Tanrı Öldü, Yaşasın ABD!

Nietzsche’nin “Gott is tot” (“Tanrı öldü”) diyeli bir asırdan fazla oldu. Filozof bu ifadeyi kullandığında sevinç çığlıklarıyla kutlamıyordu. İbareyi onun nihilizmine atfen kullanan ve hatta suiistimal edenler çok oldu. İbare eksik olarak, ancak sibakından bağımsızlaşınca bu yorum haklılık kazanıyor. Nietzsche aslında bizzat Hıristiyanlığın nihilist olduğuna inanıyordu. Hâlbuki bu ilk defa The Gay Science’da, sonra “The Madman” de ortaya çıkan, Thus Spoke Zarathustra ile şöhrete ulaşan bu ibarenin anlamı siyakı ve sibakı içinde daha farklı olarak ortaya çıkmaktadır:

“Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan düşmüyor muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz? Hâlâ bir yüksek ve alçak kavramı var mı? Sonsuz bir hiçlik içinde aylak aylak dolaşmıyor muyuz? Yüzümüzde boşluğun nefesine duyumsamıyor muyuz? Hava şimdi daha soğuk değil mi? Geceler gittikçe daha fazla karanlıklaşmıyor mu?”

İşte bunları sıraladıktan sonra Nietzsche o aforizmayı telaffuz ediyor: “Tanrı öldü. Cansız yatmaktadır. Ve onu biz öldürdük.” Ardından, öldüğünü ifade ettiği Tanrı sonrasında insanların ıstıraplarının çoğalmasına işaret etmektedir. Geldiği gelenek itibariyle Nietzsche, hem İsa’nın, “Tanrı ve Tanrının oğlu” olan İsa’nın, çarmıhtaki haline telmihte hem de önceleri “Varlığın Harika Zinciri” teorisine atıfta bulunmaktadır. Malum olduğu veçhile, Newton fiziğinde, aslında Tevrat’ta olan, Tanrının evreni yarattıktan sonra, bir tür istirahata çekilme hadisesi var. Newton’un algısına göre, Tanrı dünyayı kurduktan sonra gerisini halletmeyi insanlara bırakmıştır. Nietzsche Tanrının dünyadan “çekilmesini” bu anlamda ifade etmektedir. Tanrıdan boşalan alanın kimler tarafından doldurulduğunu anlamanın sancısını çekmektedir.

Modern çağların filozofu elbette ki önceki dönemlerden farklı yaklaşıyordu konuya. Onun benzeri bir sancıyı, Tanrıyı yeniden tarihte görmek isteğiyle Kierkegaard yaşamıştı. Sartre ile gelen “tiksinti” Tanrıdan kurtulmanın getirdiği bir rahatlamadan çok, adil bir Tanrı’nın Godot’ya dönüşmesine benzer bir hayatta anlam arama ve bulamama hissidir.

Ortaçağ’da ise Tanrı algısı farklıydı. Tanrıdan başlayarak en “alt” varlık katmanlarına kadar inen bir hiyerarşi doğrultusunda, yine Tanrıyı temsilen Kiliseyle hayatın her alanını yönetme gayretinde olmuş, Kilisenin kendisi Tanrısallaşmıştı bir bakıma. Sonraki dönemlerde, Haçlılığın iflası, sekülerleşme girişimleri, iktidarın, asırlar içinde feodalite-aristokrasiye, küçük tüccar ve burjuvaya ve sonra sanayileşme ve kolonileştirmenin ortaya çıkardığı kesimlere geçmesi, daha önceleri “Manifest Destiny” (Tanrının tecelli ettiği bir tarihsel kader) türünde Tanrının tarihteki olaylara doğrudan müdahil olmasını bekleme geleneği ve bunun olmadığını görmekle ortaya yayılan şüphecilik, Rönesans dönemindeki akılcı şüpheleri de aşarak, Kudret sahibi Tanrı kavramından kudret sahibi kapitalist, kolonist ve insanı Tanrılaştırmaya götüren (eski Mısır ve Antikite kültürlerinde de olan bu) sürece seri üretim, seri katliam, seri neşriyatın da katkıları oldu.

“Karanlık Çağlar” Kilise+Tanrı iken, Rönesans insan-Tanrı eksenine oturmuş, önceki dönemin baskıcı unsurlarını ayıklamaya çalışmıştır. Bu çatışma aslında hiçbir zaman itidalle yaklaşamadığımız, kimimizin aşkının, kimimizin nefretinin zirvesi olan kültürel kitlenin tahterevalli mantığının yansımasıdır. Yani birlikte yaşamaya tahammül başka hayatları hoş görme yerine ya ben ya diğeri mantığının gereği olarak “ben”in yukarıda olması için diğerinin aşağıda olması. Sonuç daha miladi 2. yüzyılda metni ve doktrini sorgulanan Hıristiyanlığın reform hareketleriyle dağılması olmuş, Haçlı Seferleriyle gelen çıkar temelli birliktelikler, sonraki dönemlerde milli dillerin ağırlık kazanmaya başlaması ve adeta yani birer din haline gelen ve Katolik ve Ortodoks geleneğine kafa tutan yeni mezheplere ve yüzlerle ifade edilebilecek kilise farklılıklara yol açmıştır. Bu farklılıklar Avrupa sonra Amerika’daki katliamların meşrulaştırmasında bizzat din ve dini otoritelerin kullanılmasını da beraberinde getirdi.

