2010 Kasım ayında Tunuslu üniversite mezunu işsiz bir vatandaşın kendisini yakmasıyla başlayan demokrasi mücadelesi, domino etkisi göstererek tüm Kuzey Afrika’ya ve Ortadoğu’nun önemli ülkelerine sıçramış bulunmaktadır. Olayların dağılımı önceleri büyük bir halk ayaklanması şeklinde olmuştur. Nitekim olayların başladığı çoğu ülkede diktatörler devrilmiş ve halk meclislerince yönetimler kurulmaya çalışılmıştır. Ancak her ülke için bunu söylemek zordur. Bazı ülkeler ise önceki konumlarından daha vahim ve zor durumlardadır. Olayların ilk başladığı ülkelerden Libya bunun somut örneğidir. 42 yıllık lider Kaddafi’nin devrilmesinin ardından beklenen olmamış, halk meclislerinin yönetimi yerine, iç karışıklıklar çıkmış ve neticesinde ülke büyük bir iç savaşa, aşiret kavgalarına teslim olmuştur. Benzer bir durum bu çalışmanın da temel konusu olan Suriye’de de bulunmaktadır.
Suriye’de on yıllardır yönetimde bulunan Baas partisi yönetimi, olaylar başladığında, kendisinin de bu olayların içine girebileceğini kavrayamamış gözükmektedir. Her ne kadar şu an ki devlet başkanı Esad ilk olaylara tepki olarak, reformların gerçekleştirileceğini taahhüt etmiş olsa da, bu reformlar asla gerçekleşmedi. Aslında tüm dünyanın tavrı Suriye’de olaylar başladığından beri Esad karşıtıydı. Belki de Suriye yönetimi bunu görerek reform yapacağını söyleyip, devamında reform adına herhangi bir girişimde bulunmadı. Diğer ülkelerden farklı olarak Suriye, ABD ve Avrupa ülkelerine karşı tam anlamıyla yalnız değildi. Özellikle İran ve Rusya tarafından açıkça desteklenmekteydi. Bunun getirdiği bir özgüvenden söz etmek elbette mümkündür. Suriye yönetiminin, muhakkak ki, bugün ki tavrının arkasında bu destek vardır. Ancak bu destek tek taraflı değildir.
İran, Suriye’ye olan desteğini olayların başlangıcından itibaren hiç değiştirmedi. Tam tersine giderek sertleşen bir tavır ve koruma içgüdüsüyle hareket etmiştir. Bunun nedenleri ise birden fazladır. İlk olarak İran, bu domino etkisinden çekinmektedir. Her ne kadar iç politikayı milli değerler üzerine kurmuş olsa da, İran’daki muhalif gruplar her an tetiktedir. Yönetim için reformist tutumdadırlar. ABD tarafından da desteklenen bu gruplar İran yönetimi için büyük bir rakiptirler. Mevcut yönetim, her türlü sindirme politikasını uygulasa da bu muhalif grupların yok olması ya da etkisizleşmesi anlamına gelmemektedir. İkinci olarak İran, Ortadoğu’da bir Şii-Sünni krizinden nemalanmak istemektedir. Bu yüzden Sünni olmayan yönetimlere açık destek vermektedir. Benzer bir örneği Irak’ta da görmek mümkündür. Bu mezhep çatışması İran için değerlendirilmeye sürekli açıktır ve kullanılmalıdır. Ancak Suriye kanadındaki bu açık destek bazen Suriyeli yöneticiler tarafından olumsuz yönde kullanılmaktadır. Özellikle Suriye ordusunun bizzat içinde bulunduğu bazı olaylar, Hula, Lazkiye gibi, Suriye’nin müttefiklerini zor durumlarda bırakmaktadır. İran 12 Nisan’da Hula’da meydana gelen olaylarla ilgili, daha öncekilerden farklı bir tutum sergileyerek, olayın sorumlularının kim olursa olsun mutlaka cezalandırılması gerektiğine vurgu yapmıştır. Bu Suriye için oldukça önemlidir, çünkü en büyük destekçisi ve müttefiki olan İran bile bu tür olaylar karşısında, insani bir tutum içine girebilmektedir. İran’ın bu tutumu aynı zamanda Suriye yönetiminin vazgeçilmez olmadığının da bir kanıtıdır. İran kendi çıkarlarının tersine hareket etmeyeceğinden ve iç politikada muhaliflerin eline koz vermekten çekindiğinden halkın içinden yükselen seslere kulak vermek zorundadır.
Rusya ise Arap Baharı ilk olayları gerçekleştiğinden beri tutumunu hiç değiştirmemiştir. Ne tam olarak taraftır ne de tam olarak ilgisizdir. Tam anlamıyla sessiz sedasız olayları okumaktadır. Muhakkak ki halen olayların gerçek faillerinin izini sürebilmiş değildir. Mevcut durumu, halen çıkarım yapabilecek bilgiye sahip olmadığını göstermektedir. O zaman bu karşı tutum nedendir? Bunun çok basit ve anlaşılabilir bir cevabı var: Rusya bölgede çıkan her çatışmanın kendisine hem maddi hem de siyasi çıkar sağladığının farkındadır. Suriyeli muhaliflere silah yardımı yapıldığına dair onlarca haber söz konusudur. Bu yardımlar elbette insanlık için değildir. Rusya’nın tutumunun bir başka nedeni de bölgede önemli bir müttefik ve müşterisi olan İran ile ters düşmek istemeyişidir. Böyle bir durumda hem ABD ve Avrupa’nın önü açılacaktır hem de İran’ın dolayısıyla Rusya’nın bölgedeki nüfuzu zedelenecektir.
Ancak olayların siyasi boyutu bu şekildeyken, Suriye’de yaşanan olayların adının ne olduğuyla ilgili son dönemlerde farklı görüşler mevcuttur. Muhaliflere göre halk direnişi, Esad yönetimi ve müttefiklerine göre isyan hareketidir. Olayların ilk başladığı 2011 yılında gerçekten böyleydi. Ancak 2012 Nisan ayından sonra aynı durumun söz konusu olduğunu söylemek fazla iyimserlik olacaktır. Nisan 2012’de Hula’da meydana gelenler, aslında öncesinde de benzer olaylar yaşanmışken, artık Suriye’de Esad yönetiminin tam anlamıyla bir katliam yaptığının ve olayların boyutunun Libya’da olanlardan farklı olmadığının bir kanıtıdır. Suriye’den kaçan yüzbinlerce insan, Humus’ta ve diğer kentlerde yerlerinden kaçmak zorunda olan bir milyona yakın Suriyeli vatandaş, artık olayların demokrasi mücadelesi olmadığının, tam anlamıyla bir iç savaş olduğunun resmidir. Ek olarak Suriye yönetiminin Hula’daki olaylarda ordunun hareketsiz kaldığını söylemesinden, Esad taraftarlarının inisiyatif kullanarak olaylara müdahalesi, bu savı desteklemektedir.
Uluslararası aktörler için, Suriye şu an için tam anlamıyla bölünmüştür. Fiziki anlamda olmasa da fikri anlamda hem siyasi hem ekonomik hem de dini yönlerden Suriye’de, tam anlamıyla bir bölünmüşlük söz konusudur. Mezhepsel çatışmaların İran tarafından desteklendiğini de unutmazsak, bu bölünmenin neticelerini görmek daha mümkün olacaktır. Eğer bu bölünmüşlük devam ederse, görünen o ki devam edecek, Suriye için yapılabilecek çok az şeyin olduğunu söylemekte yanlış olmaz. Çünkü Hula’da yaşananların benzeri olayların devam etmesi durumunda hem İran hem de Rusya cephesinde farklı tutumların olabileceğini söylemek su götürmez bir gerçektir.
Peki bu durumda Türkiye ne yapmalıdır? Ya da ne yapabilir? Türkiye bugüne kadar Suriye konusunda yapması gerekeni yapmıştır ve yapmaya da devam edecektir. Türkiye’nin Suriye ile olan akrabalık bağları ve en uzun kara sınırına sahip olması bazı sorumlulukları da birlikte getirmiştir. Nitekim Türkiye, yaklaşık 200 milyon $ harcayarak Suriye’den kaçan yurttaşlara kalacak yer ve yiyecek imkânı sağlamaktadır. İnsani anlamda Filistin’den esirgenmeyen her şeyin Suriye için de sunulması, Türkiye açısından tutarlı olacaktır. Siyasi anlamda, düne kadar çok sıkı müttefik olunan Suriye ile bu konuma gelinmesi elbette manidardır. Ancak uluslararası kamuoyu ve ulusal çıkar kavramlarının gerektirdiği gibi davranmak zorunda olan Türkiye, bugüne kadar ki tavrından ödün vermeyecektir. Zaten köşeye iyice sıkıştırılmış olan Suriye mevcut yönetiminin bir an önce görevine son verilmesi için Batı ile birlikte hareket etmeye devam edecektir. Bunun yanı sıra herhangi bir askeri operasyon ise Türkiye için kaldırılamayacak bir yük demektir. Ve son olarak Suriye konusunda, belki de en önemli konu, Türkiye, ne yapıp edip Suriye’nin toprak bütünlüğü nü korumak zorundadır. Aksi halde zaten zor zamanlar yaşadığımız bugünlerde yıllardır devam eden terörle mücadelede mühim bir alan genişlemesiyle daha da zor durumda kalınabilir. PKK için alan genişletmek daha az kayıp vermek anlamına gelirken, bu durum Türkiye için acizlik ve terörle mücadelede beceriksizlik olarak yorumlanacaktır. Bu ve bunun gibi etkenler ve Suriye’de silahlı PKK etkinliği, Türkiye için çok daha zor süreçler yaratabilir.
Onur Yıldız
Selçuk Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü