ÖZET
Bu çalışmada, Türk siyasal hayatının siyasal yapısında ve kültüründe önemli değişimlere yol açan demokrasi ve laiklik tartışmaları incelemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından kurulan Türkiye’de, Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte Batılılaşma ve modernleşmeye ulaşmak için ne tarz yollar izlendiği ve bu yolların demokrasiye ve Kemalist laiklik ideolojisine uygun olup olmadığı, laiklik ve demokrasi tartışmalarıyla birlikte nasıl düşünüleceği araştırma sorusu olarak kullanılmıştır. 1923-1938 yılları arasında Mustafa Kemal, Türkiye’nin demokratik ve seküler bir devlet olmasını amaçlayan reformlarda ve demokrasi denemelerinde bulunmuştur fakat Cumhuriyetin ilk yıllarında çok partili hayata geçiş denemeleri olmasına rağmen laikliğin Kemalist yorumuna uymadığı ve dönemin koşulları imkan vermemesi gibi sebeplerle başarılı olamamıştır. Bu yüzden de tek partili hayata geri dönülmüş ve farklı politik görüşler üzerindeki baskılar arttırılmıştır. Araştırmada, hükümetin yaptığı yasalar ve Halk Fırkası’nın tüzüğünün sağladığı gücün demokrasiyi zedelemesi, nicel kaynaklar tarafından araştırılmış ve değerlendirilmiştir. Ayrıca demokrasinin Türkiye’de ne ölçüde bulunduğuna ve Kemalist laiklik ideolojisinin evriminin yapılan reformlara etkisine değinilmiştir. Araştırmanın sonucunda, CHP’nin o dönemde halktan uzaklaşmasının nedeni olarak Kemalist rejim ve laiklik ideolojisini uygulamadaki eksikliklerine ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Mustafa Kemal Atatürk, Tek Parti Dönemi, Rejim, Laiklik, Cumhuriyet Halk Partisi
ABSTRACT
This study analyses the disputes of democracy and laicity that caused important changes in the structure and the culture of Turkish political life. What sort of ways were used to reach westernization and modernization with the collapse of the Ottoman Empire and the proclamation of a republic in Turkey and if those ways are appropriate to democracy and Kemalist laicity ideology were determined as the research question. Mustafa Kemal applied some reforms and attempts of democracy whose aim to create a secular and democratic state between 1923-1938 years but although there were some attempts of multiparty system, they could not be achieved because of not being appropriate for Kemalist laicity and incapable conditions of the period. Therefore, the one-party system was returned and the pressures increased. In this study, the damaging of the democracy that was provided by the laws and legislation of the Republicans People’s Party (RPP) is investigated and evaluated via quantitative resources. Also, it is mentioned how successful this democracy attempt was and the impact of the evolution of Kemalist laicity ideology to the reforms that have been applied. As a result of the study, its deficiencies in implementing the Kemalist regime and secularism ideology were found why RPP distanced itself from the public at that time
Keywords: Mustafa Kemal Atatürk, One Party Era, Regime, Laicity, Republican People’s Party
Giriş
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarından, neredeyse III.Selim’den beri Batılılaşma hareketlerini ve bazı reformları takip etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve ardından yeni bir devletin kurulması ile birlikte Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla Mustafa Kemal ve arkadaşları Cumhuriyeti ilan etmiş ve yeni yönetim biçiminin demokrasi olacağını duyurmuşlardır fakat bu yönetim biçimine geçilme süreciyle direkt olarak Mustafa Kemal’in tahayyülündeki devlet yapısına ulaşılmamıştır ve zamanla ortaya varlığından şüphe duyulacak bir demokrasi rejimi çıkmıştır. Zamanla yapılan inkılâplarla beraber modern ve demokratik bir devlete dönüşüldüğü düşünülse de pek de öyle olmamıştır. Bu yüzden bu araştırmanın ilk kısmında, özellikle Tek Partili dönemdeki Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı sırasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın izlediği kontrolcü ve güç odaklı politikalar incelenmeye değer görülmüştür. Bu araştırma yazısında, Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk Devrimi öncesi Osmanlı İmparatorluğu’nda Jön Türkler tarafından yönetilen imparatorluğun yaşadığı süreçten, Cumhuriyetin ilan edilmesine kadar ne tür gelişmeler olduğundan, Türk Devrimi esnasındaki yapılan inkılâpların uygulamaya konmasındaki gerçeklik payından ve sonrasındaki kontrolcü süreçten bahsedilmiştir. Aynı zamanda cumhuriyete geçişin ilk yıllarında Kemalist devletin laiklik ideolojisi kendini göstermiştir. Laiklik, Erken Cumhuriyet Döneminde Mustafa Kemal ve Cumhuriyetin kurucu kadrolarının siyaseti dinin etkisinden kurtarmak adına geliştirdikleri ve bunu yaparken de Batılı devletleri örnek aldıkları bir dizi uygulama sonucu görülmektedir. Araştırmanın ikinci kısmında, laiklik söyleminin tarihsel gelişimi incelenmiştir. Bu arka plandan yola çıkarak, ‘Tek Partili Dönemde’ laiklik anlayışının oluşturduğu ortam tartışılmıştır.
1.1. Cumhuriyet Öncesi Modernleşme Adımları
Osmanlı’daki Batılılaşma hareketleri her ne kadar daha önceden başlamış olsa da ilk somut ve örgütlü adımı, 3 Kasım 1839’da Sultan Abdülmecit döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlamıştır ancak Osmanlı İmparatorluğu döneminin son Batılılaşma ve modernleşme adımları Yeni Osmanlı hareketinin ardılı olan ve Cumhuriyetin ilanında sonra Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gerçekleştirmek istediği modernleşme adımlarının temellerini atmış olan Jön Türkler zamanında atılmıştır (Demirtaş, 2007, s. 390).
Jön Türkler 1908 Devrimi sonrasında muhalefetten iktidara gelmişlerdi. Onlar 1878’de askıya alınan Kanun-i Esasi’nin tekrardan yürürlüğe girmesini böylece padişahın altında bir meclis olması gerektiği görüşünü destekliyorlardı. Jön Türkler her biri birbirinin aynı düşünen insanlardan oluşan bir topluluk değildi fakat Osmanlıcılık gibi ortak bir noktada buluşmuşlardır. Benimsenen iki adet Batılılaşma şekli vardı bunlardan biri kültürel öğelerin benimsenmesinden kaçınıp daha çok bilimsel bir eğilim olarak ele alan Muhafazakâr Batılılaşma, diğeri İslam’a değil bilime itibar edilmesini savunan Radikal Batılılaşma’dır (Söğütlü, 2010, s. 11).
1908 Devrimi sonrası Ahmet Rıza Bey’in liderliğindeki İttihat ve Terakki Fırkası ilk başlarda gizli ve dışarıdan kontrollü bir iktidar politikası sergilemiştir. Tabii ki iktidara gelir gelmez, II. Abdülhamit Döneminden beri arzuladıkları II. Meşrutiyeti ilan ettiler. İktidar süreçleri boyunca milliyetçi ve Batı yanlısı bir siyaset izlediler. Çağdaş bir eğitimin oluşması ve laik bir hukuk sistemi üzerine çalışmalar yapılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi ile birlikte yönetim kendini feshetmiştir.
1.2. Türk Devrimi Öncesi
Mustafa Kemal’in milli mücadeleye liderlik etmesinde birçok doğal sayılabilecek faktör vardır. “Kendisi Birinci Dünya Savaşı sırasında Çanakkale Savaşı’nda Anafartalar cephesi komutanı olarak ün yapmış ve ardından Doğu Anadolu ve Filistin cephelerinde üstün şekilde savaşmış, savaşı Suriye cephesindeki tüm kıtaların komutanı olan bir mirliva rütbesiyle bitirmişti” (Zürcher, 1994, s. 214). Direniş için yeterli insan sayısının sağlandığı fark edildiğinde İttihatçıların lekesiz bir isme ihtiyaçları vardı ki o da eski bir ittihatçı olan Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal’i 3. Ordu Müfettişliğine atayacak Dahiliye Nazırı, Ali Fuat Cebesoy’un akrabasıydı böylece Ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’in tayinine yardımcı olmuştur (Zürcher, 1994, s. 214).
Modern devlet anlayışı daha Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri ne yönde ve nasıl bir Batılılaşma yolu izleneceği açısından çelişkili bir konu olmuştur. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Mustafa Kemal’in özgür, demokratik ve çoğulcu bir ülke kurma hayalinin askeri kısmı sona ermişti. Mustafa Kemal’in bu fikirleri edinmesinde içinde bulunduğu ortam ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında yenilikçi fikirleri savunan Ziya Gökalp, Tevfik Fikret ve Namık Kemal gibi Türk yazarların da etkisi yok sayılamaz (Murat Belge, 1983, s. 30). Lakin Türkiye’nin modernleşme ve çağdaşlaşma süreci Avrupa gibi olamamıştır çünkü Türkiye öncesinde Rönesans ve Reform süreçleri gibi aşamalardan geçmemiştir. Lozan Antlaşmaları sırasında, İtilaf devletlerinin iki hükümeti de daveti üzerine, İstanbul Hükümeti’nin Ankara Hükümetine gönderdiği telgraf Büyük Millet Meclisi’nde büyük bir öfkeye sebep oldu ve 1 Kasım 1922’de kabul edilen Saltanatın kaldırılması önergesinin kabulünü kolaylaştırmış ve bu önergeyle birlikte Türk Devrimi’nin temel adımları atılmaya başlanmıştır (Zürcher, 1994, s. 239).
1.3. Türk Devrimi
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra imzalanan Lozan Antlaşması ile kendini kanıtlamış ve de siyasal konumunu güçlendirmeye başlamıştır. Bu konu açısından Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul Hükümetini vatana ihanet ile suçlamaları ve bir yasanın değişikliği de yardımcı olmuştur. Ayrıca Mebusan Meclisi dağıtılmış ve yeni bir parti olan Halk Fırkası kurulmuştur. Böylece Mustafa Kemal’in hayatı boyunca liderliğini yapacağı ve denetimi altında tutacağı bir meclis ve siyasal partinin süreci başlamıştır (Zürcher, 1994, s. 247).
Mustafa Kemal yeni devletin ilk temellerini atmaya başladığı sırada fikirleri netti fakat bu yeni devletin niteliği konusu hala belirsiz bir konuydu. Bir meclis vardı fakat meclis başkanı da dahil olmak üzere hiçbir vekil oy ile değil aksine doğrudan seçilmişlerdi. Saltanat kaldırılmıştı fakat halifelik hala sürüyordu. Her ne kadar halife Müslümanların lideri olarak bilinip bir devlet yöneticisi değil gibi gözükse de Halife Abdülmecit Efendi ile ilişkiler belirsizdi. Halk geçmişleri sebebiyle, Halifeyi ister istemez çok güçlü bir konumda görüyordu. Bu durum, Mustafa Kemal’in elde etmek istediği güç için büyük bir tehdit olmuştur. Ali Fethi (Okyar) hükümeti istifa edince, Mustafa Kemal önde gelen yandaşlarına herhangi bir görev almama emri vermişti. Yani daha Cumhuriyet ilan edilip, cumhurbaşkanı olmadan önce dahi Mustafa Kemal’in siyasi anlamda büyük bir nüfuzu bulunuyordu. Böylece, Millet Meclisi Mustafa Kemal’e danışınca, o da bir cumhuriyet sistemi önermiştir. Bu öneri mecliste kabul edilince 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiştir ve Mustafa Kemal hayatı boyunca sürdüreceği Tek Adam olarak görevinin başına gelmiştir. Cumhuriyet ilanı fikri, Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’in yanında olan ve ileride bir muhalefet partisi kuracak bazı silah arkadaşlarını memnun etmemiştir. Bunun dışında ortada hala büyük bir halife sorunu vardı. Halife, Mustafa Kemal’in yönetim koltuğundaki yerini sarsabilecek en güçlü rakip olarak görülmüştür. Cumhuriyet’in ilanı ile zaten halifenin zayıflayacağı tahmin ediliyordu fakat Mustafa Kemal, bu tehdidi savuşturmak ve gücünü garantiye almak için 3 Mart 1924 günü Hilafet makamını kaldırmıştır. Ardından ise yeni bir anayasa ilan edilmiştir. Bu anayasa 1961’e kadar yürürlükte kalacak olup çok fazla değişikliğe uğramış ve en uzun süre yürürlükte kalan anayasa olmuştur. Ayrıca 1924 Anayasası’nda ilk defa özgürlükten bahsedilmiştir fakat sosyal haklara yer verilmemiştir (Zürcher, 1994, s. 249).
