Nazlı Derin Yolcu
Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı
Özet
Dünyada geçmişten günümüze var olan ve birçok baskıcı yönetimin benimsediği otoriter rejimler, çağlar boyu çeşitli toplumlarda kendisini göstermiştir. Buna karşılık neden bazı halkların otoriter rejimlere daha kolay boyun eğdiği sorusu, henüz yanıt bulamamıştır. Bu konuda çeşitli görüşler ortaya atan araştırmacılar, toplumlar arası farkın nedenini doğuştan gelen veya sosyal öğretinin ürünü olarak yorumlamışlardır. Özellikle yeni çağın hızla gelişen teknolojileriyle hayatımıza giren ve insanların otoriter rejimler arasındaki ilişkisini bambaşka bir seviyeye taşıyan dijital otoriterlik kavramı, sivil toplum üzerinde yarattığı dalga sebebiyle özellikle önümüzdeki yıllarda oldukça tehlikeli bir hale gelebilme potansiyeline sahiptir.
Anahtar Kelimeler: otoriteryanizm, dijital otoriterleşme, teknoloji, Çin
GİRİŞ
Otoriter yönetim, toplum üzerinde güçlü bir merkezi kontrol mekanizması sağlayan ve siyasi gücü bireylerin veya partilerin elinde toplama amacı güden bir yönetim biçimidir. Otoriterleşme, demokrasiden uzaklaşılarak gücün tek bir elde toplandığı ve iktidarın keyfi biçimde kullanıldığı bir süreçtir. Bu durum, demokratik kurumların ve denge-denetleme mekanizmalarının işlevini yitirmesiyle meydana gelir. Otoriterleşmenin ortaya çıkmasının sebepleri genelde siyasal, ekonomik ve toplumsal krizlerdir. Bu tür rejimlerde ifade özgürlüğü, bireysel haklar ve siyasi katılım sınırlandırılarak iktidar tekelinde barındırılır. Küçük adımlarla başlayan otoriterleşme izleri, zamanla daha belirgin hale gelir. Demokratik gerileme denilen bu süreçte, ilk aşamada medya özgürlüğü sınırlandırılır, yargı bağımsızlığı zayıflatılır ve iktidar lehine seçim manipülasyonları başlar. Otoriterleşmenin sebeplerine ve sivil toplum üzerinde olan etkisine dair birçok araştırma yapılsa bile neden bazı coğrafyalarda otoriterleşmenin daha güçlü olduğu sorusuna henüz kesin bir yanıt verilememiştir.
Otoriterlik eğilimlerinin özellikle 21. Yüzyılın teknolojik yenilikleri ile birleşmesi sonucunda ortaya, dijital otoriterlik olarak adlandırdığımız ve devletler tarafından rağbet gören yeni bir kontrol mekanizması çıkmıştır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, dijital gözetim, internet sansürü ve yapay zeka gibi araçlarla desteklenen bu yeni otoriterlik dalgası, özellikle otoriter rejimlerin boyunduruğu altında yaşayan halklar için çeşitli sorunlar yaratmaya başlamıştır. Bu bağlamda dijital otoriteryanizm, geleneksel otoriter yöntemlerin dijital araçlarla desteklenmesi anlamına gelir. Günümüz dünyasında her alanda bir dünya devi olmayı başarmış ve politikaya yön veren en önemli devletlerden olan Çin Halk Cumhuriyeti, bu yöntemin en belirgin örneklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Bu çalışma, otoriterleşmeye olan sivil toplum tepkisinin nedenlerine dair çeşitli teorileri tartışmanın yanı sıra Çin’in otoriter yönetim geleneğinin dijitalleşme ile nasıl yeni bir boyut kazandığını, dijital otoriteryanizmin toplum üzerindeki etkilerini ve Çin’in uluslararası alana dijital egemenliğini nasıl yaymaya çalıştığını inceleyecektir.
