“Everything you are and everything you have, is because of that butler.”
Senaryosu Wil Haygood’un (Eugene Allen’ın hayatının anlatıldığı) makalesinden esinlenerek Primetime Emmy ödüllü Danny Strong tarafından yazılan filmin yönetmen koltuğunda Lee Daniels’ı görüyoruz. Aynı zamanda The Butler’ın 2 adaylığı da bulunmakta: en iyi yardımcı kadın oyuncu: Oprah Winfrey (Gloria: Cecil’in karısı) ve en iyi makyaj & saç.
Daniels’ın bu filmi, Modern Amerikan tarihinin görsel bir ansiklopedisine benzeyen iddialı bir proje, 20.yüzyılın ikinci yarısının en etkili olaylarından bazılarını hızlı bir şekilde görgü tanığımız olan uşağı kullanarak aktarmaya çalışıyor. Bu noktada, kahramanı kullanma şekli hepimize Robert Zemeckis’in Forrest Gump (1994)’ını hatırlatıyor.
Güneydeki pamuk tarlalarında köle muamelesi gören siyahilerin günlük hayatını gösteren bir sahneyle sertçe başlayıp, bir siyahinin başkan olmasıyla sonlanan film, bizlere; hem film boyunca apolitik kalmaya çalışan uşak (Cecil Gaines) hem de radikal oğlu (Louis) açısından çok sayıda sivil haklar mücadelesinden geçen tarihi bir politik drama örneği sunuyor.
Film boyunca; Başkan Dwight Eisenhower’ın (Robin Williams) döneminde hizmetine başlayarak, bu süreçte yedi Başkana hizmet eden Cecil’in “hizmet”inin; içki sorunu olan eşi Gloria (Oprah Winfrey) ve sivil haklar hareketine dahil olan büyük oğlu Louis (David Oyelowo) ile olan ilişkisi de dahil olmak üzere aile hayatını nasıl etkilediğini görüyoruz.
Bazen manipülatif ve melodramatik olabilen bu anlatının zaman zaman amacına ulaşıp duygusal olarak izleyiciyi yakalayabildiğine değinmememiz büyük haksızlık olur.
1926’da Georgia’daki bir pamuk tarlasında daha ilk sahneden acımasızca açılan film; 2008’de Obama’nın seçilmesi ile bitiyor demiştik. Evet, bu denli geniş bir zaman aralığına sahip senaryonun 2 saatlik bir yapıma neleri ve ne kadar sığdırabileceğini merak ederek izlemeye koyuluyoruz.
Tarlada babasının cesedi başında hıçkırıklarını tutamayan Cecil’in “büyüyüşüne” tanık olacağımızın mesajlarını daha ilk dakikalardan veriyor film. Nitekim, Bayan Annabeth’in onu eve alıp “görünmez kalması gerektiğini” öğretmeye başlamasıyla “beyazlara hizmet” sektörüne “house nigger”ı olarak atılıyor Cecil (Gacheru, 1985). Daha sonra tek başına, başka bir yerde hayata açılmaya karar vermesiyle birlikte; kendini önce bir otel valesi, sonra daha büyük bir otele önerilerek ve en sonunda ise asıl hikâyenin başladığı Beyaz Saray’da uşak olmuş olarak buluyor.
Ailesine “work for live evlat” gibi beylik klişe laflar ederek, bir yandan beyaz adamların ekmeğini yiyip öte yandan siyahilerin adaletsizlikle yüzleşmesine uzun zaman göz yummayı tercih eden apolitik bir baba var karşımızda.
Filmdeki kontrastlar izleyiciye iki farklı dünyanın kesişiminde oturup her iki tarafa da dışarıdan göz atmasını sağlarken; yine sıklıkla karşımıza çıkan tezat örneklerden biri olarak: Cecil’in deyimiyle, iki oğlundan büyüğünü “ülkesine” savaş açarken küçük olanı ise ülkesi için Vietnam’da savaşırken görmekteyiz.
Filmin adı The Butler (Uşak) olsa da -hatta adıyla tutarlı olarak çoğunlukla Cecil’in hikâye anlatıcılığıyla devam etse de- büyük oğul Louis’in özellikle filmin ikinci yarısından itibaren babasından başrolü çaldığını söylemek mümkün.
14 yaşındaki oğlu (sırf yolda bir beyaz kadına baktı diye dövülüp, öldürülüp) cesedi nehre atılan Mamie Till’in haykırışını gören genç Louis; üniversiteyi babasının istediği -beyazların bulunduğu- Howard’ın aksine güneyde -siyahların bölgesindeki- Fisk’te okumayı tercih eder. Nitekim burada hoşlandığı kızla beraber çeşitli eylemlere devam eden Louis’in zamanla “Özgürlük yarışçısı”, Malcolm X’in takipçisi, “Kara Panter Partisi”nde ve en sonunda da saygın bir politikacı olarak gelişimini açıkça görürüz (Güven, 2020).