1.4 Çok Partili Hayata Geçiş ve Muhalefetin Adımları
Mustafa Kemal ve yönetiminin ciddi baskısını hisseden bir grup vardı. Bu topluluktaki milletvekilleri bu baskıdan kurtulmak adına Hüseyin Rauf Bey önderliğinde, Cumhuriyetin ilk senelerini ciddi manada etkileyecek ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TCF) 17 Kasım 1924 günü kurmuşlardır. Terakkiperver Fırkası’nın üyeleri çoğunlukla cumhuriyetin ilanını hoş karşılamayan, bağımsızlık mücadelesine katılan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi önemli isimlerden oluşmaktadır (Taşkıran, 1994, s. 257). Yeni kurulan bu muhalefet partisi her ne kadar cumhuriyetin ilanına tepkili olan kadrodan oluşuyor olsa da Halk Fırkası’nın laiklik ve milliyetçilik politikasına karşı değil fakat Mustafa Kemal ve fırkasının sergilediği otoriter rejim ve kontrolcülüğe karşıydı. Mustafa Kemal, TCF ilk kurulduğu zaman herhangi bir karşıt hareket göstermemiş aksine çok partili hayata geçiş aşamalarını başlatan bu oluşumu desteklemiştir. “Bu parti için Mustafa Kemal “Bırakınız karşımıza çıksınlar. Memleket işlerini münakaşa edelim diyordu”. Hatta Mustafa Kemal kendi sistemleriyle batı sistemlerini benzetip, uyguladıkları sistemin gerekliliğine vurgu yapmıştır (Tökin akt. Taşkıran, 1994, s. 258).
“Mustafa Kemal bu konuda, “Biz, Meclis’imizde tek parti ile diktatör intibası vermekteyiz. Bize bakan Batılılar, bu memleketteki idare tarzı parti diktatoryası derler. Bizim Meclis’imizde de iki parti olmalı, hükümeti denetleme sistemi kurulmalı ve medeni ülkelerin parlamentolarına benzemeliyiz” demekteydi” (Tökin akt. Taşkıran, 1994, s. 258).
İktidar olası bir tehdidi algılamıştır çünkü TCF’nin, iktidarın bazı politikalarını beğenmeyen destekçileri oluşmaya başlamıştı. Bu hareketin etkinliğini bitirmek ve tehdidi savuşturmak için devletin doğudan gelen bir fırsat doğmuştur. Doğudaki bu fırsat, Halk Fırkası’nın laik politikalarından hoşlanmayan ve dil özgürlüğü gibi verildiği iddia edilen sözlerin unutulmasından çıkan Şeyh Sait İsyanın ortaya çıkması olmuştur. Mustafa Kemal bu isyanı bir fırsat olarak kullanarak kendi lehine çevirebilmiştir. Öncelikle, 1920 yılında, Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticilerini vatana ihanetle suçladıkları Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na 25 Nisan 1925’te dinin kutsallığının hor kullanılmasını veya siyasete alet edilmesi bir fıkra ile kanuna eklenmiş ve laik cumhuriyet güvence altına alınmıştır. Ardından ise Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesi meselesi vardı. Bu kanun yürütmeye olağanüstü haklar verip, asıl amacı istenmeyen örgütlerin yasaklanması ya da ortadan kaldırılmasıydı. Ayrıca tek partili sistemin ilanının da kapısını aralıyordu. İsyan bastırıldıktan sonra Kürtler dillerinin yasaklanması ve yerlerinin değiştirilmesi gibi ağır cezalara çarptırıldılar. Takrir-i Sükûn Kanunu ayrıca iktidar dışındaki fikirleri susturmak için de kullanılmıştır. Birçok gazete kapatılmış ve gazeteciler hapishaneye atılmıştır. İhanet-i Vataniye Kanunu’na eklenen yeni madde ile parti programının din olgusunu savunur nitelikteki bir maddesi gerekçe gösterilerek II. Dünya Savaşı’nın sonuna dek Halk Fırkası’nın tek gerçek muhalefet partisi kapatılmıştı. Böylece Mustafa Kemal’in siyasal sahnede istediklerini yapması için yeterli alan oluşmuştur (Zürcher, 1994, s. 250).
“Eylül 1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldı ve Kasım ayında, Osmanlı erkeklerinin Sultan İkinci Mahmut’tan beri geleneksel başlığı fes yasaklandı ve yerini Batı tarzındaki şapka ya da kep aldı. Bu girişimler halkın inatçı direnişiyle karşılaştı. Tekke ve zaviyeler Müslümanların günlük yaşamında önemli bir rol oynamaktaydı ve şapkaya Hıristiyan Avrupa’nın bir simgesi gözüyle bakılıyordu. Bu direnişi bastırmada İstiklal Mahkemeleri kendisine düşen rolü oynadı. Takrir-i Sükun Kanunu gereğince yaklaşık 7500 kişi tutuklandı ve 660 kişi idam edildi” (Zürcher, 1994. s. 256).
Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasının ardından uzun bir süre yeni bir muhalefet partisi oluşmamış ya da oluşmasına izin verilmemiştir. Fakat 1930 yılına gelindiğinde devletçilik ve liberalizmin ekonomik tartışmalarının sürdüğü sıralarda, Mustafa Kemal yeni bir parti kurulmasını istemiştir. Bunu yapması için de liberal bir görüşü benimseyen aynı zamanda da Mustafa Kemal’in arkadaşı olan Fethi Okyar uygun görülmüştür. Ardından 1930 yılında Cumhuriyetin ikinci muhalefet partisi olan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kurulmuştur. Parti her ne kadar Mustafa Kemal kontrolünde kurulmuş olsa da TCF gibi o da kısa zamanda destekçi toplamış hükümetin bazı reformlarını eleştiren gösteriler düzenlemiştir. Ardından tehdit artınca parti kapatılmış önceden kazanılan belediye başkanlıkları da çıkarılan bir Danıştay kararıyla iptal edilmiş ve tam anlamıyla bir tek parti dönemi başlamıştır (Taşkıran, 1994, s. 265).
1.5 Cumhuriyet Halk Fırkası Tüzüğü
Mustafa Kemal, Millet Meclisi ona ilk danıştığı zaman Cumhuriyet Sistemini önerdiğinden halka dayalı bir yönetim şeklinden söz ediyordu. 1924 Anayasası’na göre de millet meclisi halk tarafından seçilen milletvekillerinden oluşmalıydı. Anayasaya bakıldığında da her şey olması gerektiği gibi gözüküyordu fakat bu pratikte öyle işlemiyordu. Meclis üyeleri partinin başkanı tarafından seçiliyordu ki partinin değişmez başkanı da aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal’di. Böylece Mustafa Kemal hem Cumhurbaşkanı, hem Değişmez Parti Başkanı hem de milletvekili idi. Tüm bunlara izin veren ise Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tüzüğü olmuştur. Böylece parti, dolayısıyla hükümet anayasa ile edinemediği hakları kendi tüzüğüyle edinebiliyordu. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın anayasa yerine tüzükten gücünü alarak hareket etmesine Şeflik Sistemi denmiştir. Yani aslında ortada Mustafa Kemal’in danışıldığında belirttiği gibi meclis üstünlüğüne dayanan parlamenter bir sistem, dolayısıyla da hükümeti denetlemesi gereken meclisin varlığı gibi bir durum yoktu. Bunun dışında anayasaya göre üstün bir role sahip olması gerekirken meclisin yaptığı şey hükümetin hareketlerini meşrulaştırmaktı. Mustafa Kemal her ne kadar, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” gibi halkın üstünlüğünü belirten söylemler dile getirmiş olsa da belki dönemin şartlarından belki de sadece öyle olması gerektiğinden halkın modernleşme adımlarının kararlarını kendi yönetiminde bir seçkinler grubu vermiştir (Koçak, 2009, s. 119). Bunun sonucunda Mustafa Kemal’in yönetim biçimindeki kontrolcü tutum ve tavır tekrardan göze çarpmış ve CHF Osmanlı kültüründen gelen muhafazakâr kültürü terk edememiştir. CHF ile muhafazakârlık genelde örtüşmez gözükmektedir ancak bunun nedeni dinsel geleneğin “muhafazakar” kavramını sahiplenmesi ve muhafazakar denildiğinde dinsel çağrışım yapmasındandır (Gökmen, 2006, s. 133).
1.6 Medeni Kanun ile Verilmeyen Siyasi Haklar
Bağımsızlık Savaşı’nda ve devletin kuruluşunda kadınların rolü azımsanmayacak derecede fazladır. 1924 Anayasası’nın ardından 1926’da ilan edilen Medeni Kanun ile birlikte kadınlar sosyal hayatlarında bir takım haklar kazanmışlardır. Fakat günümüzde bilinenin aksine, Türkiye’de kadınlara haklar, Avrupalı ülkelere göre erken verilmiş olmasına rağmen bu haklar hem ayrımcı hem de siyasal sahnede geçersiz olmuştur. Öyle ki Medeni Kanun ile verilen bu haklar 1924 Anayasası dolayısıyla bazen uygulanamıyordu. Ayrıca kadınlara haklar verileceği sıralarda araştırma yapılırken önce İsveç Modeli sunuluyor fakat sonrasında daha muhafazakâr ve erkek merkezli olan İsviçre Medeni Kanununa göre düzenleme yapılmıştır. Zaten Meclise girecek kişilerin seçimlerinin değişmez Genel Başkan kimliği ile Mustafa Kemal belirliyordu fakat bundan bağımsız olarak, kadınları genel olarak ehil olmayan, küçük ve niteliksiz görme ortamı hakimdi. Öyle ki The New York Times dergisi 1925 yılında 30 Ağustos ayındaki sayısında Mustafa Kemal’in Latife Hanımla boşanması ile ilgili; “Modern Türkiye’nin lideri eşinden modern olduğu ve erkeklerle aynı rolü üstlenmek istediği için boşanıyor” diye yazmıştır. (Sancar, 2012, s. 157). Ayrıca kadınların siyasal meseleleri üzerine bir takım yazıları kaleme alan Müfide Ferit de küçük görülmüş, kadınlara ısrarla annelik rollerinin önemi hatırlatılmış ve beklemeleri vurgulanmıştır. 1924 Anayasasındaki her Türk’ün seçme seçilme hakkına sahip olması üzerine de Türk kelimesinin yalnızca erkeklere vurgu yapıldığı dile getirilmiştir ve kadınların zaten ev reisi olan erkekler aracılığı ile oy verdikleri savunulmuştur. Daha öncesinde iste kadınlar siyaset sahnesinde yer almak için Türk Kadın Fıkrasını kurmuş fakat CHF’yi böleceği gerekçesiyle izin verilmemiştir. Sonrasında ise 1934’te yapılan bir düzenleme ile kadınlara istediği haklar veriliyor fakat bu zamanda da CHF’nin otoriter rejiminin ipleri elinde sıkıca tutması sebebiyle kadınlar çok aktif bir rol oynayamamış ancak 18 milletvekili kadın seçilmiştir (Sancar, 2012, s. 162).