Otoriterlik ile İlgili Öne Sürülen Teoriler
Neden bazı toplumların otoriterleşme hareketlerine kayıtsız kaldıkları veya sindirdikleri sorusuna karşın öne sürülen birinci teori, genetik faktörlerin etkisidir. Genetik faktörlerin otoriteye olan saygıyı etkilediği, otoriter tutumların doğuştan geldiği fikrine dayanmaktadır. Bu bakış açısına göre, bireylerin genetik mirasları onların kişilik yapılarını ve dolayısıyla otoriteye karşı geliştirdikleri tutumları şekillendirebilir. (McCourt vd.,1999) Genetik faktör teorisi, insanların kişilik özellikleri ve psikolojik eğilimlerinin otoriteye karşı daha saygılı veya benimseyici bir duruş sergilemelerine neden olabileceğini öne sürülmektedir. Bu araştırmalar, otoriteye olan saygı düzeyinin genetik olarak aktarıldığı fikrine katkı sağlamakta ve otorite ile birey arasındaki ilişkinin kişisel özelliklerle nasıl bağlantılı olabileceğine dair derinlemesine bir anlayış sunmaktadır. Ancak bu teoriye zıt olarak bireyin içinde yaşadığı çevrenin ona olan etkisini göz ardı etmek, argümanda eksikliğe yol açar. Genetik faktörlerin otoriteye olan saygıyı doğrudan etkilediği görüşüne karşı çıkanlar, otoriter tutumların daha çok sosyal, kültürel ve çevresel etkenlerle şekillendiğini öne sürmektedir. Otoriteye olan saygının sosyal öğretinin ürünü olduğu teorisi ise otoriter tutumların, bireyin otoriteyle etkileşimleri ve bunlardan edindikleri ile ortaya çıktığını savunur. (Altemeyer, 1988) Bunun sebebinin büyük ölçüde çocukluktan itibaren bireyin içinde bulunduğu aile yapısı, eğitim sistemi, sosyal çevre ve kültürel normlar tarafından belirlendiği iddia edilir. Örneğin, bireyin yetiştiği toplumda otoriteye olan saygı sosyal olarak teşvik ediliyorsa, bu bireylerin otoriteye karşı daha saygılı bir tutum geliştirmeleri muhtemeldir. Bunun ötesinde, otoriteye saygılı olma bilincinin çok erken yaşta ve fazla düzeyde toplum bilincine entegre edilmesi de bireylerin küçük yaşlardan itibaren daha boyun eğici bir sosyal karakter kazanmalarına neden olabilir. Aynı zamanda, otoriteye olan saygı düzeyi zaman içinde sosyal değişimlerle birlikte esneyebilir; özellikle bireylerin sosyoekonomik ve politik deneyimlerine bağlı olarak bu tutumlar yeniden şekillenebilir.
Bu iki teorinin en iyi biçimde tartışılabileceği ülke Hindistandır. Hindistan’ın yıllar boyu sayısız istilaya uğrayarak işgal altında kalması, kolonizasyon faaliyetlerinden dolayı gerek kültürel gerekse doğal kaynaklar bakımından sömürülmesi ve yıpranması çoğu politik araştırmacının değindiği bir konudur. Hindistan halkının neden bağımsızlıkları elinden alınan diğer halklar gibi başkaldırmadığı ise merak edilen bir noktadır. Bir görüşe göre bunun nedeni, Hindistan’ın sahip olduğu sıcak ve nemli muson ikliminden dolayı insanların yıllar içerisinde savaşçı kişiliklerini kaybetmesi, tembelleşmesi ve bu nedenle aktif direnişe geçememeleridir. Bu fikirden yola çıkarak, genetik faktörlerin otoriterleşmeye olan etkisini örneklendirmemiz mümkündür. Bunun yanı sıra, bir başka yaklaşım ise Hindistan sosyal yapısına ait kast sistemi ve bu sistemin yarattığı sosyal bölünmedir. Farklı kast seviyelerinde bulunan insanlar ve bu toplumsal bölünmenin sonucu, Hindistan halkı hiçbir zaman tam anlamıyla bir toplum bilinci kazanamamış, dolayısıyla bütün olma hissine sahip olamamışlardır. Kast sisteminin toplum bütünlüğünde bıraktığı bu hasar, onları millet bilincine sahip olmaktan alıkoymuş ve sınıfsal bölünmelere yol açmıştır. Böylesine bir toplumsal yapının, Hindistan toplumunun otorite ile olan ilişkisini değerlendirmek isteyenler sosyal öğreti teorisini daha çok benimseyeceklerdir. Dolayısıyla, otoriter tutumların genetikten ziyade, çevresel etkenlerin bir ürünü olduğu ve bireyin sosyal deneyimleri ile geliştiği savunulabilir.
