sıra AET ülkelerinin ilave bir askeri harcama yapma zorunluluğunu ortadan kaldırıyordu. Bu açıdan, AET üyelerinin hızlı ekonomik gelişimine de ilave bir katkıda bulunuyordu.
[4] Soğuk Savaş döneminin neredeyse tamamında realist yaklaşımın hüküm sürmesinden dolayı egemen devletleri tanımlamak için bu ifade kullanıla gelmiştir. Bu açıdan söz konusu egemen devletler küresel arenanın tek uluslararası aktörleridir.
[5] Yeni bağımsız olan küçük egemen devletlerin tek sorunu ekonomik anlamda sermaye birikiminin yetersiz oluşu değildir. Ayrıca ciddi anlamda yetişmiş, bilgili ve deneyimli devlet adamı ve bürokrat eksikliği vardır. Ayrıca günümüzde de, eski efendilerinin sınırları cetvellerle çizmeleri neticesinde, bazı sınır anlaşmazlıkları ile de uğraşmak zorunda kalmışlardır.