2. Laiklik Kavramı
Laiklik, 1560’lı yıllarda kullanılmaya başlanmış ve günümüzde de geçerliliğini koruyan bir kavramdır. Kavramın etimolojik kökenine bakıldığında, Yunancada “halk” tan laikos ve Latincede laicus sözcüklerinden oluşan, “din adamı olmayan halk” anlamına laous sözcüğünden türetilmiştir (Kabasakal, 2020, s. 137). Temelde bakıldığında laiklik, sekülerizm gibi devlet ve dinin birbirinden ayrılmasını savunur fakat bunu farklı varsayımlarla gerçekleştirmektedirler. Laiklik kavramı, felsefi, hukuksal ve siyasal açılardan farklı anlamlara karşılık gelmektedir. Felsefi açıdan bakıldığında; inanç yerine sorgulanan bir aklın egemen olmasına tekabül etmektedir. Hukuksal açıdan, devletin din kurallarına dayandırılmamasıdır. Son olarak siyasal açıdan ise, egemen olan siyasi iktidarın herhangi bir dine güce dayanmamasıdır (Azak, 2018, s. 24). Kavram, 1789 Fransız İhtilali sonrası ortaya çıkan aydınlanmacı düşüncelerden sonra devlet ve dinin ayrılması için kullanılmıştır. Türkiye’de 20.yüzyılın başlarında Fransa’da çıkan aydınlanmacı düşünürlerden etkilenmiştir. Fransa’da “halka ait” ya da “din sınıfı dışındaki mensuplar” anlamına karşılık gelen kelime aranmış ve 1910’lu yıllarda Ziya Gökalp tarafından bu kelimeye atıfta bulunularak “dini-olmayan” anlamına gelen la-dini kelimesi kullanılmaya başlanmıştır (Azak, 2018, s. 30).
Laiklik kavramı, hukuk devletlerinde bulunan bir kavram olup, laik devletlerde resmi bir din bulunmamaktadır. Yani laiklik, kişilerin din ve vicdan özgürlüğünü koruyan ve bu özgürlüğünde devlet tarafından sağlanmasıdır. Laiklik, Fransız siyasal kültüründen etkilenerek diğer dillere geçmiştir. Bu yüzden de Türkiye’deki laiklik, Fransız deneyiminden ilham alınarak kendine has yerel bir formunu oluşturmuştur. Türkiye’de laiklik de Sünni geleneği üzerinden şekillenen dini politikalarla ilerlemektedir. Bu noktada Fransız tipi laiklik ve Türk tipi laikliğin de ayrıştığı görülmektedir. Laiklik, bu iki ülkede uygulama açısından farklılaşmaktadır. Hukuksal açıdan, Fransa’da din ve vicdan özgürlüğü rasyonel bir araç iken Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünü sınırlayan bir araçtır (Kabasakal, 2020). İdeolojik açıdan ise Fransa’da aktif bir laiklik varken Türkiye’de oldukça pasif laiklik anlayışı görülmektedir. Yani Türkiye’de uygulanan laiklik politikaları din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından çok devlet kontrolünde bir İslam anlayışına karşılık gelmektedir. Bu bağlamda da Fransız tipi laiklikten farklılaşmaktadır çünkü Türkiye ile kıyaslandığında dinin siyasal alandaki etkisinin çok daha az olduğu görülmektedir. Fransa’da din üzerinde egemenlik kurmaya çalışan bir devlet yapısı yoktur ve kilisenin işlerine de karışmamaya özen gösterilmektedir.
2.1 Tek Parti Döneminde Laiklik
Tek parti döneminden önceki döneme bakmak dönem içindeki reformlarının ilk ayağını öğrenmek açısından önemlidir. 1913 sonrasına bakıldığında toplumsal bir değişim görülmektedir. Burada yapılan reformlar toplumu kültürel olarak değiştirmenin ilk ayağıdır ve bu dönemde en önemli reformlar laikleşme ve sekülerleşme üzerinedir. 1916 yılında Şeyhülislam görevinden alınmıştır. 1917 yılında Şer-i olan mahkemeler seküler olan Adalet Bakanlığına bağlanmıştır. Özetle, dini kuruların otoritesi azaltılıp seküler kurumlara bağlandığı söylenebilir. Burada ön plana çıkan isim Ziya Gökalp’tır. Gökalp’ın öne sürdüğü fikir, her milletin bir kültürü olduğu ve ayrıca ait olduğu bir medeniyet olduğunu söylemektedir. Türk kültürünün oldukça güçlü olduğunu ama bu kültürün ait olduğu medeniyet yüzünden sıkıntılar yaşadığını söylemektedir. Bu yüzden de Osmanlı’nın Arap İslamiyet’inden alınıp Batı medeniyetine geçirilmesini öne sürmüştür. Bu düşünce 1923’teki politikaları şekillendirmiştir (Parla, 2017, s. 45)
Bu tarihsel arka planla 1923’e gelindiğinde uzun süren savaşlardan dolayı halk sürekli siyasal, ekonomik sıkıntıların içindeydi. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ndeki bütün mal varlıkları devralması ve Mustafa Kemal’in biraz daha otoriter bir yönetim sergilemesi yeni kurulan meclis içinde de muhalif seslerin yükselmesine sebep olmuştur (Ahmad, 2019, s. 68).