Ekonomik Eşitsizlik ve Güvensizlik Teorisi
Halkların otoriterleşmeye olan eğilimini inceleyen diğer iki teori ise ekonomik eşitsizlik teorisi ve güven teorisidir. Hayatımızda belki en önemli meta olan para, gerek finansal gerek toplumsal alanda insanları yöneten, globalde en güçlü etkenlerden biridir. Ekonomik eşitsizlik teorisi ise buna dayanarak, ekonomik kaynakların dağılımı ile otoriterleşmeye olan yönelim arasında bağ kurar. “Eğer ekonomik kaynaklar adaletsiz bir şekilde dağıtılmışsa, güç dengeleri de adaletsiz bir şekilde dağıtılmış demektir.” (Solt, 2012) Bu teoriye göre ekonomik eşitsizlik arttıkça, mevcut otoriteye saygı duyulması gerektiğine inanan bireylerin sayısı, hem zengin hem de fakir sosyal sınıflarda artış gösterir. Yüksek sosyoekonomik düzeye sahip kişiler, sahip oldukları ekonomik güç sayesinde bu görüşü kamusal alanda yaymak için daha fazla kaynağa sahip olurlar. Zenginler, hem medya hem de diğer iletişim araçları aracılığıyla görüşlerini etkili bir şekilde yayarak, toplumsal normların ve değerlerin şekillendirilmesinde önemli bir rol oynarlar. Bu durum, yoksul vatandaşlar açısından ciddi bir dezavantaj yaratır. Yoksul bireylerin, bu çabalara karşı koymak için gereken kaynakları bulmakta zorlanmaları, onları daha da ezilmeye mahkûm kılar. Görece daha güçsüz olmaları, yoksul bireylerin “güçsüzlük hissinden kaçınmanın bir yolu olarak, güçlülerin değerlerini, inançlarını ya da oyunun kurallarını içselleştirmeye daha yatkın hale gelmelerine” (Gaventa, 1980) neden olur.
Bu içselleştirme süreci, ekonomik eşitsizliğin toplumda yarattığı derin etkilere dair önemli ipuçları sunar. Yoksul bireyler, var olan güç dinamikleri içinde daha fazla itaatkârlık gösterme eğilimine girebilirler. Bunun sonucunda başta işverenlerine, patronlarına boyun eğme prensibini benimserken giderek ekonomik alandan çıkıp toplumsal alana yayılır. Aynı zamanda, bu durum, toplumda varlıklı olanlarla yoksul olanlar arasındaki hiyerarşiyi pekiştirir ve sosyal adaletsizliklerin derinleşmesine neden olur. Otoriteye olan bağlılık, ekonomik eşitsizliğin yaygın olduğu ortamlarda belirginleşirken, sosyal ilişkilerdeki güç dengesizlikleri de daha görünür hale gelir. Böylelikle, toplumsal normlar ve değerler, ekonomik eşitsizlik bağlamında yeniden şekillenirken, güçlülerin etkisi altında yoksul bireylerin sesleri daha fazla bastırılabilir. Sonuç olarak, ekonomik eşitsizlik sadece bireylerin yaşam standartlarını değil, aynı zamanda sosyal ilişkilerini, güç dinamiklerini ve toplumsal değerleri de derinden etkiler. Zenginlerin, mevcut otoriteyi savunma ve yayma konusundaki güçleri, yoksul bireylerin karşı koyma yeteneklerini azaltırken, toplumda hiyerarşik ilişkilerin sürmesine neden olur. Bu bağlamda, toplumsal eşitlik sağlanmadıkça, otoriteye bağlılık ve itaat, ekonomik eşitsizliğin derinleştiği toplumlarda kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkar.