Hegel’in (1770-1831) sentezci mantığı da gerçek anlamda bir idealist diyalektiği ne Batı’nın kendi içinde ne de Doğu’yla Batı arasında eşit temsil hakkı doğrultusunda oluşmamıştır. Çünkü kutsal Roma İmparatorluğu dağılmış, Doğu’daki uzantısı da Müslüman Türklerce zapt edilmişti. Bu dönemlerde laikleşme sürecine girmiş olsa da, Batı ülkeleri bugün Avrupa birliği patentiyle tekrar diriltmeye çalışılan Kutsal Roma İmparatorluğu’nun milli temsilcileri gibi davranmaktan, politik endişeleri ağır bastığı zamanlarda Hıristiyan kimliğini öne çıkarmaktan hiç geri durmamıştır.

12-13. yüzyıllardan itibaren ortaya çıkmaya başlayan şövalye hikâyeleri, Şarlaman, Kral Arthur ve Şövalyelerine dair Fransız ve İngiliz ekolünden, Nibelungelied gibi Alman ekolünden, Saraçini diye ifade edilen İtalyan ve İspanyol ekolünden miras kalan İslam’ı öcü, Müslümanları gulyabani olarak algılayan Avrupa edebiyatında sıkça yazılan ve günümüzde modern sinemaya yansıyan vampir hikâyeleri, Hıristiyan dünyasındaki toplumsal şuuraltından uluslararası politikalara kadar uzanan bir tayf içindeki ana leitmotiflerdir. Üstelik bu 15. yüzyıldaki Endülüs’teki Müslüman ve Yahudi katliamı tehciri ve zoraki irtidatlara 16. yüzyılın sonlarından itibaren duraklama ve 19. yüzyıldan itibaren de çöküş sürecine giren Osmanlı’nın zafiyetlerine rağmen olmuştur. Ve Osmanlı Batı’nın daha ne olduğunu anlamadan başının tacı yapmıştır.

Aslında 19. Yüzyıl Batı toplumlarında egemen sınıflar için sanayileşmenin getirdiği bir maddi refah, vahşi kapitalizmin pençesinden kurtulamayan iktisadi, içtimai ve siyasi olarak altta yer alan gruplar için bir hüsran dönemi oldu. Bu dönem bilimlerin tasnifinin yapıldığı ve felsefenin vesayetinden çıkmaya başladığı deneycilik ve laboratuar bilimlerinin hakikatin tek müessesesi olduğunun umumi kabul gördüğü bir dönemdi.

Her ne kadar Amerika ve İngiltere’de Yeniden Uyanma veya Viktorya dönemi ahlakı diye adlandırılan dini tepkiler olmuşsa da, genel manada 19. Yüzyıl üç ana fikir akımıyla sarsıldı: Darvincilik, Markçılık ve Freudçuluk. Her üç akımda bilim adına ortaya çıktılar. Darvin bir natüralistti, Marks sosyologdu, Freud (1856-1939) her türlü bilimsel, edebi, mitik veriyi, kendi teorilerini güçlendirmek veya teşvik etme iştiyakıyla kavrulan bir nörolog psikiyatrist.

Hiçbirinin de ortaya attıkları fikirler kendileriyle var olmamıştı. Charles Darvin 1859’da Türlerin Menşei adlı eserini yayınladığında kendinden önceki bir literatüre dayanıyordu. Bu anlayışıyla o 16 ve 17. Yüzyıllardaki Kopernik, Newton ve Galileo’nun başlattıkları hakikati müsebbipte değil de sebepte gören ampirik gelenekten tabiatçı görüşün devamıdır. William Paley’in Tabiat Teolojisi‘nin (1802) de takipçisidir. Darvin tabiat hadiselerini gözlemledikten sonra “Evraka” hezeyanlarıyla insanlar arasında da hayvanlarınkine benzer bir tekâmülün olduğu ve güçlü olanın yaşadığı, olmayanların ise ya yok olduğu ya da yaşamayı mümkün kılan bir tekâmül tüneline girdiğini ifade ediyordu.

Fakat Darvin Hıristiyanlık öğretisinin kurumsallaştırdığı “Varlığın Yüce Zincirini” kırmayı başarmıştı. Netice itibariyle insan Yehova’nın Eski Ahit’te hem de “kendi suretinde yarattığı” dünyaya hâkim olacak bir varlık değil, zamanın elinde yoğrulmuş tesadüflerle şekillenmiş diğer hayvanlardan biraz farkı olan, ama herhangi ilahi menşei olmayan, alet kullanan bir biyolojik mekanizmaydı. Bu bakımdan Darvin, sanatla Sanatkâr’ın irtibatını koparan bir köşe taşı olup, hem insan iradesini hem de onu yaratan iradeyi sıfırlayan bir konumdadır.

Friedrich Nietzsche (1844-1900)’nin ilan ettiği “Tanrı öldü” hükmüyle birleştirince, Yahudi-Hıristiyan (YH) geleneği temel öğretisini kaybetmiş oluyordu. Nietzsche’ye göre, Yahudilik kıskançlık esasına dayalı bir “esaret ahlakı” içeriyordu. Hıristiyan ahlakı ise zayıfların ahlakıydı çünkü sadakat fakirlik ve tevazuu fazilet gibi sunuyor ve mücadele yerine tokat yediği zaman “diğer yüzünü çevir” diyor, iradeyi ortadan kaldırıyordu. Madem Tanrı ölmüştü o halde Übermensch, kendi iradesini ilahlaştıran bir (Süpermen) olacaktı. Ve o Süpermen Amerika oldu. Bizler Tanrı’yı bekliyoruz Ford’un “T modeli”nden beri. Ya dünya İsevileşti sağdan tokat geldikçe sol yanağı çeviriyor ya da ABD tanrılaştı…

 

Metin BOŞNAK

 

http://www.gazeteport.com.tr/YAZARLAR/NEWS/GP_898669

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...