Gerek halktan gerekse meclisin içinden bu otoriter politikalara tepkiler gelmiştir. Halk durumdan hoşnutsuzdu çünkü kuruluşundan itibaren geleneklerin ve kültürün batıya entegre edilmeye çalışılması bazı kesimler tarafından hoş karşılanmamaktaydı. Bakıldığında, din ile çok yoğun bağ kuran ve İslami kimliğinin aşınmasından endişe taşıyan halka, batıcılığı otoriter bir şekilde benimsetmek kolay olmamıştır. Aynı zamanda, yapılan değişikliklerde laiklik açısından önemliydi. Çünkü laiklik reformları en ciddi şekilde burada görülmektedir. 1924’te halifeliğin kaldırılması, günlük yaşamı etkileyen dinin yerelde ilişkisinin kesilmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde devlet, dini kimliğinden sıyrılmıştır. Halifeliğin ardından Evkaf ve Şer’i ye Vekâletinin kaldırılması ve yerine Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kurulması da dinin devlete araçsallaştırılması açısından önemlidir (Zürcher, 2020, s. 209)
Tevhid-i Tedrisat Yasasının kabulü de eğitimde kurumların birleştirilmesi ve medreselerinin kapatılmasını sağlamıştır. Bu da eğitimde dinin rolüne son verilmesidir. 1924 Anayasası’nın kabulüyle de din, devlet tarafından kontrol altına alınmış ve 1937 yılında, “Türkiye laik bir devlettir” maddesi anayasanın içerisine girmiştir. Bununla birlikte Türkiye’de din, devlet işlerinden ayrılmamış aksine devlete araçsallaşmıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, halk açısından en büyük tepkiyi oluşturan değişim süreci olmuştur çünkü sosyal örgütlenme aracı olan tekke ve zaviyelerin kapatılması halkın, sivil toplum unsurlarının zedelenmesine yol açmıştır. Aynı şekilde eskiye ait bazı sembollerde yasaklanmıştır. Örneğin, fes yerine şapka zorunlu haline getirilmiştir. Bu da halkın gözünde Hıristiyanlık simgesi olan şapkanın zorunlu hale getirilmesidir. Tabi bu durumda halkın Kemalist laik rejime bakışını değiştiren bir unsur olmuştur. En önemli değişiklik ise Latin Alfabesinin kabulüdür çünkü geçmişle olan bağların ortadan kaldırılması ve yeni bir geçmiş yaratma çabasıdır. Son olarak, 1926 yılında şeriat tamamen kaldırılmış ve yerine İsviçre Medeni Kanunu ve İtalya Ceza Kanunu getirilmiştir. Genel olarak baktığımızda, Türkiye’nin kurucuları, din öğelerini kaldırıp daha seküler bir toplum yaratmaya çalışmıştır. Fakat bunun kontrolsüzce ve dini, karşıt bir güç gibi kurgulayarak yapılması rejimin halk tarafından kabulünü zorlaştırmıştır. Ayrıca halkın uzun süredir bir savaşta olması ve ekonomik olarak yıpranması meşruiyetin sorgulanmasına sebep olmaktaydı (Zürcher, 2020, s. 215).
2.2 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Kapatılması
1923’te feshedilen meclis yerine yeniden seçimlere gidilmiş fakat yeni meclise ikinci gruptan olan muhalif seslere yer verilmemiştir. Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm ve süreçler yeni meclisin içerisinde de muhalif seslerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. En sonunda yükselen yeni muhalif sesler, 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdu. Bu fırka, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın radikal ve merkeziyetçiliğin karşısında Batı liberalizminden etkileniyor ve laik milliyetçiliği savunuyordu. Fakat çok fazla hâkimiyet gösteremeden Şeyh Sait İsyanından sonra Takrir-i Sükûn kanunuyla kapatılmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 3 Haziran’da hükümet tarafından kapatılmıştır. Kapatılmasının nedeni olarak da parti üyelerinin Şeyh Sait İsyanını desteklemesi ve dinin siyasal alanda kullanarak istismar edilmeye çalışılması öne sürülmüştür. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, siyasal ve ekonomik açıdan bunalmış halk için bir sığınak görevi göremeden kapatılmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, laiklik tartışmaları için oldukça önemlidir. Çünkü toplumun rejime uzaklaşmasının ilk ayağını oluşturmaktadır. Nitekim, Erken Cumhuriyet döneminde halk Kemalist laiklik ideolojisini benimsemede zorlanmıştır ve bu fırkada bunun en büyük örneğini oluşturmuştur. Terakkiperver’in kapatılması halkı rejime uzaklaştırırken diğer taraftan da Kemalist laik karşıtı muhalif hareketleri beraberinde getirmiştir.
2.3 Kemalist Laiklik İdeolojisine Karşı Muhalif Hareketler: Menemen Olayı
Menemen Olayı literatürde “gerici ayaklanma” ya da bir “irtica hareketi” olarak görülmektedir. 1925 Kürt İsyanı’ndan sonra yapıldığı gibi Menemen Olayında da halka irtica korkusu aşılanır. İki olay farklı içeriklere sahip olmalarına rağmen Cumhuriyet rejimine karşı gelişen reaksiyonlar kalkışmalar olarak algılanır. Ortak nokta olarak, “cahil halkın, özgürlüğü istismar eden yobaz din adamları tarafından silahlı isyana teşvik edilmeleridir” (Azak, 2018, s. 65). Menemen Olayı, Nakşibendî tarikatına mensup Derviş Mehmet adlı kişi ve yanına topladığı halk ile Menemen’e gelmesi ve din uğruna hareket ettiklerini söyleyip ayaklanma çıkarmaları ile gerçekleşmiştir. Bu sırada ayaklanmayı önlemeye çalışan öğretmen asteğmen Kubilay’ın başı kesilerek şehit edilmesi şeklinde anlatılmaktadır.
Menemen Olayı’nın önemi, bütün ülkede CHF ve Türk Ocakları’nın yerel örgütleri tarafından düzenlenen tören ve gösterilerde irticaya karşı bir Cumhuriyet sembolü olarak anılır. İsyancılar tarafından başı kesilerek öldürülmesi, ülkenin ilerleme mücadelesini sabote eden düşmanın zalimliğinin kanıtı olarak sunulur (Azak, 2019, s. 75). Nitekim devlet bu olayı laik rejime halk desteği sağlamak için kullanmıştır. Fakat olayın diğer önemi ise Kemalist laiklik ideolojisine karşı muhaliflerin olduğunu göstermesidir çünkü halkın sessizliğinden muhaliflerin olmadığını düşünen Kemalist rejim bu olayla birlikte halkın tepkisi görmüştür. Reformları anlamayan ve dinin tehlikede olduğu fikrinde olan köylü halk devlete karşı tepkili ve isyana meyilli bir haldedir.
