Tarihin her döneminde otoriter yönetimler varlıklarının devamı için kendi halklarını karşılarına almaktan çekinmemiştir. Demokrasi düşüncesinin yaygın olmadığı dönemlerde mevcut iktidarlar, varlıklarını muhalif kesimleri genellikle kanlı bir şekilde susturarak koruma yoluna gitmişlerdir. Özellikle 16. yüzyıl Avrupa’sında yaşanan mezhep çatışmaları muhalifleri yok etmenin en pratik yol olarak görüldüğünün kanıtı niteliğindedir.
Lakin tarih 1648’i gösterdiğinde 30 Yıl Savaşları’ndan bitkin bir halde çıkan devletler, var olan muhalif grupları istemeyerek de olsa tanımak zorunda kalmıştır. Bu durum muhalifleri kanlı bir şekilde susturmak düşüncesini tamamen ortadan kaldırmamış olsa bile karşıt görüşe sahip grupların bir takım önemli haklar elde etmesini sağlamıştır. İlerleyen yıllarda ise yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen demokrasi ve insan hakları gelişmeye devam etmiş ve Avrupa bugünkü görkemli demokrasisini kurabilmiştir.
Demokratik olsun ya da olmasın bütün yönetimlerin en önemli özelliği meşruiyettir. Meşruiyet kavramı genel itibariyle “yasallık” anlamına gelir1. Ünlü sosyolog Max Weber ise meşruiyeti “yönetme hakkı”na olan inanç olarak ele almaktadır.2 Meşruiyetin yani yönetme hakkına olan inancın kaybolması halinde mevcut halk kitlesi ya iktidar sahibini seçimle veya zor kullanarak değiştirme yoluyla var olan rejime dokunmadan siyasi bir “evrim” gerçekleştirir ya da var olan siyasal düzenin bütün felsefesini ve kurumlarını şiddet yoluyla yok ederek “devrim” yaparlar. Bugün, yazımızın da konusunu oluşturan, Arap Baharı sürecine baktığımızda meşruluğu tartışılmaya başlanan “tek adam” yönetimlerinin örgütlenmiş geniş halk kitlelerince tek tek devrildiğini ve yeni demokratik siyasi rejimlere geçiş için çaba gösterildiğini görmekteyiz. Tunus’ta başlayan bu halk hareketlerinin son durağı olan Suriye ise çeşitli sebeplerden ötürü ayaklanmaların yaşandığı diğer Ortadoğu devletlerinden farklılık arz etmektedir.
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad tıp eğitimi almış ve Avrupa’yı tanıma fırsatı bulmuş bir devlet adamıdır. İktidara geldiği 2000 yılından itibaren emperyalizm karşıtı duruşu ile dikkatleri çekmiştir. Mamafih, Arap Baharı’nın domino etkisi Suriye’de hissedilmeye başlandığında Beşar Esad, tüm eğitimini ve birikimini bir kenara bırakmış ve yönetime karşı ayaklanan kendi halkını “bir avuç terörist” olarak görme yoluna gitmiştir. Lord Acton’ın şu sözü kendi halkına karşı “insanlık suçu” işlemeye başlayan Beşar Esad’ın durumunu özetler niteliktedir: “Her iktidar insanı bozar, fakat mutlak iktidar mutlaka bozar.”3
Girişte belirttiğimiz 16.yüzyıl Avrupa’sındaki iktidarların şiddet yoluyla muhalifleri ortadan kaldırma düşüncesinin genel olarak Ortadoğu’daki tek adam yönetimlerinde özel olarak da Suriye’de halen diri olduğunu görmekteyiz. Oysa demokratik teoride olsun, demokratik olmayan teoride olsun liderlerin ve elitlerin görevi yönetilenlere “hizmet etmektir”4. Esad ise iktidar koltuğunu bırakmamak için verdiği mücadelenin hırsıyla hizmet etmesi gereken halka zulmetmektedir.
Daha önceki Libya örneğine baktığımızda Kaddafi’nin yine şiddet yoluyla muhalifleri ortadan kaldırma yolunu seçtiğini görmekteyiz. Fakat Batı genel olarak bu duruma karşı tavır almakta gecikmemiş ve NATO hava kuvvetleri Kaddafi’ye bağlı güçleri bombalayarak muhalifleri olası bir kırımdan kurtarmıştır. Sonuç olarak da Kaddafi yine NATO’nun istihbaratı ve yardımıyla muhalifler tarafından yakalanarak linç edilmiştir. Aynı Batı, aynı mezalimin yaşandığını Suriye’de ise harekete geçmek niyetinde değildir. Gazi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Mehmet Şahin “Suriye denildiğinde İran’ı ve Rusya’yı konuşmaya başlıyorsunuz” diyerek aslında Batı’nın bu isteksizliğinin nedenlerine de açıklık getirmiştir.
Şubat ayında Arap Birliği’nin pek de yaptırım gücü bulunmayan Suriye’ye yönelik planı BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylamada Rusya ve Çin tarafından veto edildi. Esad ise konseyden çıkan bu “veto desteği” ile kendi halkına karşı giriştiği acımasız saldırılarına hız verdi. Suriye yönetimine karşı başlatılan direnişin sembolü haline gelen Hama ve Humus şehirlerinde insanlar keskin nişancılar yüzünden sokaklara çıkamaz duruma gelirken hemen yanı başındaki komşusunda yaşanan insanlık dramına sessiz kalamayan Türkiye’nin Esad yönetimine bakışı olumsuz bir şekilde değişmiştir. Bu şüphesiz ki Beşar Esad için büyük bir kayıptır fakat arkasına Rusya, Çin ve de İran’ın desteğini alan rejimin karşısında Türkiye’nin sesi pek yankı bulamamaktadır.
Türkiye, AKP hükümetinin iktidara gelişiyle -geleneksel barışçıl diplomasisinin temel özelliklerine uygun düşecek bir biçimde- daha proaktif bir dış politika izlemeye başlamıştır. Gerek yakın havzasında gerekse dünyanın daha uzak bölgelerinde var olan sorunlara yönelik yeni söylemler üreten5 bir ülke haline gelen Türkiye, uluslararası alanda yükselen bir güç olarak görülmüştür. Doğal olarak, bölgesel anlamda yükselen bir Türkiye, bölge üzerinde etkili olmaya çalışan diğer aktörleri de (İran ve Rusya) rahatsız etmiştir6. Bu rahatsızlık Türkiye’nin Suriye konusunda sesini kısan en önemli faktörlerden biridir.
Suriye konusunda Türkiye’nin hareket alanını kısıtlayan bir diğer önemli konu da ABD ve Avrupa’nın Beşar Esad’a karşı ortak ve somut bir politika geliştirememesidir. Gerek ABD gerekse Avrupalı devletler Esad’ın meşruiyetini yitirdiğinde hemfikir görünmektedir. Fakat ABD, 2012’nin seçim yılı olması, savaş yorgunluğu ve nükleer güç olma yolunda ilerleyen İran faktörü dolayısıyla elini taşın altına koymak istemezken7 Avrupa, enerji bakımından bağlı olduğu Rusya gibi bir dev ile karşı karşıya gelmek istememektedir. Başlarda bahsi geçen Suriye’deki olayların ayaklanma yaşanan diğer ülkelerden farklılık arz etmesinin nedenleri de bunlardır. Türkiye, durum böyle olunca Suriye’deki ateşi tek başına söndüremeyeceğinin farkında olarak Esad’a karşı güçlü adımlar atamamaktadır.
Sonuç olarak Suriye’de durum gün geçtikçe çıkmaza girmektedir. Esad arkasındaki Rusya, Çin ve İran desteğine dayanarak kendi halkına zulmetmeye devam etmektedir. Muhalifler ise Esad koltuğunu bırakıncaya kadar mücadelelerinden vazgeçmeyecek gibiler. Şu ana kadar askeri yöntemler iki taraf için de bir sonuç doğurmadı. Ne rejim devrildi ne de ayaklanma bastırıldı8. Bu bakımdan artık Suriye’de çatışmaların yerini müzakerelerin alması şarttır. Bu konuda da Türkiye’nin desteği ve yumuşak gücü bölgede akan kanı durdurmak için faydalı olabilir.
Türkiye genel itibariyle dış politikada askeri güç kullanmaktan yana olmayan bir devlettir. Türk hariciyesi Ortadoğu bataklığının ne olduğunu da çok iyi bilmektedir. Batılı basının ve devletlerin Suriye konusunda Türkiye’yi öne süren yaklaşımları ise kaygı vericidir. Türkiye’nin oynayacağı tahriklere ve de teşviklere aldanmayan, arabulucu bir rol Ortadoğu gibi bir bölgede izlenecek savaşkan politikalara göre daha fazla yarar sağlayacaktır.
Boran Karakaya
Gazi Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
KAYNAKÇA:
- Heywood, A. (2012). Siyaset. Adres Yayınları. s. 306
- Heywood, A. (2012). Siyaset. Adres Yayınları. s. 306
- Daver, B. (1993). Siyaset Bilimine Giriş. Siyasal Kitabevi. s. 137
- Daver, B. (1993). Siyaset Bilimine Giriş. Siyasal Kitabevi. s. 136
- Özcan, A. B. (2012). 21. Yüzyıl Türk Diplomasisi Üzerine Bir Değerlendirme. Ortadoğu Analiz, 4(38). s. 61.
- Özcan, A. B. (2012). 21. Yüzyıl Türk Diplomasisi Üzerine Bir Değerlendirme. Ortadoğu Analiz, 4(38). s. 61
- Aydıntaşbaş, A. (2012). Türkler Mars, Amerikalılar Venüs’ten. Erişim Adresi: https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/asli-aydintasbas/turkler-mars-amerikalilar-venus-ten-1503643
- Bayraktar, B. (2012). Esad’ın hdefi 2014’e kadar kalmak. Erişim Adresi: http://tr.euronews.net/2012/02/16/esadin-hedefi-2014e-kadar-kalmak/#.Tz1FiUlSnUw.twitter