Ekonomik eşitsizlik teorisini en iyi özetleyen bu veri grafikleri, bahsedilen uçurumun derinleşmesi sonucu otoriteye olan eğitimi oldukça net bir şekilde göz önüne sermektedir. Araştırma sonuçlarına göre toplum içinde gelir eşitsizliği arttığı zaman itaate verilen önemin arttığı, otoriteye daha fazla saygı gösterildiği ve kişinin her zaman kendinden üst kademede olan yöneticisine riayet etmesi gerektiği inancı doğrusal bir şekilde artış gösterir. Bu durum, güçsüz bireylerin, mevcut sosyal hiyerarşiyi sürdürmek için güçlülerin değerlerini içselleştirme eğiliminde olduğunu ortaya koymaktadır.
Zengin ve güçlü olanların, toplumun genel görüşlerini (Political Research Quarterly, 1999) ve normlarını şekillendirmede daha etkin hale gelmesi, aynı zamanda yoksul bireylerin itaatkarlık hissini arttırmıştır. Bu bağlamda, varlıksız kesim, güçlülerin otoritesine daha fazla saygı gösterirken, kendi bağımsızlıklarını ve seslerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır.
Bu çalışmada incelenecek son teori ise ekonomik eşitsizlik teorisi ile de yakından ilgisi olan güvensizlik teorisidir. “Kurallara uyan bireylerin otorite tarafından suçlanamaz veya yargılanamaz olmaları, ekonomik eşitsizliğin toplumsal dinamikler üzerindeki etkilerini anlamak için önemli bir noktadır” (Solt, 2012).
Bu teoriye göre geleneksel otoriteye refleksif bir şekilde boyun eğme, bireylerin kendilerini ve ailelerini hayatta tutma ile toplumlarına dahil olma gereksinimlerini karşılama çabasıyla ortaya çıkan bir başa çıkma mekanizmasıdır. (Inglehart & Baker, 2000). Ekonomik eşitsizlik, toplumun daha yoksul üyeleri arasında güvensizliğin artmasına neden olurken, bu güvensizlik, bireylerin otoriteye karşı olan tutumlarını da etkiler. Yoksul kesim, ekonomik kaygılar nedeniyle kendilerini tehdit altında hissettiğinde, güçlü olan otorite figürlerinin yanında yer alma eğiliminde olabilir. Bu durum, bireylerin güvenlik arayışlarının, toplumsal normları ve değerleri sorgulamadan otoriter bir yaklaşımı benimsemelerine yol açar. Yoksul bireylerin, sosyal ve ekonomik belirsizlikler içinde yaşamaları, onları güçlü otoritelerin kurallarına daha fazla boyun eğmeye zorlar. Ekonomik durumu kötü olan bireyler, var olan güce karşı daha az direnç gösterme eğiliminde bulunarak, kendilerini koruma amacıyla otoriter bir yapının içine daha fazla entegre olurlar. Bu durum, otoriter yönetimlerin toplumda daha fazla kabul görmesine ve yoksul bireylerin özgürlüklerini kaybetmesine neden olabilir. Beklenen ya da yaşanan yoksunluğun ve sosyal dışlanmanın psikolojik açıdan yıkıcı etkileri, otoriteye kayıtsız şartsız itaate sığınarak dengelenir. Sonuç olarak, ekonomik eşitsizlik, toplumsal güvensizlik ve otoriterleşme arasında karmaşık bir ilişki oluştururken, yoksul kesimlerin daha otoriter bir yapıya yönelmesi beklenir.