2.3.1.Ezanın Türkçeleştirilmesi
Arapça okunan ezan 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Türkçe okunmaya başlamıştır. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle beraber Türkçe ezana son verilmiştir. Kemalist laiklik ilkesine ihanet olarak görülen karar laiklik tartışmalarında önemli bir yere sahiptir.
Türkçe ezan, 1930’lu yıllardan beri tartışılan laiklik söyleminin nasıl şekillendiğini göstermesi açısından önemlidir. Ezanın Türkçeleştirilmesi 19. ve 20. yüzyıla kadar uzanan ve bugün hala tartışılan bir konu olarak literatüre geçmiştir. Bu konunun önemi, Batı Hıristiyanlığındaki reform sürecinden geçmeyen İslam ülkeleri açısından Arapça dilinin kutsallığı nedeniyle bir tehdit algısı olarak görülmüştür (Azak, 2019, s. 111). 1932’de başlayan Arapça ezan yasağının arka planında 2. Meşrutiyet dönemi Türk ideologlarının fikirleri vardır. Yani Türkçe ezan uygulaması, milliyetçi bir din anlayışı için İslam’ı laiklik söyleminin içine entegre etme çabası olarak görebilmektedir (Azak, 2019, s. 121).
Batı’da din reforma tabi tutulmuştur. İslam’da geç kalmış olan din reformunu gerçekleştirme yolunda bir adım olarak ezan Türkçeleştirilmiştir. Bu bakış açısına göre İslam’ı reforma tabi tutmak ve millileştirmek devletin görevidir (Azak, 2019, s. 146). Fakat öbür taraftan da Türkçe ezan uygulaması Türkiye’de laikliğin ilk kez sistemik ve eleştirmesini ortaya çıkarmıştır. Ali Fuat Başgil “Din ve Laiklik” kitabında “ibadet serbestliği” ni bireyin temel hakkı olarak almaktadır ve ibadetin diline devletin karışma hakkı olmadığını ileri sürer (Bora, 1998, s. 94). Bu durum da laiklik tartışmaların iki ayağını oluşturan bir örnek olarak alınan bir olgudur.
2.3.2. Ayasofya’nın Müzeleştirilmesi
“Bizans İmparatoru İustinianos tarafından, imparatorluğun ihtişamını ve ilahi gücü yansıtmak üzere yaptırılan ve 537 yılında ibadete açılan Ayasofya Kilisesi, 9 yüzyıl boyunca Doğu Hıristiyanlığının merkeziydi. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun merkezi kilisesiydi burası. Osmanlı İmparatorluğu ise 1453’ten itibaren aslında bu ihtişamı kendi imparatorluğu ve İslâm adına devraldı. Sonraki 481 yıl boyunca Ayasofya imparatorluk camii olarak kullanıldı” (Azak, 2020, s. 130). Ayasofya 1934 yılında müzeye dönüştürülmüştür. Ayasofya’nın neden müzeleştirildiği ve nasıl bir mesaj içerdiği bakımından laiklik tartışmaları içerisinde yer almaktadır.
Ayasofya, hem Hıristiyanlık hem de Müslümanlık açısından önemli bir değere sahiptir. Dolayısıyla tam da bu yüzden Ayasofya’nın müzeleştirilmesi laiklik politikası açısından değerlendirilmelidir. Ayasofya’nın müzeleştirilmesi bir taraftan İslami değerlere yapılan müdahale olarak görülse de öteki taraftan da Batı ile olan entegre uyum süreci için büyük bir adım olarak görülmektedir. Çünkü Ayasofya, sadece Türkiye’yi değil tüm dünyada önemli kimliksel öğeler barındıran bir öğe olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, İslam medeniyetinden çıkıp Batı medeniyetine yönelme arzusu içermektedir. Bunu da Osmanlı İmparatorluğu boyunca cami olarak kullanılan Ayasofya’nın müzeleştirilerek “ilim müessesesi” haline getirerek yapmışlardır. Ayasofya örneği, Arap medeniyetinin İslam’ı terk edilerek daha milli bir din bütünlüğü sağlanmasını gösteren diğer bir olaydır. Fakat bir taraftan Batı’ya entegre sağlanmaya çalışılırken diğer taraftan da büyük bir tepki oluşturmuştur.
“Hıristiyan Batı karşısında Müslüman Türk’ün gücünün ve zaferinin sembolü olarak görülen Ayasofya’nın müzeleştirilip evrensel bir kültür mirası haline getirilmesi, milliyetçi-muhafazakârlar tarafından İslam’a ve Türklüğe hep bir ihanet olarak görüldü.” (Azak, 2020).
2.4 Laiklik İdeolojisi ve Mustafa Kemal
Mustafa Kemal ve hükümetinin yaptığı reformların en karakteristik unsuru olan laiklik hamlesi 3 ayrı alanda kendini göstermiştir. Bunlar: devlet, eğitim ve hukuktur. Bu alanları laikleştirmek ve bunların yerine Batı uygarlığına entegre olma amacı vardı (Zürcher, 2017, s. 221). Kemalist laiklik ideolojisi radikal bir söylem içerisinde olmamıştır, onun yerine Batı’yla uyumlu milli bir din yaratma ve toplumsal laikleşme amacını gütmektedir. Kaldı ki din, Türk toplumunun yaşamında her zaman önemli bir yer tutmuştur. O nedenle, ulusal kurtuluş mücadelesi sırasında Mustafa Kemal de İstanbul hükümetleri de dinin toplumdaki rolünü dikkate alarak hareket etmeye çalışmışlardır (Uyanık ve Kara, 2016, s. 5-6).