Cecil’in, Başkan Kennedy’nin kızına masallar anlattığı sırada büyük oğlunun “özgürlük otobüsü”nde olduğunu görüyoruz. Sahnenin sonunda ise otobüsün karşısına çıkan ku klux klancıların otobüse saldırıp yaktıklarını görüp, ateşin sıcaklığını acı bir şekilde ekranın karşısında da olsak içimizde hissediyoruz (Billig, 2001).
Babasına hep kızgın olan bir oğul var aslında. Ona karşılık:“Siyahi hizmetçiler, çalışkan ve güvenilir olmalarından ırksal kalıplara meydan okumuştur. Onlar, güçlü iş ahlakı ve onurlu karakter örneği ile ırksal nefreti yavaşça alaşağı eder” diyor Louis’in arkadaşı bir toplantıda. Gerçekten de bu kez eş zamanlı olarak; bir başkanın Cecil’e danıştığı, gülümsediği, hatta oğlunun durumunu dahi bildiği gibi detaylar görüyor ve içten içe gülümsüyoruz. Uşağın en iyi yaptığı şey ise karakterinin düalitesine ve yüzleşmesi gereken iç mücadelesine yenilmemesi.
Reagan Dönemine (1986) geldiğimizde artık Cecil Gaines üzerindeki ikiliğin verdiği yorgunluğu şöyle ifade etmekte: “yaşlı bir adamın bu kadar kaybolmuş hissedeceğini düşünmezdim”. Bu laflarının üstünden çok da geçmeden, tutarlıca, Beyaz Saray’dan istifa edip oğluyla beraber direnişe katıldığını görüyoruz.
Butler’ın asıl sorunu; odaktan yoksun olması ve şimdiye kadar olan hemen hemen her konuda yorum yapmak istemesidir. Bu da çok duygusal ve klişeleşen anları doğurmaktadır.
Birçok karakter o kadar hızlı bir şekilde filme giriyor ve çıkıyor ki, onları daha yakından tanımak için zamanımız yok. O yüzden filmin özetinden de rahatlıkla çıkarabileceğiniz üzere, biraz derinlik kazandıran sadece üç karakter olduğunu söylemek mümkün: uşak (Cecil), karısı (Gloria) ve büyük oğlu (Louis). Bu karakterler izleyiciyi meşgul etmek ve pacing sorunlarına rağmen bizi hikâyeye bağlı tutmak için yeterliydi.
İzleyiciyi en çok etkileyen bir başka şey ise “toplama kampı gibi şeyleri duyuyorduk ama onlar zaten ABD’de 200 yıldır vardı” diyerek filmin, kölelik ve devamında ırkçılığa farklı bir bakış açısı getirmesi oldu.
Aktörlerin çoğu tarafından oldukça iyi ele alınan bazı harika komedi anları da vardı. “The Last King of Scotland-İskoçya’nın Son Kralı”ndaki Uganda diktatörü İdi Amin rolüyle Oscar kazanan Forest Whitaker (Cecil) bu rolünde de gerçekten inanılmaz ve tüm başkanların da (özellikle Alan Rickman ve John Cusack) başarılı bir şekilde vazifelerini yerine getirdiklerini söylemek mümkün. Etkileyici oyuncu kadrosunun bu filmi kaldırdığı ve gerçekte olduğundan çok daha iyi görünmesini (elbette pazarlanmasını da) sağladığı aşikâr.
Sonuçta; Daniels’ın hikayesine ve ana karakterine olan inancının, beyazperdede izleyicinin kolayca iletişim kurabileceği bir performansa dönüştürdüğünü görüyoruz. Bu yüzden; The Butler, kendi kategorisindeki en iddialı yapım olmasa da tüm kusurlarına rağmen, izleyicisini tatmin edebilecek bir filmdir.
Sena Sarıtaş
Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı
Kaynaklar:
Gacheru, M. (1985). The house Nigger in Black American Literature http://erepository.uonbi.ac.ke/handle/11295/23854 adresinden alındı.
Güven, E. (2020). Amerika Birleşik Devletleri’nde Sosyalist Afro-Amerikan bir Yapılanma Olarak Kara Panterler Partisi ve Partinin Sesi “The Black Panther Intercommunal News Service”
Billig, M. (2001). Humour and Hatred: The Racist Jokes of the Ku Klux Klan