Çin’de Otoriterleşmenin Tarihsel Kökenleri
Çin’de otoriter yönetim geleneği binlerce yıl öncesine, Çin İmparatorluğu dönemine kadar uzanmaktadır. Güçlü bir merkezi otoriteye dayanan İmparatorluk Çin’i, halkı sıkı bir şekilde kontrol altında tutmaktaydı. Konfüçyüsçülüğün “devletin ahlaki üstünlüğü” gibi öğretileri, devlet otoritesinin doğal ve kaçınılmaz bir yapı olduğunu toplumda kabul ettirdi. Bu yönetim anlayışı, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte modern biçiminde varlığını sürdürdü. 1949’da Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) iktidara gelmesiyle birlikte, tek parti yönetimi Çin’in siyasal yaşamında kalıcı bir yer edindi. ÇKP, halkın tüm politik ve sosyal yaşamını kontrol altına almak için merkeziyetçi politikalar izleyerek toplumu yeniden şekillendirmeyi başardı. (Shambaugh, 2016)
Bu otoriter yönetim biçimi, zamanla ekonomik ve teknolojik gelişmelerle paralel olarak modernleşmiştir. Özellikle 1989’daki Tiananmen Meydanı olayları, Çin’de otoriter yönetimin pekiştirilmesinde önemli bir dönüm noktasıdır. Tiananmen Meydanı’ndaki öğrenci protestoları, Çin’de daha fazla demokratik hak talep eden bir halk hareketine dönüşmüştür. Bu olay, ÇKP’nin tepkisini çekmiş ve sonuçta askeri müdahale ile binlerce kişi hayatını kaybetmiştir. Tiananmen olayları, ÇKP’nin otoriterliğini koruma amacında ne kadar sert olabileceğini ve muhalefeti bastırma gücüne sahip olduğunu göstermiştir. Bu olay sonrasında ÇKP, toplumun siyasi ve sosyal faaliyetlerini sıkı bir şekilde denetlemeye yönelik çeşitli yasalar ve güvenlik tedbirleri almıştır (Nathan, 2001). Bu tarihsel altyapı, Çin’deki dijital otoriteryanizmin temellerini oluşturmuştur.
Dijital Otoriteryanizm ve Çin
Teknoloji destekli otoriterlik, otoriter hükümetlerin yalnızca vatandaşları kontrol etmekle kalmayıp, aynı zamanda onların davranışlarını şekillendirme amacını da taşıyan bir strateji olarak öne çıkmaktadır (Khalil, 2020). Dijital otoriterlik, özellikle bireylerin internetteki hareketlerini izlemek, sansürlemek ve tanımlamak için kullanılan yöntemlerde açıkça görülmektedir. Bu tür bir otoriterlik, çevrimiçi alanın sınırlarını aşarak yüz tanıma teknolojisi, kameralar, dronlar, GPS takibi ve diğer gözetim araçlarını kullanarak bireyler üzerinde sürekli bir kontrol mekanizması kurar. Bu sistemler, otoriter yönetim biçiminin güçlenmesine ve gözetim yoluyla mahremiyetin tamamen yok olmasına neden olur. Özellikle Doğu ve Orta Asya, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika’daki birçok özgürlük karşıtı veya otoriter hükümet, vatandaşlarını kontrol etmek ve rejimlerini güçlendirmek için teknolojiyi kullanmaktadır. Geleneksel otoriter rejimlerin dijitalleşmesi süreci, Çin gibi ülkeler için büyük bir dönüşüm anlamına gelir. Çin, teknolojiyi yalnızca ekonomik kalkınmayı sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda toplumu kontrol etmek için de bir araç olarak kullanmaktadır. Bunun yanı sıra Çin, dijital otoriterlik modelini yalnızca kendi sınırlarında uygulamakla kalmayıp, bu teknolojiyi ihracat, yerel uygulamalar ve uluslararası işbirlikleri yoluyla diğer ülkelere de yaymaktadır. Bu durum, dijital otoriterliğin küresel bir sorun haline gelmesine yol açmaktadır. Devletler, vatandaşlarını manipüle ederken, aynı zamanda “sahte haber” yasaları gibi düzenlemelerle muhalif görüşleri sansürleme ve cezalandırma yeteneğine de sahiptir. Özellikle pandemi sürecinde Çin merkezli teknoloji şirketlerinin veri toplama yetkilerinin artması, vatandaşların gözetimi için sınırsız bir veri deposu oluşmasına yol açmıştır; bu verilerin nasıl kullanılacağı veya ne kadar süre saklanacağına dair sınırlamalar ise büyük ölçüde belirsizdir.
Çin’in pandemi sürecindeki teknolojik baskısının halk üzerindeki etkisini şekildeki görsel, Çin’deki dijital otoriterliğin hakimiyetini gösteren çok önemli bir örnek oluşturmaktadır. COVID-19’un ciddi oranda yayıldığı dönemde sosyal medya paylaşımında bulunan ve paylaşımları ses getiren Doktor Li Wenliang, Wuhan polisi tarafından uyarıya maruz kalmıştır. “Toplumsal düzeni bozmak” ve halk arasında huzursuzluk yaratmak sebebiyle ikaz edilen Dr Li, daha sonrasında COVID-19 sebebiyle hayatını kaybetmiştir. (Khalil, 2020)
Dijital Altyapı ve Gözetim Sistemleri
Çin’deki dijital otoriteryanizm, bireylerin hareketlerini, düşüncelerini ve iletişim ağlarını sürekli izleyen ve kontrol eden birçok farklı uygulama içerir. Dijital otoriteryanizm, Çin’in “Büyük Güvenlik Duvarı” (Great Firewall) ve “Sosyal Kredi Sistemi” gibi teknolojik altyapılar aracılığıyla toplum üzerinde daha etkin bir gözetim sistemi kurmasını sağlamıştır. Büyük Güvenlik Duvarı, Çin’de interneti sansürlemek ve dış bilgi akışını engellemek amacıyla kullanılan bir sistemdir. Bu sistem, Çin’in belirlediği normlara aykırı içerikleri filtreleyerek halkın bilgiye erişimini kısıtlar ve Çin hükümeti bu yolla toplumu daha kontrollü bir yapıya sokar (Deibert, 2021). Sosyal Kredi Sistemi ise, bireylerin sosyal davranışlarını puanlayan ve bu puanları çeşitli yaptırımlarla ilişkilendiren bir sistemdir. Bu sistem, vatandaşları yalnızca finansal yeterlilik üzerinden değil, sosyal uyumluluk ve devletin belirlediği değerlere uygunluk üzerinden de değerlendirmektedir. Örneğin, trafik kurallarına uymamak ya da sosyal medya üzerinden devlet eleştirisi yapmak bireylerin puanlarını düşürmekte, düşük puan alan bireyler ise toplum içinde çeşitli kısıtlamalarla karşı karşıya kalmaktadır (Feldstein, 2021). ÇKP tarafından oldukça yoğun biçimde kullanılan bir başka araç ise yapay zeka ve yüz tanıma teknolojileridir. Özellikle Uygur Türklerinin yaşadığı özerk Sincan bölgesinde, yüz tanıma sistemleri, yapay zeka ve biyometrik veriler kullanılarak her bir bireyin günlük hareketleri ve sosyal ağları takip edilebilmektedir. Bu gözetim sistemi, yalnızca suç işleyenleri değil, aynı zamanda potansiyel muhalifleri de hükümet için herhangi bir tehlike teşkil etmeden önce belirlemeyi amaçlar. Bu durum, Çin’in dijital gözetim konusunda en agresif ülkelerden biri olmasına yol açmakta ve insan hakları ihlalleriyle ilgili birçok uluslararası eleştiriye neden olmaktadır (Mozur, 2019). Bunun yanı sıra, Çin hükümeti sosyal medya platformları üzerinde de sıkı bir kontrol uygulamaktadır. “WeChat” ve “Weibo” gibi popüler sosyal medya platformları, içeriklerin hükümet tarafından sansürlenmesi ve devlet politikalarına aykırı paylaşımların kaldırılması için araç olarak kullanılmaktadır. Hükümet bu platformlarda, halkın düşüncelerini manipüle etmek ve toplumsal görüş birliği yaratmak için stratejik olarak sansür ve dezenformasyon kullanır. Devleti eleştiren veya ÇKP’yi küçük düşüren içerikler hızla kaldırılmakta ve paylaşım yapan kişiler sosyal kredi sistemi veya doğrudan polis müdahalesi ile cezalandırılmaktadır. Bu durum, bireylerin dijital alandaki özgürlüklerini ciddi şekilde sınırlamaktadır.
SONUÇ
Otoriterleşme ve bunun sivil toplum üzerindeki etkisi incelenen bu çalışmada, halkarın otoriterleşme eğilimlerine karşı verdikleri tepkilerin farkları ve bunun olası nedenleri üzerinde durulmuş; bu konudaki uzman teorileri ve veri setleri incelenmiştir. İnsanın fıtratından kaynaklı veya dış toplumun öğretisi sonucu olarak ayrılabilecek bu teoriler; genetik faktörlerin, sosyal öğrenmenin, ekonomik ve sosyal istikrarın ürünü olarak gruplanabilirler. Bu teorilerin hepsinin belirli bir ölçüde doğruluk payı olsa dahi insan doğasının öngörülemezliği ve dinamizmi nedeniyle otoriterleşmeye olan bağlılığın kesin bir formülle açıklanması mümkün değildir.
Dijital otoriterleşme yavaş yavaş bize gözükmeye başlayan ve sandığımızdan çok daha büyük bir tehlike barındıran küresel bir güvenlik sorunu teşkil etmektedir. Teknolojinin devletler tarafından hangi amaçla kullanılması gerektiği ve halkını korumak ile onlara bir tehdit oluşturmak arasındaki ince çizgiyi göz önünde bulundurmak gerekir. 21. Yüzyılın trendleri takip edildiğinde varılabilecek en bariz sonuç ise teknolojinin bu denli hızla gelişmesiyle ortaya çıkabilecek yeni güvenlik sorunları, ve bunların hangi güçler tarafından yönetileceğidir. Özellikle Çin gibi dünya devi ülkelerde hakim süren bu tip bir baskıcı rejimin aynı politik çizgide ilerleyen ülkelere sıçraması yüksek ihtimalde gözükmektedir. Bu konuda sivil toplumun atması gereken en önemli adım; teknoloji konusunda bilinçlenmek, dijital dünyaya en hızlı şekilde adapte olmak ve bu sayede haklarından haberdar olup bunlara sahip çıkmaktır.
Kaynakça
Altemeyer, B. (1988) Enemies of Freedom: Understanding Right-Wing Authoritarianism. San Francisco: Jossey-Bass Publishers,
Deibert, R. (2021). Reset: Reclaiming the Internet for Civil Society. September Publishing.
Feldstein, S. (2021). The Rise of Digital Repression: How Technology is Reshaping Power, Politics, and Resistance. Oxford University Press.
Gaventa, J. (1980). *Power and Powerlessness: Quiescence and Rebellion in an Appalachian Valley*. Urbana: University of Illinois Press.
Inglehart, R., & Baker, W. E. (2000). Modernization, cultural change, and the persistence of traditional values. American Sociological Review, 65(1), 19-51. https://doi.org/10.2307/2657288
Khalil, L. (2020). Digital Authoritarianism, China and C0VID. Lowy Institute for International Policy. http://www.jstor.org/stable/resrep27665
McCourt, Kathryn, Thomas J. Bouchard, Jr., David T. Lykken, Auke Teilegen, and Margaret Keyes.(1999) Authoritarianism Revisited: Genetic and Environmental Influences Examined in Twins Reared Apart and Together. Personality and Individual Differences 21: 985-1014
Mozur, P. (2019). One Month, 500,000 Face Scans: How China Is Using A.I. to Profile a Minority.
Nathan, A. J. (2001). The Tiananmen Papers: An Editor’s Reflections. The China Quarterly, 167, 724–737. http://www.jstor.org/stable/3451069
Shambaugh, D. (2016). China’s future. Cambridge, UK, Malden, MA: Polity Press.
Solt, F. (2012). The Social Origins of Authoritarianism. Political Research Quarterly, 65(4), 703–713. http://www.jstor.org/stable/41759308