Mustafa Kemal, laiklik ideolojisini uygularken dine karşı bir ideoloji gibi anlaşılmamasına dikkat etmiştir. Fakat diğer yandan da İslam’ın karşısında oluşabilecek tüm reaksiyon hareketlerinin önünü kapatmıştır. Dolayısıyla Türkiye’de laiklik, İslam dinini esas alarak şekillenmiş ve reformlar bu anlayış üzerinden yürütülmüştür. Bu durumda Kemalist laiklik kavramın daha dini araçsallaştırmasına sebep olmuştur.
Sonuç
Düşünülenin aksine Türkiye’nin ilk modernleşme (Batılılaşma) süreci Mustafa Kemal ile başlamamıştır. Her ne kadar M. Kemal’in izlediği kadar sert bir geçiş süreci sayılmasa da daha öncesinde Abdülmecit döneminde ilk modernleşme hareketleri Tanzimat Fermanı ile başlamıştır. Ardından ise Jön Türkler ile Osmanlı İmparatorluğu’nun son modernleşme adımları atılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması, halifeliğin kaldırılması ve Cumhuriyetin ilan edilmesi ile birlikte Mustafa Kemal önündeki engellerin birçoğunu kaldırmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılılaşma manasındaki reformlarını başlatmıştır. Daha sonra karşısına çıkan muhalefet partiler ve bazı ayaklanmalar gibi durumlardan zaten kontrolünde olan meclis ile birlikte bazı katı kanunlar çıkartarak, kurtulmuş ve siyaset sahnesindeki tek kişilik yerini sağlamlaştırmıştır. Tek Partili süreçteki Türkiye Cumhuriyeti, belki de Mustafa Kemal’in olması gerektiğini düşündüğü halden çok daha farklı bir hâl almıştı. Bunu sebebi belki dönemin şartları, belki de bulunduğu coğrafyayı siyasal mirasından arındırmak için yapılması gerekenlerin sonucuydu. Yazının ikinci kısmında ele alınan laiklik ideolojisi de Erken Cumhuriyet dönemiyle kendini göstermeye başlamıştır. Fakat halkın bunu benimsemesi için ortam oluşmadan yapılan köklü değişiklikler toplumda rejime karşı uzaklaşmayı da beraberinde getirmiştir. Özellikle halifeliğin kaldırılması, ezanın Türkçeleştirilmesi ve Ayasofya’nın müzeleştirilmesi gibi konularda atılan ciddi adımlar Batılılaşma sürecinin bir sonucuyken diğer yandan da halkın muhalefetini oluşturmaktaydı. Dolayısıyla laiklik ideolojisi dini tamamen kamusal alandan çıkarmasa da onu kontrolü altına alması ve daha dar bir alanda uygulanmasını sağlaması o dönemde kendini Müslümanlıkla tanımlayan halk açısından olumlu tepkiler doğurmamıştır.
Özge Mine ŞAFAK
Yiğit KURNAZ
Türk Siyasi Tarihi Staj Programı
KAYNAKÇA
Ahmad, F. (2015). Modern Türkiye’nin Oluşumu. İstanbul: Kaynak Yayınları.
Akgün, S. (1980). Türkçe Ezan. DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, 13(24), 105-113.
Azak, U. (2019). Türkiye’de Laiklik ve İslam. İstanbul: İletişim Yayınları.
Demirci, H. A. (2008). Tek Parti Rejimleri ve İttihat ve Terakki Tecrübesi Işığında Atatürk’ün Düşünce ve Aksiyonunda Parti-Bürokrasi İlişkisi. Türkiye’nin Demokrasi Tarihi Özel Sayısı (Demokrasi Platformu), 4(14), 125-140.
Demirtaş, B. (2007). Jön Türkler Bağlamında Osmanlı’da Batılılaşma Hareketleri. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8(13), 389-408.
Erdoğan, C. (2017). Tek Parti İktidarı Döneminde (1923-1950) Cumhuriyet Halk Partisi’nin İdeolojik Değişim ve Dönüşüm Sürecinin Çözümlenmesi. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10(51), 272-279.
Kabasakal, M. (2020). Türkiye’de Demokrasi Sınavı. İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
Kara, H. (2017). Tek Parti Dönemi Din Politikası (1923-1946). Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9(19), 111-136.
Koçak, C. (2009). Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedi/Milli Şef. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 2 / Kemalizm içinde (s. 119-137). İstanbul: İletişim Yayınları.
Oran, B. (2020). Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar. İstanbul: İletişim Yayınları.
Ökmen, Ö. (2003). Tek Parti Dönemi Cumhuriyet Halk Partisi’nde Muhafazakâr Yönelimler. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 5 / Muhafazakârlık içinde (s. 132-153). İstanbul: İletişim Yayınları.
Örmeci, O. (2010). Jön Türkler, İttihat ve Terakki. Tarih Okulu, 95-109.
Öymen, A. (2020). Değişim Yılları. İstanbul: Doğan Kitap.
Parla, T. (2016). Türkiye’de Anayasalar: Tarih, İdeoloji, Rejim. İstanbul: Metis Yayınevi.
Parla, T. (2017). Kemalist Tek Parti İdeolojisi ve CHP’nin 6 Oku. İstanbul: Metis Yayınevi.
Sancar, S. (2014). Türk Modernleşmesi’nin Cinsiyeti. İstanbul: İletişim Yayınları.
Söğütlü, İ. (2010). Jön Türkler ve Türkiye’nin Batılılaşması. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11(1), 1-28.
Taşkıran, D. C. (1994). Atatürk Döneminde Demokrasi Denemeleri 1925-1930. Atatürk Yolu Dergisi, 4(14), 255-265.
Uyar, H. (2000). 1923’ten Günümüze CHP Tüzükleri Üzerine Genel Bir Değerlendirme. İstanbul: TÜSES Yayınları.
Uzun, H. (2010). Tek Parti Döneminde Yapılan Cumhuriyet Halk Partisi Kongreleri Temelinde Değişmez Genel Başkanlık, Kemalizm ve Milli Şef Kavramları. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 9(20), 233-271.
Zürcher, E. J. (2015). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları.